YORUM | YAVUZ ALTUN
İşleyen bir demokrasi için ne tür yapısal (kurumsal) gereklilikler olduğu çokça cevaplanmış bir soru. Bu cevaplar çeşitlilik arz etse de, temsilî bir demokrasinin temelinde şunların yattığını kabaca söyleyebiliriz: Her yarışmacının eşit koşullarda girdiği ve oy sayımının âdil şekilde yürütüldüğü seçimler, herkesin hukuk önünde eşit olduğu bir sistem, bağımsız bir yargı ve basın (ifade) özgürlüğü. Tabiri caizse, bunlar demokrasinin “farzları”.
Teşbihte hata olmasın, demokrasinin “vacipleri”, “sünnetleri”, hatta “müstehapları” ya da “mekruhları” da var. Tarihte de örneklerine rastladığımız fakat son yıllarda ciddi bir fenomene dönüşen otoriter eğilimli demokrasiler (ya da “illiberal demokrasiler”) bize gösteriyor ki, sağlıklı bir demokrasi inşa etmek ve toplumun geniş kesimlerinde demokrasiye inancı her daim ayakta tutabilmek, böylece hem sosyal barışı hem de refahı temin edebilmek için, “farzlar” maalesef yeterli değil.
Bunu, özellikle 2000’li yıllardan itibaren dünyaya yayılan “demokrasi krizi” diyebileceğimiz olgudan ötürü biliyoruz. Bazı yorumcular buna, ekonomik bileşenleri de içine katarak, “(neo)liberalizmin krizi” deseler de, maalesef dünya üzerinde liberal demokrasiye alternatif bir katılımcı yönetim modeli kurulamadığı için, aslında yaşanan şey tam da demokrasi dediğimiz mekanizmanın conta atmaya başlaması. Çünkü geldiğimiz noktada, demokrasi kavramının en temel kaziyeleri çatırdıyor.
Nedir bunlar? Evvela, geniş katılımlı bir oylamanın sonucunda ortaya çıkacak kararın, “en makul (ılımlı)” olacağı fikri, 2016’da peş peşe gelen İngiltere’nin AB’den ayrılması (Brexit) ve Donald Trump’ın başkan seçilmesi ile özellikle bir kesimde geçerliliğini yitirdi. Bu iki oylamadan hemen sonra, demokrasiden yana olacağını düşüneceğiniz insanlar, Churchill’e atfedilen şu meşhur vecizeyi dillendirmeye başladılar: “Demokrasi fikrine karşı olarak sunulabilecek en iyi argüman, ortalama bir seçmenle geçireceğiniz 5 dakikadır.”
En kötümseri halkı ağır cahillikle suçlayan, en iyimseri ise halkın yoğun biçimde manipüle edildiğini ileri süren bu görüşler, karşımıza “Her şeyi halka sormasak mı?” şeklindeki “elitist” kanaati çıkardı. Özellikle seçimle iş başına gelen otoriter (çoğunlukla sağcı) liderlerin yargı ve medyaya yönelik hamleleri, toplumu kutuplaştıran söylemleri (yerli-milli) ve rüşvet ve kayırma kanalıyla kurdukları kara para çarkları, “demokrasiyi kurtarmanın demokrasiyle mümkün olmayabileceği” duygusunu körükledi.
Hikâyenin bir de öteki tarafı var. Yani otoriter liderlere destek veren geniş halk kesimleri, toplumun diğer yarısını “düşman” ya da “aldanmış” olarak kodlayan kimseler. Onlara göre “liberal demokrasi” diyerek övülen sistem aslında hep aynı zümrelerin köşe başlarını tuttuğu yozlaşmış sahte bir cennetti. Batı ülkelerinde sağcı popülizm rüzgârının yükselişini bu sebeple pek çok uzman 2008’deki küresel ekonomik krize bağlamakta gecikmedi. Yaşanan darboğazın neticesinde hayatları altüst olan aşağı sınıflar, artık liberal-demokratik değerlerin kendilerine hitap etmediğini, onların – ki kalabalık bir kesimden bahsediyoruz – çıkarlarını düşünecek yeni bir siyasete ihtiyaç olduğunu düşünüyordu.
ABD’de “kültür savaşları” dedikleri bir kurgu etrafında, liberal-demokratik değerler, içerisine azınlık hakları (göç taraftarlığı), LGBT hakları, hatta vegan beslenme ve iklim krizine karşı tetikte olma gibi meseleler de katılarak, “düşmana ait” özellikler olarak öcüleştirildi. Batı’dan Doğu’ya doğru yayılan bir dalgaya dönüştü ve bugün dünyanın çeşitli ülkelerinde kâh “düz dünyacılık” olarak, kâh kürtaj karşıtlığı olarak, kâh (pandeminin de etkisiyle) “aşı karşıtlığı” olarak tortulaşmaya başladı. Buna karşılık, bazı “tehlikeli” görüşleri dillendirenlerin herhangi bir hukukî süreç olmadan hayattaki rollerini kaybettiği bir “iptal kültürü” (cancel culture) olgusundan da bahsediliyor.
Burada aslında ortaya çıkan fenomenin özünde, sistemle ve günlük hayatın hızlı dönüşümüyle ilgili derin hoşnutsuzluğun yattığında herkes hemfikir. Üstelik, bu hoşnutsuzluk tek bir siyasî görüşün (muhafazakâr-sağ) radikalleşmesi ile değil, bütün siyasî spektrumun uzlaşma köprülerini birer birer patlatarak ilerlediği bir genel radikalleşme olarak kendini gösterdi. Bu sebeple bazı yorumcular bu eksene “küreselleşme (bütün yenilikleri, teknolojileri kucaklama) yanlıları” ile “(nostaljik, sınırlara inanan) küreselleşme karşıtları” arasındaki bir kutuplaşma olarak bakıyor.
Her ne kadar bu devinip duran politik dalgalara bakıp burada rasyonel bireysel davranışlar arayan, sosyo-ekonomik modeller geliştirmeye çalışanlar olsa da, duyguların baskın olduğu, sebep-sonuç ilişkilerinin pek de beklenilen çizgide ilerlemediği bir atmosfer de var. Günlük hayattaki aksiliklerle tetiklenen öfke, dünya üzerinde yaklaşık 4,5 milyar insanın kullanmakta olduğu internet ve sosyal medya araçlarıyla kısa sürede çoğalıyor, haberler doğruluk-yanlışlık terazisine dahi tam olarak vurulamadan, çoktan dünyanın herhangi bir yerinde reaksiyoner bir duyguyu netice verebiliyor. Üstelik dijital dünyada sınırlar olmadığından kimliksel gruplaşmalar da coğrafi kısıtları aşarak belirli semboller üzerinden gerçekleşiyor.
Klasik demokrasi her ne kadar okul kitaplarında “halkın kendi kendini yönetmesi” olarak anlatılsa da, pratikte gerçekleşen halkın “yürütme” (executive) organını bir süreliğine işgal edecek kişileri seçmesiydi. Bu temsilî demokraside gözardı edilen bir başka unsur da, toplumsal işleyişi sağlayan ve hatta toplumun “epistemolojik (düşünsel) sınırlarını” çizen bir “elit grubunun” varlığıydı. Bu grubun içinde, yüksek bürokratik makamlarda oturan kimseler olduğu kadar, çeşitli mesleklerden uzmanlar ve medya görünürlüğü olan “yorumcular” da yer alıyordu.
Bazılarının “radikal demokrasi” dediği ve bir topluluğu ilgilendiren her kararın, o topluluğun her bireyiyle yapılacak istişare neticesinde alınması gerektiğini savunan akıma göre, yukarıda saydığım şekliyle “elit demokrasisi” halkı yeterince oyuna dâhil etmeyen bir yönetim biçimiydi. Bugün sosyal medyanın da hayatımıza girmesiyle, hem radikal demokrasinin imkânları oluşmuş oldu hem de daha önce duymadığımız ya da duymazlıktan geldiğimiz fikirler, güçlenme yolu buldu. Bununla birlikte demokrasi, günlük bir onaylama/onaylamama aktivitesine de dönüştü. Belki her gün yeni hükümet kurulmuyor fakat her gün sosyal medyada “kahramanlar” ve “hainler” belirlenip duygusal boşalmalar yaşanıyor.
Yani yaşadığımız şey, geri döndürülmesi pek de mümkün olmayan bir toplumsal değişim. Bu saatten sonra “eski güzel günlere” dönüş yok. Önümüzdeki yıllarda sosyal hoşnutsuzluk daha da artacak, duygusal salınımlar politik kararlarda daha da etkili olacak, kimlik siyaseti (sadece konvansiyonel kimlikleri düşünmeyin, nöro-çeşitlilik gibi kavramları inceleyin) norm hâline gelecek, çatışma noktaları çoğalacak ve kitleler arasındaki duvarlar yükselecek, uçurumlar derinleşecek.
Bütün bunlar karşısında “korunaklı” bir noktada durduğunu düşünen postmodern aristokratlar, nüfuzlu milyarderler, topluluk önde gelenleri ve kanaat önderleri, bu hoşnutsuzluğun ve kavgaların yeni vaizleri tarafından bertaraf edilecek. Reform talepleri dikkate alınmadıkça, devrim tamtamları çalmaya başlayacak.
Bütün bunları “zorla” bastırmak ve “küçük havuçlarla” sistemi fazla zorlamadan “yönetilebilir” bir kaosun içinde uzun süreli yaşamak da mümkün ama sorunları ertelemekten başka işe yaramayacaktır. Çünkü bütün bu kaotik gelecek senaryosuna bir de koronavirüs benzeri pandemileri ve beklenen iklim felaketlerini eklediğinizde, hâlihazırda zorlanan sistemin ne kadarını daha kaldırabileceği meçhul. Kıyamet senaryosu değil bahsettiklerim, bilakis uzun plana yayılmış ve kötüye gidiş olduğu kadar iyiye yönelişi de barındıran, köklü bir değişim dönemi.
Avrupa’nın 16. yüzyılında başlayan ve 18. yüzyılın başlarına kadar süren “din savaşları” aslına bakarsanız bugünküne benzer bir kutuplaşmanın ürünüydü. Bazı tarihçiler bunun “din” değil de, “mitik-söylem” farklılıkları sebebiyle yaşanan anlaşmazlıkların bir sonucu olduğunu belirtiyor. Bu yönüyle de, bugün gerek sosyal medyada, gerekse siyasette ve meydanlarda gördüğümüz “yarılmanın” bir benzeriydi. İnsanlar “görüşlerine” göre klanlara ayrılmış, kendi görüşünü hâkim kılabilmek için mücadele ediyordu.
Bu uzun süreli iç savaşın neticesi, Avrupa Aydınlanması oldu. Farklı görüşlere hoşgörüyü arttırmanın, toplumsal şiddetin yerine fikri tartışmayı koymanın ve gruplaşma/cemaatleşmeye karşılık en azından hukuk alanında “eşitlik” ilkesini benimsemenin, kamusal alanda barışı inşa etmenin bir yolunu buldular. (Elbette bir anda olmadı bütün bunlar.)
Türkiye gibi ülkeler, demokrasinin sadece yapısal, kurumsal yönüyle neden işlemeyeceğinin en güzel örneğini teşkil ettiler, ediyorlar. Demokrasinin özünde bir “uzlaşma kültürü” olduğunu hatırlamak için, şu son yıllarda dünyanın yaşadığı kutuplaşma dalgalarına bakmak yeterli. Problemlerin çözümü, yatay düzlemde kimin haklı kimin haksız olduğundan ziyade, dikey düzlemde yeni bir bilinç seviyesine erişip erişemeyeceğimize bağlı olarak kendini gösterecek. Ya da insanların birbirini dinlemediği, taviz verenlerin “hain” ilân edildiği, biraz azıyla yetinmenin “günah” sayıldığı kıyasıya bir yıkım neticesinde, bazı şeyleri yaşayarak öğreneceğiz.
Amerikalı komedyen Larry David’in şu sözünü akılda tutmak lazım: “İyi bir uzlaşma, uzlaşan bütün tarafların mutsuz olduğu bir durumdur.” Demokrasi, biraz da bu mutsuzlukta aranmalı.