YORUM | SÜLEYMAN C. KARAMAN
Demokrasinin bir çok farklı tanımı var. En yaygın tanımı, bütün halkın yönetime katılabildiği, bağımsız seçimlerin olduğu bir yönetim biçimi olduğudur. Yunanca demos (halk) ve kratia (yönetim) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir.
Burada yapılmaması gereken hata, bir ülkede seçimlerin, bağımsız mahkemelerin ve özgür medyanın varlığından dolayı o ülkede demokrasinin olduğunu düşünmektir. Çünkü bu kurumlar çok kısa sürede değişebilen, bugün varken yarın yok olan, ya da ne seviyede olduğuna göre etkisi değişen kurumlardır. Yani siyah-beyaz değil, grinin birçok tonunun olduğu göstergelerdir.
Mesela hemen şu sorular akla geliyor: Bir ülkede seçimler olabilir ama bu seçimlerle neler değişebilir, neler değişemez? Ya da özgür bir medya var gibi gözükebilir ama o medyanın özgürlüğü nerede son bulur?
Bir ülkeyi gerçekten demokratik yapan, o ülkenin insanlarından başka bir şey değildir. Bundan başka hiçbir şeye inanmamak ve kanmamak lazım. Çünkü propagandaya çok açık bir konudur bu. Otokratik rejimler kendi idarelerinin meziyetlerini öne sürerken bunu delillendirmeleri gerekir ve ortaya kendilerine göre bazı değerler sürebilirler. Ama aslında her şey insanlarda biter. Özgürlüğüne değer veren, ya da verebilen insanlar sahip oldukları değerleri korurlar. Böylece o ülke demokratik bir ülke olur.
O zaman, değerlerini koruyan insanlar nasıl insanlardır? Kısa cevap: Orta sınıf. Uzun cevap: Olabildiğince eğitimli, olabildiğince maddi kaygılardan uzak ve ülkenin çoğunluğunu oluşturan bir orta sınıf kendi değerlerini koruyacaktır. Bu insanların çok ileri eğitim almış, ya da çok zengin olmalarına da gerek yok. Geçim derdini aşabilmiş, neyin ne olduğunu birazcık da olsa anlayabilecek insanlar ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturuyorlarsa o ülkede demokrasinin yaşaması kuvvetle muhtemeldir.
Zenginlerin genelde tuzu kuru olur. İmkanları oldukları için farklı şartlar altında bile hayatlarını devam ettirebilirler. Bir de servetini otokratik rejime kaptırma korkusu varsa zaten sesini çok çıkarmazlar. Fakirler ise eve ekmek getirme derdinden, başlarını kaldırıp başka bir şeyle meşgul olamazlar. Kültür, sanat, bilim gibi şeyler fakirler için ancak lüks uğraşlardır.
Yani ülkenin değerlerini koruyacak olan insanlar orta sınıfı oluşturan insanlardır. Bunların biraz daha boş vakitleri olur. Kendilerine sunulan seçenekleri bir incelemek isterler. Daha rahattırlar. Hemen karar vermezler. Burada, insanlar zengin ya da fakir olduklarında sesini çıkaramazlar demek istemiyoruz. Ama çoğunluk itibariyle böyle bir tavır görülebilir.
Fakir insanların çok itiraz edemeyeceklerini bilen otokratik rejimler ise halkın fakir kalmasını tercih ederler. Bu ülkelerde eğitim kritik etmeyi değil, ezberlemeyi öne çıkarır. Farklı düşünceleri değerlendirip anlamak yerine, hislerle ve milliyetçi duygularla karar vermek ön plandadır. Halkın refaha kavuşması hiçbir şekilde otokratik rejimlerin hedefi değildir. Halkın memnuniyetinin devam edebilmesi için belki onlara bazı yardımların yapılması gerekebilir ama bu yardımlar genelde yapılabilecek en düşük seviyededir. Otokratik rejimler zengin insanların da kendilerine bağlı zengin olmasını tercih ederler. Kendilerinin karşısında olabilecek herkes düşmandır.
Ülkelerin gelir dağılımı değişkeni orta sınıfın büyüklüğünü belirlemede kullanılan bir değişken. 37 OECD ülkesi ile karşılaştırıldığı zaman Türkiye, Meksika ve Şili’den sonra sondan üçüncü sırada yer alıyor. 27 Avrupa Birliği ülkesi ile karşılaştırdığımızda ise Türkiye, en kötü ülkenin de arkasında.
Gelir dağılımı maalesef Türkiye’de çok konuşulan bir değişken değil. İnsanlar genelde kişi başına düşen gelir, enflasyon, işsizlik konuşurlar ama gelir dağılımı istatistiği çok konuşulmaz. 1980 sonrası Turgut Özal’ın zamanında gelir dağılımında ilerlemeler olsa bile son on yılda gelir dağılımı daha kötüye girmiştir. Zengin daha zengin olurken fakirin fakirliği artmaktadır.
Bugün birçok gelişmiş ülkenin geleceğini tehdit eden en büyük değişim de gelir dağılımın bir hayli zamandır küresel ölçekte bozulmaya devam etmesi. ABD’de gelir dağılımı 1970’li yılların sonundan günümüze kadar kötüye gitti. 2000’li yılların başından bu yana bir çok gelişmiş ülkede bir değerler erozyonu devam etmekte.
Sonuç olarak eğitim ve fakirlik konuları çok önemli. Eğitim çok zor bir alan. Eğitimin bir arzı var, bir de talebi. Siz insanlara öğrenmeleri için bütün imkanları verebilirsiniz ama insanlar öğrenmek istemedikten sonra yapabileceğiniz pek bir şey yoktur.
Fakirliğin giderilmesi ise daha kolay değil. En baştakiler fakirliğin devam etmesi için ant içmişlerse işiniz zor elbette. Aslında, yapılması gerekenler o kadar zor ki, ilahi bir inayet olmadan olacak şeyler değil bunlar. İnsanları ve toplumları şekillendiren yaşadıkları tecrübelerdir. İnsanlar ve toplumlar değişmek istemezler ama şartlar insanları kendi isteklerinin rağmına zorla değiştirir.
İçinde bulunduğumuz şartlara hayıflanmaktansa, almamız gereken dersleri bir an önce alalım. Yani değişmemek için inat etmeyelim. Değişelim ki hem şahsi planda, hem de sosyal planda bir ilerleme gösterebilelim.