Demek ki…

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Nesrin Nas, Osman Kavala’nın hala hapiste olması karşısında haklı olarak “Bazen çok kötü bir kâbusun içindeymişiz gibi geliyor. Başka türlü Osman’ın bu kadar gün, ay, yıl içeride olması nasıl açıklanır, bilemiyorum” diyor. Evet, gerçekten de bir kâbus gibi. Fakat kâbus değil, gerçek. Çünkü Türkiye bir distopyadır. Distopya, olabilecek en kötü gerçekliktir. Türkiye olmaması gereken bir yerde! Fakat bu yerde olmak için yapması gereken her şeyi fazlasıyla yerine getirdi. Aksini kim iddia edebilir? Bu olanların birinci derecen sorumlusu Türkiye halkıdır. Bu söylediğim halka küsmek, ya da ona tepeden bakmak falan değil. Tepeden bakılan biri varsa, benim çocuklarım ve karım ve ben, bizler gibi yüz binlerce mağdurdur. Osman Kavala da onlardan biri!

Eminim Nesrin Nas ve onun gibi duyarlı ve iyi insanlar, Osman Kavala nezdinde esasında herkesi, devlet tarafından fişlenmiş ve ipi çekilmiş, halkın büyük bir çoğunluğu tarafından da dışlanmış ve ötekileştirilmeye tabi tutulmuş tüm mağdurları kastediyorlar.

BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Bu dönemin mağduriyetlerinin temelini herkesin büyüteç altına alması gerektiği kanısındayım. Bu yapıldığı takdirde görülecek ki toplumdan tecrit ve izole edilen, hakları gasp edilerek ellerinden alınan, Sippenhaft (aile boyu) takibata maruz kalan geniş kitleler, özel hukuk yaratılarak zulme uğradılar. Bir “demek ki” hukuku oluşturuldu. Buna tabii hukuk demek olanaksız, ama onu oluşturanlar öyle diyor. Bu guguk hukukun temelini “demek ki” çıkarımları oluşturuyor. Katolik Kilisesi’nin Ortaçağ karanlığında uyguladığı metotların başında da bu geliyordu. Uçuk çıkarımlar üzerinden hedefe alınan kişi ve grupların ipinin çekilmesi! Amaç buydu. Hitler Almanya’sında da durum aynıdır. Hedefe alınan Yahudilerin önce insan olmadığını ırkçı Sosyal Darwinizm üzerinden oluşturarak Nürnberg’de Yahudileri özel hukuki statüye aldılar. Türkiye’de “FETÖ” diskuru üzerinden yapılan bire bir budur. “FETÖ’cülere” – kendisine Gülen Cemaati veya Hizmet Hareketi diyen grup ve insanlara – özel bir “istisnai hukuksal prosedür” geliştirdiler. Bu prosedürün temelini “demek ki” oluşturuyor.

Bankada hesabı varmış, demek ki… Oğlunu dershaneye yazdırmış, demek ki… Kızı üniversitelerine girmiş, demek ki… Sohbetlerine katılmış, demek ki… Kermeslerinde kısır ve kuru köfte yapmış, demek ki… Evinde Gülen’in kitabı ya da Risale-i Nur çıkmış, demek ki… Cüzdanında bir Amerikan doları bulunmuş, demek ki… İngilizce biliyormuş, demek ki… Gazetelerine abone olmuş, demek ki… Ankesörlü telefondan arama yapmış, demek ki… Demek ki, bunların bağları var kardeşim! Örnekler mebzul olduğunca absürt, detaya girdikçe fars, detayları ortaya çıktıkça şizofren, orada burada kelli felli heriflerce – sözde – irdelendikçe paranoyak ve patolojik. Olsun! Ne yazar? Kime ne? Nasıl olsa Türkiye insanı bunu benimsemiş, satın almış, diline pelesenk etmiş, “ya bak ama…” ile başlayan cümleleri hazırlamış. Birinci aşama artık tamamlanmıştır. Cillop gibi hukuki zemin sana işte! Sonra?

Sonra, olmayan kanun maddelerine göre daya bir yıl, beş yıl, on yıl, on beş yıl, yirmi yıl! Daya otuz yıl, kırk yıl, ömür boyu, ağırlaştırılmış… Soran var mı? Yok! “Yahu ne oluyor?” deniyor mu? Ne gezer? Herkes bıyık altından bir “muhafazakâr” tebessüm patlatarak “… Azizim ama bak…” diye, “yok, ateş olmayan yerden duman…” diye, “vardır mutlaka bir şey” diye cümlelere başlar olmuş. Muhafazakâr sokak bu! Peki ya sekülerler? Onlar da “… yesin dinciler birbirini”, “devleti ele geçirmişti bunlar”, “soruları çaldılar”, “Amerika’nın maşaları”, “devleti temizliyoruz” türü cümlelerle… İçeride insanlar sürünüyor, kanser olup ölüyor, yüzlerce bebek anneleriyle beraber demir parmaklıklar ardında güneş yüzü görmeden büyüyor… Bir sahtekar grup Mısır’daki, Gazze’deki, bilmem neredeki masum çocuklara ağlar, diğer grup Hiroşima’daki kız çocuğu türküsünde gözyaşı döker; e ulan sizin ülkenizin çocukları çocuk değil mi? Sizin memleketinizin kadınları feministlerin desteğini hak etmiyor mu? Sizin ülkenizin okumuş insanları İtalyan komünistleri veya Küba devrimcileri kadar değerli değil mi? Mısır’daki Müslüman Kardeşler veya Filistin’deki “kardeşlerinizin” canı can da, kendi memleketinizin garibanlarının canı can değil mi?

Demek ki!

“Arkadaş, yapmıştır bir şey”. “Yahu sana bana neden bir şey yapmıyorlar?” “Bak onun babası zaten…”. “Vardır devletin bir bildiği…”.

Demek ki!

Bu yaşananlar kolektif bir eziyettir. Bu, bir hükümetin de boyunu aşar. Aşar! Ne derseniz deyin, ben bildiğimi, gördüğümü söyleyeceğim: Birkaç kişinin, bir partinin, tabanına karizmatik bir demagogun falan bir başına becerebileceği kalibrede bir zulüm değil bu! Uyanın! Kaçıncı kez yazıyorum bilmiyorum, ama bir daha yazayım: U-Y-A-N-I-N. Kitlesel bir destek var bu zulme. Bir demek ki kültürü, bir demek ki zihniyeti, bir demek ki benimseyişi var. Partiler üstü bir zulüm bu. Bu, devlet politikası haline gelmiş bir zulüm. Bu kolektifleşmiş bir zulüm. Bu mutabakat zeminli bir eziyet! Bu konsensüse dayalı bir takibat.

Hayır, korkaklıktan değil. İkiyüzlülükten değil. Hainlikten veya acımasızlıktan değil. Menfaatten değil. Nabza göre şerbet vermekten değil. Şahsiyetsizlikten değil. Kısa veya uzun dönem beklentilerden de değil. İknadan! Olanın olmasını istediler. Olanın olmasını istemeye devam ediyorlar. Olanın olmasının sona ermemesini istiyorlar. Zulme razı değiller, zulmün bizzat ortağıdır bu insanlar. Bakın basit bir matematik yapın: Bugün “FETÖ” demeyen kim var? Basit bir soru soruyorum! AKP? MHP? CHP? İYİP? HDP? Davutoğlu? Babacan? Kim! Kim “FETÖ” diskurunu kullanmıyor? Soru basit. Yanıtını herkes biliyor. Hepiniz biliyorsunuz. Kılıçdaroğlu bile KHK’lıların göreve iadesine olan desteğine “teröre bulaşmamış” olma şerhi koyuyor! Yahu, iyi de kim karar verecek bu insanların teröre bulaşıp bulaşmadığına? Kim? Rejimin “bağımsız mahkemeleri” mi? Yoksa beni Türk Alman Üniversitesi’nden atan şahsiyetsiz, alçak dekan mı? Kim? Kimse kendisini kandırmasın. İstekle, şevkle, memnuniyetle sizin zulme uğrayışınıza alkış tuttular. Hala da zulmünüz söz konusu olduğunda – seçim atmosferine girmiş bir ülke ortamında bile! – yan çiziyorlar. Bin dereden su getiriyorlar. Çıkın “masumdur bunlar, çünkü üzerlerine yapıştırılan yafta, aslında yok hükmündedir!” deyin! Diyorlar mı? Diyenini duydunuz mu?

Ne? “Vardır bir şeyleri”, “yapmıştır bir şey”, “devlet bilir” mi! Demek ki yani. Öyle mi? İşte bu nedenle kâbus gerçek! Ve hepimiz bu gerçeğin ortasında bir yerlerdeyiz, ailelerimizle beraber. Gerçek budur.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Eskiden “cami avlusundan almadılar ya!” diye bir tabir vardı…
    Mekke-Medine’den bile getirdiler adamları, kadinları, çocukları…

  2. Sırlar Dünyası dizisindeki sahneler yani gerçek insanları bayağı etkilemiş. Gerçeği görmek rahatsızlık verdi. Bu diziden kurtulalım derken bu sefer farkında olmadan yada farkında olarak kötü bir gerçeklik yarattılar. Cehennem gibi bir gerçeklik. Halbuki kendileri bu cehennem sahnesinden kaçmak istiyorlardı ve kaçarken arkada bıraktıkları sahne cehennem tablosu gibi. Gerçeklerden kurtulmanın rahatlığı içinde yaktıkları ateşlere bakıyorlar. Bilmiyorlar ki o ateşlerin hesabı kendilerinden sorulacak. Ama yarattıkları cehenneme bakarken kurtulduklarını sanıyorlar. Artık onlara kimse cehennem sahnesi izlettiremeyecek, huzurlarını kaçıramayacak. Her bir ferd tek tek kendini yalancıktan güvene almak için diğer insanları cehenneme atmaktan çekinmedi.

  3. Bugüne kadar takip edilen bir felsefe vardı. Belki de bu “Bir insana 40 gün deli dersen deli olur” şeklindekli inanistan kaynaklanıyordu. Tabii bunun tersinde de bir kişiye 40 gün akıllısın denirse herhalde akıllı olacağı düşünülüyordu.
    Belki de bugüne kadar büyükler bu felsefeden hareketle bu milleti göklere çıkardı, Atatürk “Türk milleti zekidir” dedi, milletin ne kadar korkak olduğunu örtmek için hep kahramanlık edebiyatı yapıldı. Geldiğimiz yer ortada. Bu millet o kadar “cesur” ki, Ahmet Altan´ın tüm dünyada çok satan, çok farklı dillere çevrilmiş kitabını kendi ülkesinde basma cesareti gösterecek bir yayınevi çıkmıyor.
    Galiba biraz da gerçekleri olduğu gibi görerek ve göstererek ilerlemeyi denemekte yarar var. Bu açıdan Mehmet Efe Caman hocanın yazısı önemli bir katkı.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin