Ünlü filozof Aristotoles, iki bin yıl önce kaleme aldığı eserlerinde yönetimleri ‘halkın iyiliği için’ veya ‘tek kişinin iyiliği için’ olup olmadıklarına göre analiz edip sınıflandırıyor.
Tek adamın yönetimini halkın iyiliği içinse ‘monarşi’, kendi iyiliği içinse ‘tiran’ olarak adlandırır.
İlginç şekilde çoğunluğun yönetimini ‘polity-devlet’ veya ‘demokrasi’ olarak isimlendirir.
Ancak yasalara dayalı ve halkın iyiliği için çoğunluğun yönetimine ‘devlet’ derken, onun bozulmuş haline ve belli sınıfların zenginleştiği, kifayetsiz yöneticilerin yönetime geldiği sisteme ‘demokrasi’ demiştir.
***
Küçük şehir devletlerinde doğrudan katılımlı halkın yönetimlerinde yaptığı gözlemlere dayalı olarak bu hükme varır.
Özellikle ‘demagog’ yani iyi hatip, halkı yönlendirme becerisine sahip olan kişilerin, yöneticiliğe layık olmadıkları halde bu göreve gelebildiklerini, sonuçta halkın yarardan ziyade zarar gördüğüne dikkat çeker.
Bu nedenle ilk dönem bir çok siyaset bilimcisi de, İbn-i Haldun gibi Müslüman düşünürler de dâhil, halkın yönetimini ‘ayak takımının yönetimi’ olarak görmüş ve ideal bir yönetim sistemi olarak sunmamıştır.
***
Demokrasinin öne çıkması, 19 ve 20. yüzyılda gerçekleşmiş, zaman içerisinde tekâmül ederek özgürlükçü liberal demokrasiler ile bugünkü kamil noktasına gelmiştir.
Doğu Bloku’nun yıkılması sonrası, Fukuyama’nın ‘Tarihin Sonu’ tezi de ‘liberal demokrasilerin’ diğer tüm yönetim biçimlerine galip geldiği, Hegelci diyalektiğin son bulduğu ve artık tüm dünyaya hâkim olacağı yanılgısına dayanmaktadır.
Bugün ‘popülist’ söylemlere dayalı, büyük yalanlar ve yerine getiremeyecekleri büyük vaatlerle ‘demokratik’ ülkelerde iktidara gelen liderler, beklenmedik bir şok yaşatmaktadır.
Aristotoles’in, küçük şehir devletlerinde halkın doğrudan katılımlı yönetimlerine ilişkin gözlemleri, bugün yaygın medya sayesinde koca koca ülkeler için geçerli hale gelmiştir.
‘Demagog’ liderler önemli oranda tekâmül etmiş olan liberal demokrasileri, korsan bir şekilde ‘otoriter demokrasilere’ ve ardından tek adamlı tiranlıklara dönüştürme yolundalar.
***
Demokratik ülkelerde ‘metal yorgunluğu’ tarzı ‘demokrasi yorgunluğu’ ve küreselleşmenin ardından gelen küresel ekonomik durağanlık bu erozyonda rol oynamakta.
Salgın hastalıklar gibi, demagog ve macho (güç gösterisi ve kabadayılık) yöneticiler, art arda devrilen domino taşları gibi bir bir iktidara geliyor.
Liberal ekonominin beşiği İngiltere’nin ‘Brexit’ kararı, göçmen ülkesi ve liberal demokrasinin öncüsü ABD’nin Trump’un göreve gelmesinin ardından, serbest bölge anlaşmalarından vazgeçme, vergileri artırma ve göçmenlere engel olma kararları gibi…
***
Türkiye de bu salgından fazlasıyla etkilenen ve belki de virüsün öncü ülkeleri arasında…
Avrupa Birliği’ne tam üyelik için yola çıkan bir iktidar, halkını Rusya ve İran’ın olduğu istasyona sessiz sedasız taşıdı.
Esed’i devirmek ve İsrail’e ders vermek vaadiyle için yola çıkan bir iktidar, bugün Esed yönetiminin garantörü ve İsrail’in en iyi dostu oluverdi.
‘3Y – Yolsuzluklar, Yoksulluk ve Yasaklarla Mücadele’ söylemiyle iktidara gelenler, üç alanda da ülkeyi gerisin geriye götürdüler ve küme düşürdüler.
***
Söylemler ve eylemler arasında uçurum, algı operasyonları ve büyük yalanlarla kapatılmaya çalışılıyor.
Yönetimi devralan demagog yöneticiler, ‘establishment – kurulu düzene’ savaş açıp, ifade ve fikir özgürlüğünden seyahat ve özel teşebbüs hürriyetine kadar tüm temel değerleri aşındırıp yok etmeye çalışıyorlar.
***
Bu süreçte tek umut veren gelişme, ABD’de halkın gösterdiği duyarlılık ve henüz vicdanlarını demagoglara teslim etmemiş hukukçuların duruşu…
Demagog yöneticilerin ‘halk için’ diyerek ‘halka rağmen’ ileri demokrasileri yok etmelerinden ve salgının yıkıcı domino etkisinden kurtulmanın tek yolu, yine halkın duruşu olacak.
Şayet bu akım durdurulamazsa, Fukayama’nın tezinin tam aksi ‘Liberal Demokrasilerin Sonu’nun yakın zamanda moda hale gelmesi maalesef kaçınılmaz.