M. NEDİM HAZAR | YORUM
Prag Baharı diye yıllarca olumlandı ama Alexander Dubček liderliğinde sosyalizmi insanileştirme çabaları ve Sovyetler Birliği’nin işgali Çekoslovakya’da çok temel kırımlara sebep verdi. Milan Kundera bu dönemi 1984 yılında -bence- muazzam ele alan bir kitap kaleme aldı.
Dört ana karakter; Tomas, Tereza, Sabina ve Franz üzerinden hem etkileyici bir varoluş ve özgürlük eleştirisi, eşi Teresa üzerinden ise aşk ve sadakat üzerine derin düşünceler, diğer kahramanlar üzerinden ise özgürlük ve idealizme dair ciddi analizler ve gözlemler içeren kitabın ismi “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”ydi. Kundera kitabında, Nietszche’nin “Ebedi Dönüş” kavramını kullanarak, insan hayatının hafifliğini ve ağırlığını irdelerken, bir yanda sorumluluk ve bağlılık, diğer yanda özgürlük ve hafiflik arasındaki gerilim, karakterlerin yaşadığı içsel çatışmaları derinleştiriyordu. Metafor ve sembollerle dolu olan roman insan doğasının karmaşıklığına dair önemli veriler içeriyor.
Niyetim kitap analizi değil elbette. Ancak Kundera’nın bu kitabında herhangi bir meseleye yaklaşımda bulunurken, mesafeli davranma titizliği o kadar ön plandadır ki, pek çok okur için bu yüzden hem karakterler soğuk görünür hem de duygusal soğukluk olarak görülmüştür.
Şurası bir hakikat; bir sınıf, otorite, ya da herhangi başka bir sosyal grup tarafından mağdur edilen bireyler, yaşadıkları olumsuz deneyimlerin ardından toplumun eleştirisine maruz kaldıklarında, bu eleştirilerin etkileri sadece kişisel düzeyde değil, aynı zamanda toplumsal normlar ve değerler üzerinde de yankı buluyor.
Elbette bu durumun pek çok nedeni var.
Bilgi eksikliği mesela. Daha önceki bir yazımda da ifade etmeye çalıştığım gibi, bir hafiflik duygusu var insanın hamurunda; düşene vururken çekinmemek, hatta acımamak! Vurmak için bir gerekçe olmadığı gibi, bir bilgiye bile ihtiyaç duymaz çoğu vasat insanı.
İkinci neden önyargı olabilir… Bir toplumda artık yerleşik hale gelmiş cinsiyetçi, ırkçı, sınıfsal önyargılar mağdur olanı hem suçlamaya zemin hazırlar hem de mağduriyet anında ekstra zulüm görmesine sebep olabilir.
Üçüncüsü bireysel ve sınıfsal haset… Mağdur olan kesim, mağduriyet yaşanmadan önce bir şekilde birilerinin hasedini çeken işlere bulaşmıştır. Hatta bir süre sonra geleceğin mağdurlarının bir şey yapmasına bile gerek yoktur, varlıkları bile mağdur edilmeleri için yeterlidir.
Bir başka neden ise ortak suçluluk psikozu olabilir.
Eskiden bu durum böyle değildi sanırım.
Misalen Antik Roma ve Yunan’da, savaş ve kavga, hatta isyan kültürü önemliydi. Yenilmiş bir düşmana veya düşmüş bir savaşçıya zarar vermek, genellikle onursuz bir davranış olarak kabul edilirdi. Savaşta düşen bir düşmana merhamet göstermek ve onu öldürmemek, savaşçı ahlakının bir parçasıydı.
Orta Çağ’da, karşımıza bir kavram ile çıkıyor bu durum; özellikle şövalyelik kültürü ve onur kavramları önemliydi bu dönemde. Bir şövalyenin düşmanına merhamet göstermesi ve düşmüş bir düşmana vurmayarak onurlu davranması beklenirdi. Aksi takdirde, bu, şövalyenin kendi onuruna leke sürmesi anlamına gelirdi.
Osmanlı’da da benzer bir onur ve merhamet anlayışı mevcuttu. Savaşta düşmana karşı merhamet göstermek ve teslim olan düşmana zarar vermemek önemli bir erdem olarak kabul edilirdi. “Düşene vurmak” bu dönemde de olumsuz bir davranış olarak görülürdü.
Modern toplumlarda ise “düşene vurmak,” genellikle toplumsal ve psikolojik bağlamda kullanılıyor. Bu, zor durumda olan veya başarısızlığa uğramış birine karşı acımasız ve merhametsiz davranmak anlamına gelir ki, bu tür davranışlar, genellikle toplumsal değerler ve normlar açısından kınanır normalde.
Evet sıkıntılı kelime “normal” sanırım.
Normal olmayan dönemlerde bunun tam tersi, hatta gelecekte geçmiş okuması yapıldığında utanç içinde hatırlanacak örneklerle dolup taşabiliyor tarih sayfaları.
Yazının başlığını “Düşene vurmanın dayanılmaz hafifliği” olarak ya da “Dücane sen de vur!” yapabilir, yazıyı çok daha kişiselleştirebilirdim aslında. “Ben dini aidiyetlerimi de geride bıraktım” diyen bir bahtsıza dair bambaşka bir bağlam ile seslenmek de isteyebilirdim.
Ancak “Düşene vurmanın dayanılmaz hafifliği”nin anormal topluluklarda insanı nerelere savurabildiğini göstermesi açısından ibretliktir Dücane Cündioğlu’nun cemaat acımasızca tekmelenirken kalabalığın arasından bir iki tekme de kendisinin atmaya çalışması.
Canı yanmaz mı cemaatin?
Elbette yanar, ancak kavgada yumruk sayılmaz…
Sular çekilir bir gün…
Uzun ve yıpratıcı olur belki ama normalleşir elbet ülke.
Orası burası yara bere içinde olanlar üflerler yaralarına iyileşsin diye.
Dücane gibi, düşene vurmayı marifet zannedecek kadar bayağılaşanlar ise o dönem kaçar aynalardan.
Bugün aynaya bakabiliyorsa, yarın da bakar.
İç aynası çatlamış ya da kararmışlar için mesele değil.
Gayrının derdiyle dertlenmek er kişinin kârı.
Hocam hayal görüyorsunuz. Bu ülkede hiç bir şey normale geri dönmeyecek. Anadolu zağar ve beterleri ile dolu. Öyle böyle değil. Ahlak, erdem, namus, hakperestlik gibi değerler yok oldu gitti. Hiç kırıntısı bile yok. Hele yeni nesilde değer diye bir şey. Üzerimize atılan o yafta gelecekte de olsa toplumda silinecek gibi değil. Kmile konuşuyorsam görüşüyorsam nefretle, kinle, kuduz zağarın ağzındaki salya gibi akıyor.
Bunlar felsefe tarlasinda edilmis bos laflar. Dücane göklere cikarsa ne, yerin dibine soksa ne? Sen Ebuseleme´nin tekmesine bakacaksin, onun felsefesine bakacaksin. Düsene mi vuruyor, düsmeyene mi? Su saatten sonra sizofren olmasinin da önemi yok, bipolar olmasinin da, akil sagiliginin yerinde olmasinin da. Yolun sonuna yaklasiyoruz, bence ona göre felsefe tarlasina girmek gerek.