YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Cumhuriyet 99. yıldönümünü kutluyor. İlk yüzyıl bu yıl tamamlanacak. Önemli kilometre taşlarında yaşanan süreci değerlendirmek, olumlu ve olumsuz olayları, gelişmeleri ve deneyimleri ele almak, başarıları ve başarısızlıkları incelemek ve özeleştirilerde bulunmak adettendir. Bir köşe yazısının sınırlı kapsamına sığmayacak kadar önemli bir konu olan Cumhuriyet’in değerlendirilmesi eğer yapılmaya girişilecekse, çok indirgemeci ve öz bir çözümleme gerekir. Okuduğunuz yazı bunun mütevazı bir denemesidir.
Önce şunu saptamalı: Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamıdır. Bu sadece uluslararası hukuk bakımından bir halefiyet ilişkisi olmayıp, siyasal, kültürel, ekonomik, demografik, etnik, sosyolojik vs. bakımlardan da böyledir. Cumhuriyetin kurucuları ısrarla yeni başlangıç vurgusu da yapmış olsalar, TBMM’nin Meclis-i Mebusan kapatıldıktan sonra vekillerin Ankara’ya geçmesiyle kurulduğu gerçeği gibi, sarsılmaz kanıtlar karşımızda duruyor. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş tarihi bir vaka ve her ne kadar Cumhuriyet bunu resmi tarihinde siyasi nedenlerle reddetse de, kadrosuyla, dış siyasetteki yönelimiyle, reformlarının istikametiyle, İttihat ve Terakki’nin devamı olan Halk Partisi gerçeğiyle ve birçok diğer açılardan, bu bir realite.
Sonrasında şunu saptamak gerek: Osmanlı’da başlayan ulus devletleşme süreci, Cumhuriyet’in kurucuları tarafından devam ettirildi. İttihat ve Terakki, Osmanlıcılık ve İslamcılık aidiyetlerinin tutmayacağının anlaşılmasından sonra, elde kalan Memalik-i Osmanî’den kalan topraklar üzerinde Türk ulusunu temel alan bir ulus devletleşmeye yönelmişti. Seçilen ulus kimliği civic değil etnik oldu. Coğrafi aidiyete değil, ırksal temellere atıfta bulundu. Bu nedenle Osmanlı’nın son dönemlerinde iki siyaset güdüldü: Homojenleştirme ve Türkleştirme. Ermeni Soykırımı, Rum Soykırımı, Süryani Soykırımı gibi katliamların amacı, özellikle merkez kabul edilen Anadolu’da etnik temizlik yapmak, gayrimüslim etnisiteleri mümkün olduğunca periferiye deporte etmekti. Cumhuriyet kurulduktan sonra bu politika daha da somutlaştı. Lausanne sonrası elde kalan topraklarda yeknesak ve etnik homojen bir Türklük yaratma tezi devlet siyaseti oldu. Anadolu Rumlarından geride kalanların Yunanistan’la mübadele antlaşması yapılarak Anadolu’dan deporte edilmesi ve yerlerine Balkanlardan Türkofon nüfus alınması gibi açık sosyal mühendislik politikaları, bu devlet politikasının istikametini göstermektedir. Böylece ilerleyen yıllarda neler yapılacağı da büyük oranda belirlenmiş oluyordu.
Diğer bir saptama, yukarıdan aşağıya modernleştirme siyasetidir. Bu siyaset de tümüyle Osmanlı ve özellikle İttihatçı dönemden devralınan bir miras. Buna göre devletin amacı vatandaşın genel teamüllerine rağmen yukarıdan aşağıya bir sosyal mühendislikle devrimci bir modernleşmeyi hayata geçirmektir. Bu yaklaşımda seçimsel süreç olarak anlaşılan demokratik metoda yer olamazdı. Nitekim olmadı da. Cumhuriyetin kurucuları, istedikleri reformları yapabilmelerinin kuracakları diktatoryal sistemle mümkün olacağını biliyorlardı. Cumhuriyet kurulduğunda her ne kadar halkın kendi kendisini yönetimi şiarını benimsemiş görünse de uygulamada bu böyle değildi. Elitler kendilerini halkın temsilcileri addediyorlardı. Halk iktidarının sınırları bu elit yönetimiydi. Bu nedenle Cumhuriyet politik sistemi 1950’lere dek çokseslilik, ademi merkeziyetçilik, temsil gibi ölçütler bağlamında çok daha az demokratiktir. Burada kastettiğim hukuk devleti değildir. Yoksa Osmanlı ve Türkiye arasında hukuk devleti olma ölçütleri bakımından fark yoktu. Ancak Osmanlı’da anayasal manada çok partili bir sistem – olağanüstü dönemlerden bahsetmiyorum! – mevcutken Türkiye’de tek parti yönetimi 1946 seçimlerine dek anayasal normaliteydi. Tek adam diktası da Atatürk ve İnönü dönemlerinin 27 yıllık otoriter diktatörlüğüdür.
Cumhuriyet birçok reforma imza attı. Bunların neredeyse tümü Atatürk döneminde, 1923-1938 yılları arasındaki 15 yılda gerçekleştirildi. Osmanlı reformlarının devamı niteliğindeki bu reformların ana yönü Avrupa’dır. Bu siyasal bir yönelimden öte, yukarıda işaret edilen modernleştirme hedefini merkeze almıştır. Osmanlı’da da başlayan kültürel ve sosyal alanı sadece kapsamakla kalmadı, onun kapsamını genişletti ve süreci hızlandırdı. Reformlara devrimler veya inkılâplar denmesinin nedeni de gerçekleşme hızı ve reformların yöntemlerindeki sertlik ve kararlılıktır. İçeriğinin değerlendirmesi ne olursa olsun, Atatürk Türkiye’nin kimliğine derin etkilerde bulundu ve bugünkü siyasal ve toplumsal hayatın en etkili belirleyicisi oldu.
Cumhuriyet birçok arazla doğdu. Bunların en başta geleni etnik Türk-üstünlükçü ve asimilasyoncu nasyonalizm ideolojisi, onun sağlaması olma görevi üstlenen resmi tarih doktrini ve onun üzerine inşa edilen, Anderson’un kullandığı manadaki hayali cemaat ya da ulus kimliği oldu. Bu resmi diskura göre Türkler Anadolu’da ırksal-etnik bir topluluk oluşturdular. Anadolu’daki Türkler Orta Asya kökenliydiler. Bu tez, Anadolu’nun Hristiyan Greko-Romen ve Ermeni yerlileriyle Müslümanlaşma ve Türkleşme sonucu karışmış, linguistik asimilasyona uğramış geniş kitleleri yok sayıyordu. Dahası, halen kimliğini korumakta olan, anadilini unutmamış ve belli bölgelerde çok yüksek oranda demografik çoğunluk olan Kürtleri de yok sayıyordu. Böylelikle son 99 yıl boyunca Kürtlere yönelik asimilasyoncu politikalar partiler üstü bir devlet politikası oldu. Türkiye anayasası da, her ne kadar Türklük tanımında “vatandaşlık bağı” gibi bir civic kavrama atıfta da bulunuyor olsa, devlet Türklüğü daima etnik ve ırksal bir tanım olarak kavradı ve siyasetini de buna göre şekillendirdi. Örnek olarak dış Türkler, Orta Asya Türkleri, Balkan Türkleri, Kıbrıs Türkleri, akraba halklar gibi diskurlar ve bunlarla bağlantılı politikalar gösterilebilir.
Arazlardan diğeri, özellikle 1950’lerden sonra, kaybedilen topraklara yönelik derin bir hezeyan, adeta devletçe teşvik edilen bir matem ve bunların üzerine inşa edilen bir “restorasyon” fikrinin müfredat üzerinden ustalıkla genç beyinlere yerleştirilmesidir. Buna göre sınırları arasına “sıkışıp kalan” Türkiye’nin “fırsat kolladığı”, bu ileride çıkabilecek fırsatlar için “güçlenmeye çalıştığı”, “düşmanlarının zafiyetini beklediği” yönünde bir algı topluma sürekli dayatıldı. Bu durum komşularla sağlıklı ilişkiler kurulmasına engel oldu. Dahası toplumda irredantizm ve yayılma düşüncesinin bir patoloji olarak aktif kalmasına neden oldu. Elbette bundan dolayı siyasi spektrumda aşırı nasyonalizm (sol ulusalcılık ve sağ milliyetçilik) görmezden gelinemeyecek kadar önemli bir siyasal akçe olageldi.
Diğer bir araz, cumhuriyetin anti-İslami bağlamda aksiyoner bir laiklik ilkesini temellerine yerleştirmesidir. Seküler bir politik sistemin demokrasinin en önemli koşullarından biri olduğu gerçeğini teslim ederken, uygulanan katı laikliğin devletle dinin ayrılması değil, dinin devletçe kontrolünü öngördüğünün altını çizmek lazım. Bu rijit tutum nedeniyle kendisini Müslüman olarak tanımlayan kesimler rövanşist duygular içerisinde oldular. Cumhuriyet rejiminden ve sekülerizmden nefret ederek uzun süre savunmada kaldılar. Sonuçta 1950’lerden itibaren çok partili sistem üzerinden giderek artan oranlarda siyasette daha fazla etkinlik kazandılar. Milli Görüş ve AKP gibi örneklerde bu akımların yükselişinin bir etki-tepki ilişkisinde gerçekleştiğini tespit etmek gerekiyor. Oysa bu mesele çok daha iyi yönetilebilirdi. Cumhuriyet bu kitlelerin sisteme entegrasyonunu çok erken dönemlerde sağlayabilir, daha işlevsel ve insani bir sekülerizmi hayata geçirebilirdi. Bugünkü otoriter İslamcılık akımıyla Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerinden itibaren yapılan yanlışlar arasında korelasyon olduğunu görmemek için kör olmak lazımdır.
Son olarak, Cumhuriyet’in en büyük eksikliği, hukuk devletini, insan haklarını ve çoğulcu demokratik sistemi bünyesine alamamasıdır. Otoriter bir sistem olarak doğmuş olması bir tür doğum hatası olarak kabul edilse de, 1950’lerden itibaren, özellikle Batı askeri ve ekonomik sistemine dâhil olduktan sonra hukuk devletinin, insan haklarının ve çoğulcu demokrasinin sağlıklı olarak tesis edilememesinin özrü yoktur. Bu konunun sosyolojik ve siyasi kültürle bağlantılı çözümlemeleri gerekiyor.
Bu saydıklarım, en temel sorunlardır. Bunların dışında çok sayıda faktör, olay, olgu, siyasi karar ve diğer etmenler Cumhuriyet’in demokratikleşememesinde rol oynadı. Dediğim gibi, bu yazının kapsamı çok dar ve tüm faktörlere değinmek olanaksız.
Her şeye karşın, 99 yıl önce kurulan Cumhuriyet’in yıldönümünü anmak, onun hukuk devletine dönüşmesini ve demokratikleşmesini dilemek ve savunmak kaydıyla ve bu meselelerdeki haklı endişe ve rezervleri baki tutmak koşuluyla, gereklidir. Demokrasiyle taçlanmış ve hukuk devleti haline gelmiş bir cumhuriyetin yüzüncü yılını kutlamak gibi bir umudu buradan ifade etmek her ne kadar ütopik ve hayalperest bir dilek gibi görünse de, olması gerekenin vurgulanması bağlamında bu dileğin bu yazı vesilesiyle kayda geçmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Umudumuz son 10 yıldaki gerilemenin sorumlularının iktidardan uzaklaşmaları, hukuksuzca takibat altına alınan vatandaşların hukuka ve haklarına kavuşmaları, anayasal düzene geri dönülmesi ve hızla demokratikleşme olmalıdır.
Dileğim, Türkiye Cumhuriyeti’nin, tüm vatandaşların insan haklarının saygı gördüğü ve hukuklarının güvencede olduğu bir ortamda, insan gibi yaşayabileceği bir devlet olmak için bir yüzyıl daha beklenmemesidir!