Sürgünde yaşayan gazeteci Sevinç Özarslan 7 yıl önce Bursa Yenişehir Kadın Cezaevi’nde çekilen bir fotoğrafın hikayesini okuyucularına anlattı.
15 Temmuz’un ardından AKP rejiminin başlattığı soykırım operasyonlarında tutuklanarak cezaevine konulan aralarında gazeteci, hemşire ve öğretmenlerin de bulunduğu KHK koğuşunda rejim tarafından ‘terörist’ diye yaftalanan kadınların gece gündüz nöbetleşerek boncuktan Türk bayrağını nasıl yaptıklarını, cezaevinde olsalar da içlerindeki vatan ve bayrak sevgisini yazan Özarslan’ın ”Cumhuriyetin 101. yılı, Gülen’in vefatı ve hapiste boncukla Türk bayrağı işleyen o kadınlar…” başlıklı Kronos’ta yayınlanan yazısı şöyle:
”Ellerinde Türk bayrağı tutan bu kadınların fotoğrafı, 2017 yılında Bursa Yenişehir Cezaevinde çekildi. Gece gündüz nöbetleşerek boncuklardan bayrak işleyen bu kadınlara her baktığımda şu geçiyor aklımdan: Cezaevlerinin böyle insanlarla dolu olması Türkiye’ye, 100 yıllık Cumhuriyet’e ne kadar büyük bir kötülük.
Bugün Cumhuriyetin ilan edilişinin 101. yıldönümü… Cumhuriyet, ülkesini seven milyonlarca insan tarafından ellerinde bayraklarla Türkiye’nin dört bir yanında coşkuyla kutlanıyor.
Cezaevinde de vatan sevgisini içinde yaşatanlar var. Aşağıda gördüğünüz elinde Türk bayrağı tutan kadınların fotoğrafı, Bursa Yenişehir Cezaevinde 2017 yılında çekildi.
Fotoğrafta yer alan kadınların hepsi eğitimli. KHK ile ihraç 7 hemşire, 6 öğretmen, 3 ilahiyat öğrencisi, 2 ilahiyat mezunu anne, 1 gazeteci, 1 iş kadını.
Hepsi ‘Cumhuriyet kadını.’
Hepsinin isimleri bende saklı. Söz verdiğim için açıklayamıyorum. İlk kez yayınlanan fotoğrafı bana gönderen kadına, ellerinde tuttukları Türk bayrağının hikayesini sordum.
“O BAYRAĞI NÖBET USULÜ ÇALIŞARAK İŞLEDİK”
Dedi ki, “Bu kare, koğuşumuzun alt katında çekildi. Ortadaki Türk bayrağını A4 boyutunda boncuk ile yaptık. O bayrağı bitirmek için nöbet usulü çalıştık. Gece uyuyanlar gündüz, gündüz uyuyanlar gece işleyerek bitirdik. Bizim için manevi değeri büyük… Çok vaktimizi aldı aslında. Küçücük boncuklarla 2-3 ay sürdü. Masanın üzerinde pet şişede duran da ufacık bir limon tohumu. Bizim umudumuzdu. Hemşire bir arkadaşımız ona pamuklara sararak baktı. Yeşillenip bizim umudumuz oldu.”
Terörist diye tutuklanıp hapse atılan bu kadınların, el birliğiyle nöbetleşerek Türk bayrağı işlemeleri ne kadar manidar, ne kadar umut verici, bir yandan da ne kadar yaralayıcı.
Fotoğrafa her baktığımda şu geçiyor aklımdan: Cezaevlerinin kadınıyla erkeğiyle böyle insanlarla dolu olması Türkiye’ye, 100 yıllık Cumhuriyet’e ne kadar büyük bir kötülük.
Birkaç senedir arşivimde sakladığım bu fotoğraf, 20 Ekim’de hayatını kaybeden Fethullah Gülen’in cenazesini izlerken aklıma tekrar geldi. Hemen bulup çıkardım, uzun uzun tekrar baktım.
Evet bu kadınlar -o klişe ile ifade edecek olursak- ‘Cumhuriyet Kadınları’ydı ve Gülen’in takipçileriydi. Öyle oldukları için terörist ilan edilmiş ve tutuklanmışlardı.
Elimde bu fotoğraf, vefatı sonrası Türkiye’de Gülen ve takipçileri hakkında söylenenleri okuyorum. Vatan haini, iblis, casus, terörist, ajan, virüs, haşhaşi, habis ur… Söylemedikleri hiçbir hakaret, iftira kalmadı.
İçinde vicdan kırıntısı kalan insanlara soruyorum, lütfen elinizi vicdanınıza koyun ve cevap verin: Kendilerine atılan büyük iftiralara rağmen duruşlarından taviz vermeyen, kimseye kötü söz söylemeyen bu insanlar mı terörist ya da vatan haini?
‘Çok büyük kandırılıyoruz’ gibi bir his oluşmuyor mu içinizde?
Nedeni şu: Gülen’in cenazesine katılanları dinliyorum. İslam’ı ‘Hocaefendi’nin öncülüğünde öğrenmenin öneminden, ne kadar şanslı olduklarından bahsediyorlar.
Bıraktığı evrensel mirası anlatıyorlar.
Özellikle cenaze merasimi öncesinde konuşan gençlerin gözlerindeki hüzünle karışık o pırıltı beni çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği Artvin Hopa’ya götürdü.
Din ve diyanetin çorak ikliminde bir memlekette büyümenin sancısını hayatımda her zaman hissetmişimdir.
Keşke derdim, keşke bizim oralarda da İslam’ı doğru anlayan ve anlatan birileriyle yolumuz kesişseydi. Ama gerçekten de oralarda İslam’ın doğru anlayan ve yaşayan bulmak zordu.
Öyle ki, ne kadar doğru bilemiyorum; üniversiteyi bitirip çeşitli gazetelerde görev yaptıktan sonra, 2005 yılında Zaman gazetesinde ‘dışardan biri’ olarak çalışmaya başladığım dönemde, Gülen’in Türkiye’de gitmediği ya da gidemediği üç şehir olduğunu öğrenmiştim. Hakkari, Sinop ve Artvin… Biri en batısında, diğeri en doğusunda Karadeniz’den iki şehir olması ilginçti ama benim için şaşırtıcı değildi.
Gitmemesi normaldi.
Çünkü özellikle Artvin’e ya da doğup büyüdüğüm Hopa’ya gitse ve her yerde anlattıklarını orada anlatsa kesinlikle taşlarlardı Gülen’i. Artvin solcuların kalesi olarak bilinir. Dindar insanlar tabi ki vardı, cumalara gidilir, Ramazanlarda oruç tutulur, bayramlar kutlanır…
Ama işte hepsi o kadar. Mesela bir genç kızın örtünmesi asla kabul edilemezdi, tuhaf karşılanırdı. Beş vakit namaz kılan teyzelerin “Genç kızlar örtünür mü? Niye örtündün, bir şey mi oldu?” diye tepki göstermesi bizim oralara özgü orijinal bir tavırdır. İnsanların içinde bulundukları çelişkilere üzülür ama bir şey diyemezdim.
Gülen’in kendisi Artvin’e gelemese de Kuran’ın mesajını bilimin ışığında harmanlayarak anlatan Sızıntı dergisi ulaşmıştı. 1980’li yıllarda yayınlanan o çok ünlü ‘ağlayan çocuk’ kapağı tüm Türkiye’de olduğu gibi bizim oralarda da çerçeveletilip evlerin duvarlarına asılmıştı. Hatta hiç unutmam o dönemde edebiyat kitaplarından ve dergilerden beni etkileyen sözleri yazdığım bir defterim vardı, hala saklarım.
Şu sözü de oraya not almıştım.
“Aç herkese açabildiğin kadar sineni, ummanlar gibi olsun! İnançla geril ve insana sevgi duy; kalmasın alaka duymadığın ve el uzatmadığın mahzun bir gönül.”
Ve Gülen’e ait olduğunu bilmiyordum.
Onun sözü olduğunu uzun yıllar sonra, Zaman’da çalışmaya başladığımda fark ettim.
Gülen’in Sızıntı’nın Ekim 1983 yılında yayınlanan “Müsamaha” adlı yazısının ilk cümlesi olan bu söz ve yazının tamamındaki mesajı bence çok evresel ve ‘Hizmet’in ne olduğunu anlatan kısa ve öz bir yazıdır.
Gülen’in hoşgörü, barış ve sevgi dili, tüm dünyada birçok insanı etkiledi, etkilemeye de devam ediyor. Afrika’dan Amerika’ya, Avrupa’ya her kıtada açılan Türk okulları muazzam bir fikirdi. Beyaz Türkler dahil Türkiye’de her kesimin gıptayla hayran kaldığı bir projeydi.
“İlkokul mezunu, Erzurumlu cami imamı’ diye aşağılamalara doyamadıkları bir insanın nasıl böyle bir vizyona sahip olduğu ve bunu nasıl realize ettiğini kendilerine bile itiraf edemediler. Öyle olduğu için de sadece Beyaz Türkler değil şeyhler, hocalar, ilahiyet camiası ve AKP’liler dahil herkes, maalesef hasetlerine yenik düştü.
“Bir cami imamı bunu nasıl başardı, kitleleri peşinden nasıl sürükledi, fikirleriyle dünyayı nasıl etkileyebildi?” diye sormak, takdir etmek yerine düşmanlık yapmaları size de ilginç gelmiyor mu?
Vefatından sonra hapisteki o kadınları düşünürken, bir yandan dünya basınında yazılanlara, bir yandan da Türk medyasındaki haberlere bakıyorum.
Arada korkunç bir uçurum var.
Türkiye’deki bu nefret, bu intikam, bu yalan dolan haberler, ölçüsüz yorumlar, değerlendirmeler, vefatından itibaren 12 sosyal medya platformundan canlı yayın yapılmasına ve bilgiler açık ve doğru bir şekilde aktarılmasına rağmen “Aslında mayıs ayında öldü, cenazesini saklıyorlar” şeklinde şizofreniye varacak açıklamalar akıl alır gibi değil. Ayrıca Kübra Par, Alican Uludağ, Nevşin Mengü gibi gazeteciler, yaptıkları yorumlarla beni çok şaşırttıklarını söylemeliyim.
Bir kişiyi sevmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz, yanlışlar varsa meslek etiğine uygun bir şekilde söylersiniz ancak kalbinizde bu kadar nefreti nasıl taşıyorsunuz? Bu öfkeyle nasıl yaşayabiliyorsunuz? Bu kin en çok kişinin kendisine zarar verir, karşısındakine değil. İnanın yazılanları gördükçe ülkenin akıbetinden ben korktum.
İnsan tanımadığının düşmanıdırlar derler. Aslında ondan nefret edenlerin, eleştirenlerin zerre kadar Gülen hakkında fikri olduğunu, mesela hayatını anlattığı nehir söyleşi tarzındaki küçücük bir kitabını dahi okuduklarını zannetmiyorum.
Dinimi öğrenmek için kitap araştırması yaptığım dönemde, Türkiye’de hem çok sevilen hem de eleştirilen bir alim olduğu için Gülen’in kitaplarını da merak etmiştim. Bende uyanan ilk duygu, ilmi karşısında duyduğum saygıydı.
Gerçekten İslam tarihini ve Peygamber Efendimiz’in hayatını çok iyi biliyor ve aktarıyordu. Sonsuz Nur kitabı etkilendiğim eserlerinden biridir. İslam’ı böyle yaşayan ve anlatan bir insanın diğer cemaatler, gruplar ya da AKP’li İslamcılar arasında neden sevilmediğini bir türlü anlayamamışımdır. İnsan insana ya da Müslüman Müslümana bu kadar düşman olur mu?
Neyi çekemediniz, neyi hazmedemediniz kardeşim? Tüm dünyayı etkileyen fikirlerini mi? Hoşgörü, barış ve sevgi dilini mi? Vatanını, milletini çok sevmesi ve onun için uğraşmasını mı?
Bunun için mi tüm kininizi kusmanız, vefatından sonra bile ağız dolusu hakaretler, küfür etmeniz?
O sizin küfür ve hakaretleriniz karşısında ne tavsiye etti biliyor musunuz?
Dedi ki:
“Size çamur atanlara, hakaret edenlere siz aynı dil ile karşılık vermeyin. Eğer bir gün o insanlar hatalarını anlar ve af dilemek isterler, ancak sizin onlara söylediğiniz kötü sözler akıllarına gelir ve dilemelerine engel olursa Allah indinde siz sorumlu olursunuz.”
Fakat o kadar haset dolusunuz ki bu sözleri nedeniyle bile ona haset edersiniz.
Ama o buna rağmen sizin için hidayet dilerdi.
Türk devleti tarafından hapse atılıyorlar. Türk halkı onlara bunu hak görüyor, hatta onları insan olarak görmüyor.
Türkiye tarihi boyunca kendileri gibi bir çok dindara zulmetmiş.
Ama ablalarımız Türk bayrağı örüyorlar.
Üzücü. Celladına aşık olmak. Üzücü