Cumhuriyet’in 100. yılında eğitimin karnesi

YORUM | DR. YÜKSEL NİZAMOĞLU

Osmanlı döneminde II. Mahmut ve Tanzimat devrine götürülebilecek reformlar süreciyle seküler bir eğitim anlayışı benimsenmiş ve bu durum Abdülhamit devrinde de devam ettirilmiştir. Cumhuriyet rejimi ise daha ideolojik bir yaklaşımla her problemin eğitim yoluyla çözüleceği teziyle hareket etmiş ve devrimler süreciyle yeni bir sistem kurmuştur.

Bu temel yaklaşıma rağmen cumhuriyet eğitiminin de bir yaz boz tahtası bazen de bir hesaplaşma alanı olarak görüldüğünü söylemek yanlış olmaz. Bu durum sayısal gelişmelere rağmen cumhuriyet eğitiminin niteliksiz insan yetiştirme geleneğini devam ettirmesine yol açmıştır.

DEVRALINAN MİRAS

Tanzimat devri eğitiminin dönüm noktası olarak 1869 yılında kabul edilen ve Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar yürürlükte kalan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi gösterilebilir. Bu nizamname ile eğitim devletin temel görevi olarak kabul edilmiş ve 198 maddede ilköğretim, ortaöğretim, üniversite kurulması, öğretmen yetiştirme, okullar için tercüme veya telif kitap yazılması, eğitimin finansmanı gibi hususlar yer almıştır.

Bu doğrultuda özellikle Abdülhamit devri, eğitim alanında reformların yoğunlaştığı ve sayısal anlamda çok önemli gelişmelerin yaşandığı dönemdir. Alfabe öğretiminde de “usul-i cedid” denilen yeni metot geçerli olmuştur. 

Darülfünun yani üniversite ise ilk defa 1863’te açıldıysa da taşındığı yeni binanın yangın geçirmesi sonucu 1865’te kapandı. İkinci defa 1870’te açıldı fakat çıkan tartışmalar sonunda yine kapatıldı. Cumhuriyete intikal eden Darülfünun ise 1900 yılında yani II. Abdülhamit devrinde açıldı. 

1876 Kanun-i Esasi’sinde “Osmanlı efradının kaffesince tahsil-i maarifin birinci mertebesi mecburi olacak” denilerek ilköğretim zorunluluğu ifade edilmişti. Ancak pek çok iptidai açılsa da ilköğretimin; bütçenin yetersizliği, köylerin dağınık olması, ulaşım problemleri ve halkın eğitime ilgisizliği nedenleriyle taşraya tam olarak yayılması mümkün olmamıştır. Nitekim 1900 yılında 29.100 iptidai mektepte 899.932 öğrenci bulunmaktaydı.

Abdülhamit devrinin sonlarında ortaöğretimde; 74’ü kızlara ait 619 rüşdiyede 40.000 öğrenci vardı. İdadi sayısı ise 109 olup 20.000 öğrenci okumaktaydı. Bu devrin önemli bir özelliği de pozitif bilimlere verilen öneme rağmen din ve ahlak derslerinin okullarda önemli bir yer tutmasıdır.

Yükseköğretimde ise Darülfünun dışında Mülkiye Mektebi ıslah edilmiş, Hukuk Mektebi kurulmuş, Mülkiye Tıbbiyesi Askeri Tıbbiye’den ayrılmış, resim, heykeltraşlık ve mimarlık eğitimi içinde Sanayi-i Nefise Mektebi açılmıştır.

Abdülhamit devrinde öğretmen yetiştiren Darülmualliminlerin sayısı da otuzun üzerine çıkmış durumdadır. Ancak vilayetlere kadar yayılan bu okulların en büyük problemi hem öğrenci bulunamaması hem de başvuranların yetersizliğidir.

Abdülhamit’in “İslamcı” politikalarına rağmen onun devrinde medreselerin tamamen ihmal edildiği görülmektedir. Buna karşılık II. Meşrutiyet devrinde İttihatçılar medreselerin ıslahı için çalışmalar yapmışlardır.

İttihatçılar da eğitimi sihirli bir değnek olarak görmüşler, “çökmekte olan devletin eğitim ve öğretmenler vasıtasıyla kurtulacağı” düşüncesiyle hareket etmişlerdir. Ancak Abdülhamit devrinde gördüğümüz sık sık Maarif Nazırı değişikliği bu dönemde de devam etmiştir. Buna rağmen “Tuba Ağacı Nazariyesi” gibi tartışmalar yapılabilmesi önemli kazançlardır.

İttihatçılar daha önce kadınlar için açılan Darülmualliminlerin yanında İnas Darülfünun’unu da açtılar. 1917-1918 öğretim yılında kız Darülmualliminlerinde 1.005 kız öğrenci bulunmaktaydı. Ayrıca Erenköy, Çamlıca ve Kandilli Kız liseleri açılmıştır. İlginç gelişmelerden birisi de Darülfünun’un o zaman için “müdür-i umumi” denilen rektörünün müderrisler yani öğretim üyelerinin seçimiyle belirlenmesiydi.

DEVRİMLER VE EĞİTİM

Türk devrimin öncü fikir adamlarından Ziya Gökalp, “Vatana en zararlı kişiler medreselerle Tanzimat mekteplerinden yetiştiler. Medreseler Türk’ü gayr-i Türk yaptı… Tanzimat mektepleri de zamanla millilikten uzaklaştı. Medrese ve mektep birbirine zıt birer kurum oldular…” diyordu. İşte cumhuriyetin eğitime temel yaklaşımında bu esaslar vardı.

Atatürk’ün kurmak istediği eğitim sisteminde bir türlü ıslah edilmeyen medreseler yoktu. Ona göre medreselerin kapatılmasıyla bizdeki “mektep-medrese” çatışması da sona erecekti.

Türkiye bir Kurtuluş Savaşı yapmış ve 1914 sınırlarının ancak yarısından oluşan yeni bir devlet kurulmuştu. Bunun sonucu hem nüfus hem de okul ve öğrenci sayısı azalmıştı. 1923 yılına bakıldığında Türkiye’de 341.491 ilkokul öğrencisi bulunmaktaydı. Ortaokullarda 5.905, liselerde 1.241, mesleki okullarda 6.547 öğrenci öğrenim görüyordu.

Cumhuriyetin ilanı sırasında okuma yazma oranının ne kadar olduğuna dair bir veri yoksa da 1927 nüfus sayımında nüfusun 10,6’lık kısmının okuma yazma bildiği tespit edilmişti. Dolayısıyla cumhuriyet yönetiminin ilk büyük hedefi halkın okuma yazma öğrenmesiydi.

Bunun için de okullaşmaya dönük ciddi adımlar atılması gerekliydi. Fakat yıllarca devam eden savaşlardan çıkmış, ekonomisi çökmüş bir ülke için bu kolay bir şey değildi. Bu şartların üzerine 1929 Dünya Ekonomik Krizi eklenince finansman problemi aşılmaz bir engel oluşturacaktır.

Eğitim adına ilk adım 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur. Bu kanunla yeni devlet, bütün eğitim kurumlarını Maarif Vekaleti kontrolüne alıyor ve klasik İslam eğitim kurumları olan medreseleri kapatıyordu. 

Medreselerin kapatılması, Tanzimattan beri devam eden eğitimin sekülerleşmesi aşamalarının tamamlanmasını sağlamış, yıllardır yaşanan mektep-medrese mücadelesini mektepler kazanmıştı. 1924’ün diğer önemli gelişmesi, orta öğretimde karma eğitime geçilmesiydi. 

Cumhuriyet rejiminin eğitim alanındaki diğer önemli adımı, hemen hemen bin yıldır kullanılan Arap alfabesinin yerine Latin harflerinin kabulü olmuştur. Böylece 19. Yüzyılda ortaya çıkan Arap harflerinin okumayı zorlaştığı tartışmaları, Latin harflerinin kabulüyle sonuçlanmıştır. Bu adım yeni rejimin Batı uygarlığı tercihinin açık bir göstergesidir. Özellikle eski harflerle ilgili olarak sert bir yasaklamaya gidilmesi de amaçların başında batılılaşma olduğunun kanıtıdır.

Burada sorulması gereken soru, bir taraftan cumhuriyetin çabalarının diğer taraftan alfabe değişikliğinin okuma yazma oranına nasıl bir katkıda bulunduğudur. İstatistiklere bakıldığında okuma yazma oranlarında hızlı bir artış olduğunu söylemek mümkün değildir.

1935 nüfus sayımına göre olan 16 milyon olan ülke nüfusunun %80,75’i, 1940’ta 17.820.000 olan nüfusun %75,45’i okuma yazma bilmiyordu. Bu oran 1945’te %69,78, 1955’te % 59 olacaktır. Bu rakamlar ışığında cumhuriyetin en büyük hedefi olan okuma yazma konusunda başarılı olduğunu söylemek mümkün değildir. 1955 rakamlarına göre kadınların ancak % 25’i okuma yazma bilmekteydi. 1980 yılında bile erkek nüfusun % 20’si, kadın nüfusun da % 45’i okuma yazma bilmiyordu.

Atatürk’ün oluşturduğu eğitim sisteminin temel özellikleri; “milliyetçi, pozitivist, karma eğitimi esas alan, kadınların eğitimine önem veren ve laik” olarak tanımlanabilir. Bu özelliklere bakıldığında Türk milli eğitimi, gençleri özellikle “milliyetçi” yapmada büyük bir başarı sağlamıştır.

En belirgin yönlerden birisi de dini eğitimin kanuni olarak olmasa da fiili olarak ortadan kaldırılmış ve yasaklanmış olmasıdır. Her ne kadar İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip teşebbüsü olmuşsa da kısa süreli bir uygulamadan ibaret kalmış, toplumun bu yönü dikkate alınmamıştır.

Atatürk sadece medreseleri değil devrimlere destek vermeyen Darülfünun’u da 1933’te kapattı. Bu tasfiye ile 240 akademisyenin 157’si yani %65’i ihraç edilerek yeni kurulan İstanbul Üniversitesi kadrosuna alınmadı. Yeni üniversite ise özerkliğini kaybetmiş, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir okul haline getirilmişti.

KÖY ENSTİTÜLERİNDEN İMAM HATİPLERE 

Atatürk konuşmalarında Osmanlı eğitimini ezberci ve tüketime dayalı olmakla suçlamış ve yeni eğitim sisteminin “işe yarar ve üretici insan yetiştirmesi gerektiğini” ifade etmiştir. Bu da ancak kaliteli bir mesleki ve teknik eğitimle mümkün olabilirdi.

Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyetin de en önemli önceliklerinden birisi öğretmen yetiştirme meselesiydi. Bu amaçla “irfan ordusu” olarak nitelenen öğretmenler “devrimleri halka ulaştırma” misyonunu üstlenmiştir. Zürcher öğretmenlere bir de hekimleri ilave eder.

Bir sonraki adım ise köylere öğretmen yetiştirme amacına dönük olarak açılan Köy Enstitüleri oldu. Köy enstitülerinde devrimleri köylere benimsetme rolünü üstlenecek köy öğretmenlerinin yetiştirilmesi amaçlanmıştı. 1937’de kırk bin civarındaki köyün sadece 3.500 kadarında okul olması, köy enstitülerinden mezun öğretmenlerin tayin oldukları yerlerde okul inşaatını bile üstlenmelerine neden olmuştu.

Dönemin İlköğretim Genel Müdürü İ. Hakkı Tonguç’un projesi olarak önce köy eğitmeni yetiştirmeyle başlayan çalışmalardan sonra 1940 yılında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in desteğiyle köy enstitülerinin kurulması kararlaştırılmış ve toplam 21 kurum açılmıştır. Okulların öğrencileri de köy çocuğu kız ve erkeklerdir.

Amaç batılılaşma çerçevesinde köyün ve köylünün modernleştirilmesidir. Bu durum pratiğe dönük hedefler öne çıksa da uygulamada “köyün biricik örneği” olarak tanımlanan köy enstitüsü mezunu öğretmenlerin “aydınlanma elçisi” gibi rol model olmalarına neden olmuştur. Plana göre 1956 yılına kadar köylerde çağdaş eğitimden geçmemiş kimse kalmayacaktı.

Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, bir öğrenciyle sohbet ederken görülüyor.

Enstitüler kuruluşundan itibaren öncelikle karma eğitimden kaynaklanan ahlak dışı ilişkilere zemin hazırladığı gerekçesiyle eleştirilere uğramış ayrıca ideolojik eleştirilere maruz kalmıştır. Bu durum Yücel’in bakanlıktan alınmasıyla sonuçlanacak, 1948’de Hasanoğlan Köy Enstitüsü kapatılacak ve enstitüler, DP iktidarında da 1954’te öğretmen okullarına dönüştürüleceklerdir.

Kemalist kesim için “aydınlanmayı köylere götürecek kurumlar” olarak görülen köy enstitüleri, sağ kesim tarafından “Sovyet hayranı kızıl komünist yetiştiren okullar” olarak algılanmıştır. Mümtaz Turhan’ın gözünde köy enstitülü köy öğretmenleri “asri mollalardır”. Kemalist kesime göreyse eğer bu kurumlar kapatılmasaydı, “cumhuriyet imamlığı” yapan mezunları sayesinde Türkiye’de okuma yazma bilmeyen tek bir kişi bile kalmayacaktı.

Köy Enstitülerine karşılık CHP iktidarında 1949 yılında açılan ve sağ iktidarlar döneminde sayıları giderek artan İmam Hatip okulları da cumhuriyet dönemi eğitiminin bir başka yüzüdür. Aslında imam hatipler ilk önce medreselerin kapatılması üzerine açılmışsa da yeterli destek verilmediğinden “öğrenci azlığı” gerekçesiyle kapatılmıştı.

DP iktidarında 1951 yılında yedi yıllık imam hatipler Bakan Tevfik İleri’nin ifadesiyle “müspet, münevver din adamı yetiştirmek“ için açılmıştı. Gerçekten de bu okullar toplumun reel ihtiyaçlarından doğmuştu. Ancak asıl amaç, “din adamı yetiştirmek” olsa da bu okullar, çocuklarının iyi bir dini eğitim almalarını sağlamak isteyen aileler tarafından tercih edilmiş ve sayıları hızla artmıştır.

Buna karşılık “Kemalist kesimin Köy Enstitülerine” yüklediği anlam, İslamcı kesim tarafından neredeyse “kutsal sayılan” imam hatiplerde karşılık bulmuş, zamanla ideolojik yaklaşım öne çıkmış hatta “Millî Görüş’ün arka bahçesi” olarak değerlendirilmiştir. Bu durum 1980’lerden sonra giderek artan tepkilere ve 28 Şubat sürecinde hedef alınmalarına neden olmuştur. Bugün için bu okullar, mesleki eğitim yerine dini eğitimin de verildiği genel liseler konumunda değerlendirilebilir.

Türkiye’nin, cumhuriyetin yüzüncü yılına kadar çözemediği eğitim problemlerinin başında mesleki ve teknik eğitim bulunmaktadır. Türkiye’de üniversite okumanın ilk sıraya yerleşmesiyle, bu alan, her zaman ikinci planda kalmış ve sanayinin ihtiyaç duyduğu kalifiye eleman yetiştirilmesi süreci hep ihmal edilmiştir.

SORUNLAR YUMAĞI

Türkiye eğitiminin en önemli problemlerinin başında aynı hükümet iktidarında bile olsa bakanların eğitimi bir yaz boz tahtasına dönüştürmeleri gelmektedir. Örneğin 28 Şubat sürecinde “imam hatip düşmanlığıyla” gerekli altyapı hazırlanmadan “sekiz yıllık mecburi ilköğretim” uygulamasına geçilmiş, AKP iktidarında da buna tepki olarak yine yeterince kamuoyunda tartışılmadan “4+4+4 modeli” benimsemiştir.

Bunun yanında Türkiye’de eğitim sistemi, öğrencileri “yarış atı” olarak gören bir anlayışa sahiptir. “İyi okulda okumak” için yapılan sınavlarda okul derslerinin yeterli olmaması, dershanecilik sektörünü ortaya çıkarmış ve AKP döneminde de “gösterişli laflara rağmen” sınavlara dayalı sistem daha da güçlenmiştir.

Türkiye’de eğitimin temel problemlerinden birisi de mezunların ihtiyaç duyulan alanlara yönlendirilmemesidir. Bugün yüzbinlerce mezunun öğretmen olarak atanmak için yıllarca beklemesi, bunun en belirgin göstergesidir.

Türkiye’de eğitime hemen her kesim tarafından ideolojik olarak yaklaşılmaktadır. Bunun örneklerinden birisi, yıllarca üniversitelerde eğitimin niteliği yerine “başörtüsünün” tartışılmasıdır. Kemalist kesimin bu gereksiz tepkisi, ülkeyi otoriter bir rejime dönüştüren AKP’nin muhafazakâr kesimde karşılık bulmasında önemli bir faktör olmuştur.

Sürekli önemine yapılan vurgulara rağmen “eğitim” Türkiye’de hiçbir zaman öncelik kazanmamış hep ideolojik ve baskıcı yaklaşım ön planda olmuştur. 27 Mayıs Darbesi’nin “147’ler Olayı” adıyla yaptığı tasfiyeleri, 12 Eylül darbecilerinin “1402’likler” adıyla üniversitelerde yaptığı tasfiye izlemiştir.

2547 Sayılı Kanun’la oluşturulan YÖK ile de üniversiteler tamamen rejime hizmet eden kurumlara dönüşmüşlerdir. Bugün kendi rektörlerini bile seçemeyen üniversiteler, kendi rektörünü seçme hakkına sahip olan Darülfünun’un bile gerisinde kalmışlardır. Bu durum akademinin iktidara yaranma yarışına girmesine neden olmaktadır.

Türkiye’de eğitime en büyük darbelerden birisi de 15 Temmuz sürecinde AKP tarafından vurulmuş; çıkarılan KHK’larla yüzlerce okul ve on beş üniversite kapatılmış, binlerce akademisyen sokağa atılmıştır. Sadece bu bile ülkede eğitimin ne kadar “sıradan bir olay” olarak görüldüğünü göstermektedir.

Günümüzde “niteliksiz” taşra üniversitelerinin de artmasıyla 208 üniversite olmasına karşılık Times Higher Education verilerine göre ilk 500’de sadece üç üniversite yer almaktadır. Boğaziçi ve ODTÜ gibi köklü üniversitelerin bile ilk 500’de yer alamaları, eğitimin kalitesini yansıtan önemli bir gösterge olarak karşımıza çıkıyor.

Cumhuriyetin yüzüncü yılında da Türkiye eğitimi, planlamadan uzak ve nitelikli insan yetiştirmeye önem vermeyen yönüyle tam bir sorunlar yumağı görüntüsü vermektedir. Gittikçe etkisini daha ağır bir şekilde hissettiren ekonomik krizin etkisi ve AKP’nin “eğitimli insan düşmanlığı” nedeniyle bu sorunların yakın bir vadede çözüleceği de beklenmemelidir.


Kaynaklar: Nizamoğlu, Y. (1995), Osmanlı Eğitim Sisteminin Atatürkçü Eğitim Sistemiyle Karşılaştırılması, İstanbul Üniversitesi AİİT Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1995; Acuner, A. (1990); “Türkiye Cumhuriyeti’nde Okuryazarlık”, Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, C. V, S. 2, s. 161-167; Anık, M. (2006); “Bir Modernleştirme Projesi Olarak Köy Enstitüleri”, Divan, S. 20, s. 279-309; https://tr.euronews.com/2022/10/12/dunyanin-en-iyi-universiteleri-aciklandi-ilk-500de-turkiyeden-sadece-1-universite-var (10.11.2023).

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Devrimleri Atatürk ne zaman tasarladı? İlk aklına ne zaman geldi? Kimden etkilendi? Benzer uygulamaları daha önce başka yapan olmuşmu? Şimdi bunları kimse bilmiyor. Bunun üzerine araştırmalar yapmak rahatlıkla mümkün mü? Yok. Bir noktadan sonra düşünce duruyor. Çünkü daha fazla düşünürse ötesinde ceza var. O zaman bir Türk hiçbir zaman aklını sınırsızca kullanamaz. Eğitim bu soruları sormayalım diye soruların cevaplarını kendi isteğine göre veriyor. Yani düşünmek özgürce kendini gerçekleştiremez. O yüzden devrim ve darbeler Türkiyesinden ve eğitim sisteminden normal bir insan çıkmasını bekleyemezsiniz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin