YORUM | AHMET KURUCAN
“Batı ülkelerinde Cuma namazı kılınır mı?” başlıklı seri halinde tam 7 yazı yayınlandı bu köşede. Kaleme aldığım bu yazıların gerek üretilmiş beşerî düşüncelerin/içtihatların din olmadığı gerekse son yazımızda ifade ettiğimiz soruya direkt cevap olan yaklaşımlarımın toplumsal karşılığı nedir bilmiyorum. Bu konuda söz söyleyebilecek ve nihai değerlendirmeler yapabilecek verilere sahip değilim. Bununla beraber konu ile alakalı bana ulaşan sorulardan bir tanesini günümüz gerçekleri açısından ele alınmasının gerekliliğine inanıyorum. Okumakta olduğunuz yazı işte bu gerçeği seslendirecektir.
Mevzu Diyanet İşleri Başkanlığının (DİB) merkezi olarak kaleme almış olduğu hutbeler. Konu açık; diyanet-siyaset iş birliği. Daha açık ve daha net ifadesiyle DİB’in siyasi iktidarın emrinde, onun politikalarını seslendiren bir propaganda aracı haline gelmesi ve özellikle hutbelerini bu eksende kaleme alması. Çoklarının bildiği, gördüğü, seslendirmese de farkında olduğu bir gerçek bu. Ama Diyanet’e haksızlık etmeyelim; bu sadece bugünün ya da 18 yıllık AKP iktidarı Diyanetinin Cumhuriyet tarihi Diyanetinin bir gerçeği. Okuduğunuz satırların yazarı 1988-1995 yılları arasında Diyanet İşlerinde Başkanlığında vaiz olarak çalışan ve bahsini ettiğim gerçekleri birebir yaşayan, hafıza dağarcığında bununla alakalı nice hatıraları olan birisi.
Tam da burada istisnaları yok mudur sorusu akla gelebilir. Tabii ki Cumhuriyet tarihi boyunca sayıları az da olsa istisnaları elbette vardır. Fakat bu genel manzarayı değiştirecek, farklı kanaatlere yelken açmamıza yetecek sayıda ve kalitede değil.
Bu hatırlatmadan sonra asıl konuya geleyim; şöyle diyor okur: “Propagandist bir dille kaleme alınan, siyasi iktidarın adeta borazanlığını yapan hutbeleri dinlememek, hutbe esnasında itiraz edip cemaatin huzurunu bozmamak için Cuma’ya gitmiyorum.” Bir başka okur ise günümüzün bir başka acı gerçeğini seslendiriyor: “Hayatında başkalarına zarar verir düşüncesiyle cebinde çakı bile taşımamış kişilere -ki ben de onlardan biriyim-terörist demeleri yok mu? Bunu hazmedemiyorum” diyor ve Cuma namazına gitmediğini ifade ediyor.
Bu iki ana eksende yerini alan kişilerin düşünce ve davranışları adına bir şey demeyeceğim. Son tahlilde karar kendilerinin. Bununla beraber bu düşünceleri vesile yaparak hafızalarınızı tazelemek adına siyaset ve Cuma hutbesi konusunda bir iki tarihi gerçeği sizlerle paylaşmak isterim. Geçtiğimiz yazı dizisinde Peygamber Efendimiz (sas) ve peşi sıra gelen halifeler ve devlet başkanları zamanında Cuma namazının siyasi karakterine dikkati çekmiş ve hutbe konularının gündelik hayatın tabii akışı içinde dini ve ahlaki bağlamdaki nasihatlerden toplumu ilgilendiren siyasi, iktisadi, askeri vb. her türlü konuda bir bilgi paylaşımı mahiyeti taşıdığını söylemiştim. Hatta Efendimizin 500’e yakın Cuma hutbesinden bize intikal eden hutbe sayısının azlığını günün gelişmelerine uygun olma şartıyla mesaj mahiyetini taşıyan ayetler veya sureler okuduğu için sahabenin bunları rivayet etme gereği duymadığına bağlamıştık.
İdari yapının Hz. Peygamber (sas) uygulamasına muvafık olarak devam ettiği zamanlarda hutbe muhteviyatının bu çerçevede devam etmesi gayet doğal. Bunu tasvip ve tasdik etmekte de bir problem yok. Asıl problem erken dönemlerde başlayan Cemel, Sıffin, Kerbela ve Nehrevan iç savaşları sonrası başlıyor. O günün şartları içinde siyasi iktidarın halka kendi görüşlerini ve politikasını anlatabileceği, propagandasını yapabileceği en iyi zeminlerden birisidir Cuma hutbesi. Hazır farz olan ibadetlerini yerine getirmek için toplanmış olan kalabalık önlerinde iken, bu fırsatı değerlendirmemek onlar adına büyük bir kayıptır. Nitekim öyle de olmuştur ve Muaviye b. Ebi Süfyan ile bu uygulama adeta kurumsal bir mahiyete bürünmüştür.
Sözün geldiği bu aşamada konunun uzmanları ve ansiklopedik okumalar yapan kişiler hariç belki çoklarına garip gelebilecek bir tartışma konusunu aktarayım. Konu şu; Efendimiz (sas) Cuma hutbesini namazdan önce mi okudu, sonra mı? Genel kanaat namazdan önce okuduğudur. Ama bazıları Serahsi’nin Mebsut’unda geçen bir ifadeye dayanarak önce Cuma namazını kılıp sonra hutbe okuduğu, namazın sonraya alınması ise Emeviler döneminde olduğunu söylerler. Benim yaptığım okumalarda “genel kanaat” isterseniz usul tabirini kullanıp “cumhurun ittifak ettiği görüş” diyelim, ilkidir. İ. Serahsi’nin cümlelerinin eksik aktarımından kaynaklanan bir tartışmadır bu. Fakat bu durum Cuma hutbelerinin muhtevası adına Emevi iktidarı ile kurumsallaştı dediğimiz gerçeği değiştirmiyor aksine destekliyor. Şöyle diyor Serahsi: “Emeviler hutbeyi Cuma namazından önceye almışlardı. Bunun sebebi, Emevi yönetimi hutbede helal olmayan bazı sözler söylüyorlar, halk da bu sözleri dinlememek için namazdan sonra mescidden çıkıp gidiyordu.” (bkz. Serahsi, el-Mebsut, 2/37.)
Halkın bu bağlamdakini tepkisini gösterme açısından daha sahih bir başka rivayeti aktarayım. Ebu Said el-Hudri anlatıyor: “Bayram günlerinde sünnete uygun olarak önce bayram namazı kılınır sonra hutbe okunurdu. Ya bir Kurban bayramı ya da bir Ramazan bayramı gününde, Mervan ile beraber namazgaha vardığımda Kesir b. Salt’ın yaptığı bir minber vardı. Mervan namazı kıldırmadan önce minbere çıkmaya davrandı. Ona mâni olmak için elbisesinin eteğinden yakaladım ve o da elimden eteğini kurtarmak istedi ve kurtardı. Ona “Vallahi siz Resulullah’ın sünnetini değiştiriyorsunuz” dedim. O da bana: “Ya Eba Said. Senin bildiğin o dönemler artık geçti gitti” dedi. Ben de ona: “Vallahi benim bildiğim şey bilmediğim şeyden daha hayırlıdır” dedim. Bunun üzerine “Namazdan sonra insanlar bizi dinlemek için karşımızda oturmuyorlar. Ben de bu nedenler hutbeyi namazdan önceye aldım.” (Buhari, Iyden,6; ve benzeri rivayetler için bkz: Müslim, Salatu’l Iyden, 889; Tirmizi, Cuma, 4; Ebu Davud, Salat, 2; Müsned, 3/379)
Gördüğünüz gibi Cuma namazı hutbe konularının siyasi iktidarın propagandasını yapacak şekilde îrâd edilmesinin tarihi yeni değil, eskilere hem de çok eskilere dayanıyor. Neredeyse İslam tarihi ile eş zamanlı bu gerçeğin sabahtan-akşama değişeceğini beklemek de imkânsız. Dile getirilen serzenişler ise haksız ve temelsiz değil.
İlginçtir vefat tarihi 505/1111 olan İ. Gazzali’de din-siyaset ya da iktidar-din ilişkisi adına benzeri şikayetlerde bulunuyor ve Bağdat Nizamiye medreselerindeki o şaşalı konumunu terk ediyor. Zaten Nizamiyye medreselerinin yetiştirmiş olduğu talebelerin istihdam edilmeleri de aynı amaca yönelik; siyasi iktidarın benimsediği resmi görüşlerinin savunucusu olmak. Hem müfredat program hem de tarihi gerçekler bunu doğruluyor.
Ve tarih 14 Şubat 2020. Daha üç gün önce. Amerika’nın kuzey eyaletlerinden birisindeyim. Cuma namazını kılmak için misafir olarak geldiğim şehirde Pakistan göçmeni Müslümanların açmış oldukları bir camiye gittim. Yukarıda okuduğunuz satırları kabataslak kaleme almış fakat yayına göndermemiştim. Hutbeyi îrâd eden kılık kıyafet ve sakalı ile tam bir Pakistan’lı genç ama İngilizcesi hiç aksansız. Belli ki 2. veya 3. nesil ABD’de doğmuş ya da çok küçük yaşlarda buraya gelmiş birisi. Hutbesini bitirirken şu hatırlatmayı yaptı ve hem de hadis vurgusunu yaparak. Arapça olarak söyledi önce: “es-Sultan zillullahi fi’l ard. Me ehanes’ sultane ehanellahe ve rasülehu.” Yani “Sultan yeryüzünde Allah’ın gölgesidir. Kim ona ihanet ederse, Allah ve Resulüne ihanet etmiş olur.” Hadis denilen rivayet sahih mi, sultan kim, ihanet ne ve hepsinden öte ne dediğinizin bilincinde misiniz ve daha yüzlerde soru. Sadece bu vakıa bile benim yukarıda ifade ettiğim kökeni neredeyse İslam tarihinin başlangıcına dayanan bir uygulamanın sabahtan akşama değişmeyeceğinin bir göstergesi.