Çocuklarımız ve savaşlar…

FOTO | AKHBAR RASMİ

YORUM | ŞEMSİNUR ÖZDEMİR

“Cihan harbini gören çocuk dahi olsa ihtiyardır” diyor Üstad Bediüzzaman. Savaşların vahşetini, şiddetini, insanların kötülüğünü, yoksulluğu, çaresizliği ne kadar keskin anlatıyor bu ifade. Hayata ve çevresinde olan bitenlere her zaman masumane bakan, dünyanın gerçeklerini tam kavrayamamış çocuk ruhu daha çok yaralanıyor savaşların, çatışmaların dehşeti karşısında. Duyguları yoruluyor, yaşama sevincini kaybediyor ve sanki 80 yıllık bir ömürde görülecek kadar hadiseye bir kaç yıl içinde şahit oluyor çocuklarımız.

Hz. Bediüzzaman bu sözü 1. Dünya Savaşı için söylüyor ama bu devrin hadiseleri de o zamanlardan farksız değil mi? Üstelik iletişimin çok kolay olduğu bu çağda, elinde telefon olan herkes, anında dünyanın her yerinde olan bitenlerden haberdar olabiliyor. Dolayısıyla çocukları hadiselerin yıkıcı dehşetinden uzak tutmak çok zor.

Dünyada iyilik ve güzellikler kadar, belki daha da fazla kötülük, çatışma, kavgalar, adaletsizlikler var; hep vardı, hep de olacak. Çünkü burası dünya, burası imtihan yeri.. Hizmet insanları olarak kendi vatanımızda ve bazı ülkelerde maruz kaldığımız zulüm süreci yetişkinlerden daha çok çocuklarımızı olumsuz etkiliyor sanıyorum. Onlar da bizimle beraber savruluyor dünyanın farklı yerlerine. Birer bavul gibi ellerinden tutup ülke ülke taşıyoruz bir sahili selamete çıkma umuduyla. Kimisi geride kaldı, kimisi yollarda… Kimisi hastalığın pençesinde kıvrandı, kimisi anne-baba hasretiyle cennete kanatlandı. Bazılarının hikayesini dünya duydu da ülkemizdeki taş kesilmiş zalim yüreklerden tek bir hareket gelmedi. Ne Ege’de Meriç’te kaybolan yavrular, ne hastane odalarında ağlayan Ahmet Burhanlar, Yusuf Kerimler, Züleyhalar, ne anne babası aynı anda tutuklanan beşiz yavruların feryatları donmuş vicdanlara tesir edebildi. Evlatlarımıza da sadece biz ağlıyoruz..

Türkiye’de kalan çocukların maddi manevi sıkıntılarının yanında, sağ salim yeni bir ülkeye ulaşıp yuva kurmaya çalışan ailelerin çocukları da bambaşka sorunlarla yüzleşiyor. Yeni okul, yeni dil, yeni arkadaşlar, dersler vb derken, ne zaman çocukluktan çıkıp ergen oluyorlar, ne zaman hayatı öğreniyorlar farkında bile değiller belki de.. Bu süreçten zihnime kazınan, ömrüm oldukça unutamayacağım tablolar ve sözler var. Onlardan birini o zaman 17 yaşında olan oğlum söylemişti. Bu ülkeye yeni geldiğimiz zamanlardı. Henüz başladığı okuldaki arkadaşlarından bahsederken “Yaşımın 17 olduğuna kimse inanmıyor. Öğretmenler de arkadaşlarım da daha büyük olduğumu düşünüyorlar ilk başta. Aslında ben de kendimi çok daha yaşlı hissediyorum anne, yorulmuş gibiyim..” dedi. Çok üzüldüm bunları duyunca ama paylaşmasına da sevindim. Bunun üzerine yaşadığımız sıkıntılardan, küçük yaşta maruz kaldığı haksızlıklardan bahsettik ve nihayetinde her şeye rağmen ulaştığımız bugünlere şükrettik.

Aslında gözlemlediğim kadarıyla bu süreçte en çok zarar gördüğünü düşündüğüm ve dikkat etmemiz gereken böyle bir ara nesil var. Şöyle ki, 15 Temmuz süreci başlarken ne hadiseleri anlayacak kadar büyük olan ne de hiç bir şey fark etmeyen küçüklerin arasındaki yaşlar, yani 8’den 16’ya kadar diyebilirim. Yaşadığımız haksızlıkları ve zulümleri bu çocuklardan saklamak mümkün değildi. Her şeyi görüp duyuyor, haberleri izliyor, akraba veya arkadaş ortamlarında konuşulanları fark ediyor, fakat tam olarak anlam veremiyorlardı. Mesela, eşim tutuklanıp Silivri’ye hapsedildiğinde 6 yaşındaki ikizlerimize babalarının yeni bir işe başladığını söyledim ve sadece açık görüşlerde ziyarete götürerek ortamın zorluğundan onları uzak tutmaya çalıştım. Fakat o zaman 12 yaşında olan oğlumla mecburen oturup konuştum ve yeni şartlarımızı anlattım. Yaşıtlarının aklı oyunda, gezmede iken benim oğlum annesiyle cezaevine gidip babasını ziyaret ediyor, gerektiğinde kardeşlerine bakıyor ve yeni okulunda “fetöcü” diye etiketlenmemek için çabalıyordu. Kim bilir neler yaşadı, neler hissetti ama bizim zaten üzgün olduğumuzu gördüğü için duygularını pek paylaşmadı. Şimdilerde bazen sanki çok eski zamanlardan bahsedermiş gibi anlatıyor. Bu nesil ergenlik hengamesini de bu şartlarda atlattı ve artık üniversiteye girme veya okuyup bitirme, hayata atılma telaşındalar.

Peki, Cenabı Hakk’ın emanetleri olan çocuklarımızı dünyanın güzel ve yaşanabilir bir yer olduğuna nasıl ikna edeceğiz? Onları dünyanın kötülüklerinden, kirinden, pisinden, çamurundan nasıl koruyacağız? Bunca haksızlık, adaletsizlik, savaşlar ve şiddet varken, onlara iyi, erdemli, vicdanlı, saygı ve sevgi dolu bireyler olmaları gerektiğini nasıl anlatacağız? Burada sadece hizmet insanları olarak çocuklarımızı muhafaza etmekten bahsetmiyorum. Dünyanın her yerinde zulme uğrayan, kötü muameleye maruz kalan bütün çocuklar bizim çocuğumuz ve onlardan sorumluyuz.

Şeker Portakalı’ndaki Zeze’yi hatırlar mısınız? Kitabın sonunda “Olup bitenleri çocuklara niçin anlatmalı?” diye soruyordu hani. Ve sonra “Gerçek, sevgili Portugam; bunları bana çok erken anlatmış olmalarıdır.” diyordu.

Aynı soruyu ben de kendime soruyorum hep.. “Olup bitenleri çocuklara niçin anlatmalı?”

Anlatmamalı bence.. Çocuklar mümkün olduğunca uzun süre çocukluk masumiyeti içinde, aile ve çevresinin sevgi dolu kanatları altında muhafaza edilmeli. Bir gün gelecek zaten kendileri soracak, okuyacak, öğrenecek dünyanın nasıl bir yer olduğunu.  Yaşlarından önce zayıf omuzlarına kaldıramayacakları acıları yüklemeyelim. Bırakalım “çocuk” gibi çocuklar olsunlar, “ihtiyar” gibi değil. Doyasıya koşsun, oynasın, eğlensinler imkanlar dahilinde. Hani Zeze “Hayatın sevilecek yanlarını bana sen öğrettin, sevgili Portugam. Şimdi bilye ve artist resmi dağıtma sırası bende, çünkü sevgisiz hayatın hiçbir anlamı yok…” diyordu ya..

Biz de hayatın sevilecek yanlarını öğretelim çocuklarımıza. Sevilmeyecek yanlarını zaten başkalarından öğrenecekler.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin