Çizgi Kahraman aleminde bir devrim!

YAZI DİZİSİ | M. NEDİM HAZAR, Batman Begins (3)

“İnsanları birbirine bağlayan şey duygulardır.
Çünkü ‘sevgi’ kelimesi herkes için aynı anlama gelir. 
Veya ‘korku’ veya ‘acı çekmek’. 
Hepimiz aynı şekilde ve aynı şeylerden korkuyoruz.”
Krzysztof Kieślowski

Önce konuyla ilgili genel tespitler…

Süper kahraman hikayeleri genellikle sosyal sorunlara karşı bir memnuniyetsizlik ifadesi olarak kabul edilir ve toplumun bu sorunlarla nasıl başa çıktığına dair bir hayal olarak görülür. Ancak, zamanla, süper kahramanların sorunları çözmedeki yetersizliğini tasvir eden birçok süper kahraman hikayesi ortaya çıkmıştır. Bu hikayeler, politik ve sosyal sorunlara yönelik yorumlar ve eleştiriler olmuştur. Süper kahraman hikayelerinin popülerliği, 21. yüzyıla geçişle birlikte, Hollywood süper kahraman filmlerinin gişe gelirlerini domine etmesiyle daha da artmıştır. Bir film türünün popülerliği, yaşanan bir sosyal anı işaret eder.

Özellikle Batman’a bakıldığında aslında çaktırmadan antagonistik bir anlatının inşa edildiğini, düşman karakterinin yenilmeye çalışıldığı bir odağa sahip olduğunu görmek de mümkündür. Bu durum oldukça paradoksaldır zira hem süper kahraman karakterinde hem de düşmanda bir çelişki yaşanmaktadır. Süper kahraman, hukuk ve suç arasında bir yer işgal etmeli, düşman ise toplumda inşa etmek istediği bir idealizme sahip olmalıdır, bu nedenle süper kahraman ve düşman arasındaki ayrım bulanıklaşmamalıdır. Bu tür bir anlatıdan çıkarılmak istenen, sosyal sorunların üstesinden gelme umududur, ancak sorunların sadece bir tarafından bakılmaması için keşfe de yer bırakılır. Bu da medya kültürünün veya popüler kültürün sadece eğlence yönünü önemsediğini, ancak ideolojiden ve sosyal bağlamından da ayrılmadığını gösterir. Ama her şeyden önce kapitalizmin bir numaralı kavramı para ve hemen ardından gelen, Hollywood için kutsal ve kural yoktur!

Sinema, icat edilişinden itibaren iki kesimin dikkatini hemen çekmişti. Birincisi açıkgöz işletmeciler. Hokkabaz George Melies, Paris Grand Cafe’de ilk gösterimi izleyen birkaç kişiden biriydi ve daha görür görmez bu yeni icadı nasıl kullanabileceğine dair fikirler geliştirdi. Melies, bir sirkte hokkabazdı ve bazı numaralar yaparak seyirci eğlendiriyordu. O günden sonra tüm numaraları kamera vasıtasıyla yaptı ve meşhur oldu. Ardından ortamın boşluğundan yararlanıp ilk bilim kurgu filmlerini de yine o çekti. 

George Melies, bir hokkabazdı ve yeni icat sinemayı sahnesine anında uyarlamıştı.

Sinemaya odaklanan ikinci kesim ise tahminlerin dışında sanatçılar, tiyatrocular filan değildi, felsefecilerdi. Bu yeni icat felsefeye bambaşka açılımlar getirebilirdi. Yepyeni bir gerçeklik üzerine bambaşka tezler sıralanabilirdi. Nitekim öyle de oldu. 

Bu düşünürler arasında ön plana çıkan felsefecilerin başında Henri Bergson gelir. Zira sinema pek çok otoriteye göre Bergsoncu hareket sezgisini otomatik olarak üretmeye en çok yaklaşan, yirminci yüz yıldaki tek sanattır! 

Bu konu ile ilgili bir şeyler yazacaksak, dün bahsini ettiğimiz Gilles Deleuze’den bahsetmemek büyük haksızlık olacaktır. Deleuze’ün önceden üretmiş olduğu (ki bundan bahsedeceğiz) imaj ile hareket kesişimini önce Bergson ortaya koymaya çalışmıştır. Deleuze, Bergson’un tartışmalarının ana hatlarını çizmiş çizmesine lakin ortaya çıkan yeni yaklaşımlardan da memnun olmamıştır. Zira kendisinin tahayyülü bambaşka olmuştur. Nitekim Bergson’un bu konudaki en büyük muhaliflerinden biri Deleuze olmuştur. 

Sinemanın ilk yıllarında Bergson’un iki önemli eser verdiğini görüyoruz: “Madde
ve Bellek” ve “Yaratıcı Tekamül”. Kitaplara aşina olanlar elbette bu eserlerin doğrudan sinema ile ilişkisini çok fazla kuramayabilirler ancak, Bergson bu yeni satana pek çok göndermeyi aşan atıflarda bulunur bu eserlerinde. Özellikle “Yaratıcı Tekamül”ün son bölümü incelendiğinde, sinemanın mekanik yanılsama ürettiğine vurgu yapar Bergson. Öyledir, zira sinema yapay bir hareket hissi vermektedir. Bu arada bu tartışmaların yapıldığı dönem, her ne kadar Stanislavski’nin (Konstantin) yaklaşımı bilinse de henüz “Hollywood Effect” tabiri keşfedilmemiştir!

Bir parantez açmama lütfen izin veriniz.

Stanislavski Sistemi denilen bir kavram 20. Yüzyılın başında tüm drama sanatlarıyla beraber sinemayı da etki altına almıştır. Sistem; tiyatro oyunculuğunda kullanılan ve oyuncuların karakterlerini daha gerçekçi ve derinlemesine canlandırmasına yardımcı olan bir oyunculuk yöntemidir. Konstantin Stanislavski tarafından geliştirilen bu sistem, oyuncuların içsel duygusal deneyimlerini ve dışsal davranışlarını bir araya getirerek inandırıcı performanslar sergilemelerini hedefler.

Stanislavski, oyuncuların karakterleri anlamaları ve onlara empati kurabilmeleri için derinlemesine araştırma yapmalarını teşvik eder. Oyuncuların karakterlerin geçmişini, motivasyonlarını, arzularını ve korkularını anlamaları için detaylı bir çalışma yapmalarını önerir. Bu çalışma sürecinde, oyuncular karakterin iç dünyasını keşfetmek için duygusal hafızalarını ve hayal güçlerini kullanırlar.

İyi bir aktör olma derdindeyseniz, Stanislavski okumak zorundasınız!

Stanislavski Sistemi, “doğal” ve “gerçek” performanslar sergilemek için içgüdüsel ve duygusal tepkileri vurgular. Oyuncular, sahnede gerçekçi ve inandırıcı bir şekilde davranmak için içsel duygularını canlandırmayı öğrenirler. Bu, oyuncuların kendilerini karakterlerin yerine koymalarını ve sahnede spontane ve otantik tepkiler vererek olayları gerçek bir şekilde deneyimlemelerini sağlar.

Bu yöntem özellikle tiyatro eğitiminde ve profesyonel oyunculukta geniş bir etkiye sahiptir. Ayrıca, oyuncuların karakterlerini daha derinlemesine anlamalarını, duygusal zenginliklerini keşfetmelerini ve sahnede daha inandırıcı performanslar sergilemelerini sağlar. Aynı zamanda, bu sistem, oyuncuların bir karaktere bağlılık ve süreklilik sağlamasını, repliklerin doğal bir şekilde gelmesini ve sahne üzerindeki etkileşimlerin daha canlı olmasını teşvik eder.

Yine özellikle tiyatro dünyasında bir dönüm noktası olarak kabul edilen Stanislavski Sistemi, çeşitli oyunculuk yöntemlerine ilham da vermiştir. Bugün, birçok oyunculuk okulu ve tiyatro kurumu, Stanislavski’nin prensiplerini temel alan eğitim programları sunar.

Parantezi kapattık…

Nolan sineması genel olarak değerlendirildiğinde Takip ve Akıl Defteri gibi bağımsız yapımlardan Batman Başlıyor gibi gişe rekoru kıran filmlere kadar çeşitli benzerlikler, tutarlılıklar ve paylaşılan temalar içerdiğini görmekle beraber, temel bazı farklılıklar da hemen fark edilir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Nolan sinemasında seyircilerin gördüğü hiçbir şey tesadüfen filme yerleştirilmemiştir. Uzun bir projeksiyonla geçmişe doğru okuma yaptığımızda, Nolan’ın kısa filmlerinden uzun metraj filmlerine kadar ilk vizyonuna ne kadar bağlı kaldığını hayretler içinde görürüz. 

 Çok bilinen bir gerçek şu ki, Nolan, sinema tarihi içinde en önemli yönetmenlerden birisi olan Alfred Hitchcoock’tan oldukça etkilenmiştir. O da Hitchcock gibi Birleşik Krallık kökenlidir ve sonradan Hollywood’a transfer olmuştur. En önemlisi ise C. Nolan, tıpkı A. Hitchcock gibi tür eğlencesi olarak kabul edilen filmlere hem teknik anlamda önemli katkılar sağlamış, hem de katmanlama yaparak felsefi derinlik oluşturmuştur. Pek çok sinema tarihçi başta Oscar jürisi olmak üzere sinema aleminin bu hakikati sıklıkla ıskaladığından şikâyet etmiştir!

Bu perspektiften C. Nolan’ın filmografisine tekrar baktığımızda şunu görürüz: 

Nolan’ın filmleri belli bir oranda tutarlı bir dizi estetik veya tematik kurallara göre düzenlenmiştir. Misal, Takip’te yeni bir kitap yazmak için materyal toplayan ve yabancıları gözetleyen/takip eden işsiz yazar, uyması gereken katı kurallarını terk eder ve bu durum onun başına beklenmedik işler açarken, Nolan, Akıl Defteri filminde, izleyiciyi, karısının görünürdeki tecavüz ve cinayetinin intikamını almak isteyen, kısa süreli hafızası olmayan Leonard Shelby karakteri ile aynı hizaya getirmeye çalışırken geleneksel anlatı ilkelerini ortadan kaldırır. 2005 yılında Nolan’a DC çizgi romanın en değerli simgelerinden biri olan Batman’i yeniden beyaz perdeye uyarlama fırsatı verilir. Batman Başlıyor filmi Batman öyküsünü ikna edici bir gerçekliğe taşır. Bunu yaparken tür geleneklerine meydan okuyarak başarılı bir şekilde işin altından kalkar. 

Şimdi isterseniz Batman Begins analizine kaldığımız yerden devam edelim. 

Hepimiz Peter Parker’ın bir örümcek tarafından ısırıldığını ve amcası Ben’in vurularak öldürüldüğünü ve bunun da onun Örümcek Adam olmasına yol açtığını biliyoruz. Bruce Wayne bir ara sokakta anne ve babasının öldürülmesine tanık olur ve yetim, kalbi kırık, karakteri ezik bir çocuk olarak kalır. Batman Başlıyor, Batman’in başlangıç ​​hikayesinin aynı önemli bölümünü içeriyor ancak filmin geri kalanı, kendi motivasyonlarını ve insanlığını unutmayan bir Batman’i daha iyi yansıtıyor.

Filmi farklı kılan unsurlardan biri B. Wayne’nin kök hikayesi olurken, bir diğeri ise görsel ve ruhsal anlamda mekânda yapılan tasarım ve içerik değişiklikleridir. Korkutucu karabasan şehri, ürpertici ve tekinsiz bir metropole dönüşmüştür. Gotham City’nin karakteristik bir atmosferini oluşturmada muazzam bir başarı yakalanmıştır. Şehir, yozlaşma, suç ve korkuyla dolu bir yer olarak tasvir edilirken fondaki Gotham City’nin karanlık, tehditkâr ve endüstriyel görüntüsü, filmdeki gerilimi ve tehlikeyi vurgular. Şehrin atmosferi, filmin temalarını güçlendirir ve Batman’in mücadelesinin önemini de daha üst noktalara taşır.

Batman Başlıyor, Batman’i insan yaparak yüceltiyor, onu bu hale getiren şeyin ne olduğunu araştırıp ve bir şekilde temellendiriyor. Bütün bu üstün özelliklerine rağmen, tür olarak ne olduğunun da farkında olan bir film Batman Başlıyor. Perdeye koşan diğer süper kahramanlardan bu kadar uzun süre ayrı kalmasına yardımcı olan çizgi romanların özü ve dünya dışı naturasını hala muhafaza ettiğini görüyoruz. 

Filmdeki bir başka önemli nokta ise toplumsal eleştiriye verdiği önemdir. Diğer (sonrakiler de dahil) hiçbir Batman filmi Dark Knight Triology’si kadar toplumsal eleştiriyi önemsemez. Film, zenginlik ve yoksulluk arasındaki uçurumu, yolsuzluğu ve güç kötüye kullanımını eleştirmekle kalmaz, Gotham City’nin yozlaşmış sistemi ve Bruce Wayne’in adalet arayışı, toplumsal adaletsizliği sorgulayan bir yaklaşımı da yansıtıyor. İtiraf etmek gerekirse bu toplumsal eleştiri, filmi sadece bir süper kahraman hikayesi olmanın ötesine taşır.

Öte yandan, Gotham City, Batman mitolojisinde diğer kahramanlar ve kötü adamlar kadar bir karakter. Batman sadece şehrin hastalığı nedeniyle var. Batman Başlıyor, Tim Burton’ın filmlerinin yanında şehrin köhne ve gerçeküstü doğasını resmetmeye en yakın film diyebiliriz. Batman Başlıyor’da Gotham, Kara Şövalye’de acı bir şekilde eksik olan bir atmosfere sahip.

Batman Başlıyor’da mimari, sanki hayat bulmuş bir kâbus gibi, başka bir dünyadan geliyor. Yönetmen Christopher Nolan, Blade Runner’ı ilham kaynağı olarak gösterdiği için bu mantıklı geliyor izleyiciye. Gotham, suç ve canavarlarla dolu distopik bir kara şehirdir ve bu yüzden onu kurtarmak için Batman’e ihtiyacı vardır.

Batman Başlıyor, Lucius Fox (Morgan Freeman), Bruce Wayne’e, Yarasa Elbisesi olarak yeniden tasarlanan askeri vücut zırhından, internetten sipariş edilen ve elle birleştirilen kaporta kulaklarına ve keskinleştirilmiş bataranglara kadar, sadece gerçek hayatta değeri anlaşılabilecek teknolojiler sunuyor. Bruce’un kendi bodrum katı. Nolan, bu alet edevat hakkında, Wikipedia eleştirisini göze alarak epey izahlı ve irformatik bilgileri de veriyor seyirciye. İlk filmdeki kahramanın aletleriyle ilgili pratik açıklamalar var ve bunlar sadece Kara Şövalye’de değil neredeyse tüm süper kahraman filmlerinde yok.

İsterseniz biraz daha felsefi ve etik yönlere bakıp, daha sonra teknik meselelere dönelim. 

Biraz önce bahsini ettiğimiz gibi Batman Başlıyor aslında bir Batman üçlemesinin ilk filmidir. Seri üç film ile üçleme arasındaki fark burada önem kazanır. 

Bir film başarılı olduğu için devamının çekilmesi normaldir. Ancak daha proje aşamasındayken bir derdin kaç film ile anlatılacağı tespit edilmişse o film kıymetlidir. Bu noktada Polonyalı usta bir yönetmenden bahsetmezsek büyük haksızlık olacaktır. 

Krzysztof Kieślowski, Polonyalı bir film yönetmeni ve senarist olarak tanınan önemli bir sinema sanatçısıdır. 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında etkili olan ve çağdaş sinema üzerinde derin bir iz bırakan eserler üretmiştir. Kieślowski, (Siz Kieşlovski diye okuyun) filmlerinde genellikle insan doğasını, ahlaki sorunları, bireysel özgürlüğü, toplumsal adaleti ve insan ilişkilerini sorgulayan temaları ele almıştır. Filmlerinde sıklıkla alegorik ve sembolik anlatım tekniklerini kullanırken, karakterlerinin iç dünyalarını ve karmaşık duygusal durumlarını derinlemesine inceleler.

En çok bilinen filmi Üç Renk başlıklı üçlemedir: Mavi, Kırmızı, Beyaz. 

Sembolizmin kum gibi kullanıldığı bu üçleme Avrupa ülkelerinin bayraklarında bulunan üç renk üzerinden, eşitlik, adalet ve özgürlük kavramlarını ele alır. 

1996 yılında kaybettiğimiz bu büyük usta, filmlerinde karmaşık insan ilişkilerini ve evrensel ahlaki sorunları ele alırken, sorgulayıcı bir yaklaşım sergiler. Filmlerindeki görsel estetik, atmosferik müzikler ve dikkatlice kurgulanmış senaryolar, izleyicilerin derin düşüncelere dalmalarını sağlar.

Ancak Kieślowski’yi büyük yapan bir özellik daha vardır ve bu onun ölümünden sonra ortaya çıkmıştır. Ki fırsatımız olursa sadece bu bahisle ilgili uzun bir çalışma yapmayı çok arzu ederim. 

Magnum Opus, Latince “Büyük iş” anlamına gelir ve özellikle üçlemesi için bu tabir kullanılırdı. Ancak vefatından sonra, üçlemeden ayrı çektiği 10 filmin ortak noktaları ortaya çıktı ve anlaşıldığı Polonyalı yönetmen bir “Onlama” çekmiş. Zaten o günden sonra bu Polonya televizyonu için çekilen bu on film için “Krzysztof Kieślowski’s Decalogue” denmiştir. Ne çekildiği ne de yayınlandığı zaman farkına bile varılmamıştır ama aslında meşhur On Emir üzerine çekilmiş on film olduğunu sonradan anladık. 

Üç Renk ve Dekalog serileri iyi bir sinema izleyicisinin mutlaka seyretmesi gereken önemli başyapıtlardır. 

Bu eser, aslında on bölümden oluşan bir dizi olarak televizyon için yapılmış olsa da daha sonra sinema salonlarında da gösterilerek geniş bir izleyici kitlesine ulaşmıştır. “The Decalogue”, her bir bölümünde birer hikâye anlatırken, ahlaki sorunları, insanın doğası ve etik değerleri sorgulayan derinlikli bir yaklaşım sergiler. Her bölüm, birer “emir” üzerinden ilerler ve farklı karakterlerin karşılaştığı zorlu yaşam durumlarını işler. Kieślowski, bu (seri) eserinde insanların karşı karşıya kaldığı ahlaki zorlukları, tercihleri ve sonuçlarını göstererek izleyicileri düşünmeye ve sorgulamaya yönlendirir. Öte yandan “The Decalogue”, hem anlatısal hem de görsel açıdan büyük bir ustalıkla kurgulanmasıyla bilinir. Kieślowski, her bölümde karakterlerin iç dünyalarını ve karmaşık duygusal durumlarını incelemek için detaylı bir çalışma yapmıştır. Filmdeki atmosferik görüntüler, ince ayrıntılar ve sembolik anlatım, izleyicilere derin bir deneyim sunar. Dekalog, Kieślowski’nin sinematografik yeteneklerini ve hikâye anlatma becerisini gözler önüne serer. Onun yönetmenlik tarzı, detaylara odaklanma, sessizlikten gelen anlamı yakalama ve karakterler arasındaki ilişkileri derinlemesine keşfetme üzerine kuruludur. Aynı zamanda, Kieślowski’nin “The Decalogue” ile ortaya koyduğu estetik ve felsefi yaklaşım, onu çağdaş sinemanın önemli isimlerinden biri haline getirir.

Tarihin en büyük sinema eserlerinden biri olan bu filmler yönetmenini de tarihin en büyük yönetmenlerin biri yapmıştır!

Tamam Christopher Nolan’ın üçlemesi büyük ustanın Dekalog’u kadar değildir belki ama, sair süper kahraman filmlerindeki gibi bir-iki-üç şeklinde isim almazlar. Ünlü yönetmen Hitchcoock belki de bu yüzden “Bir filmin isminde bir numara varsa, çöpe atınız” der. Elbette bu yargıyı kıran örnekler de yok değildir. 

Esasen bir seri film ile, devam filmi arasında dağlar kadar fark vardır. Üçleme, beşleme, yedileme ve hatta onlama… Bunların hepsi, edebiyatta ve özellikle sinemada vardır. 

Üçleme (trilogy), üç ayrı eserden oluşan bir seri anlamına gelir. Bu eserler genellikle birbirleriyle bağlantılıdır ve ortak bir tema, karakterler veya olay örgüsü üzerinde odaklanır. Örneğin, “The Lord of the Rings” (Yüzüklerin Efendisi) üçlemesi, J.R.R. Tolkien’in üç kitaptan oluşan epik fantastik serisidir.

Beşleme (pentalogy), beş ayrı eserden oluşan bir seri anlamına gelir. Bu tür serilerde de genellikle ortak bir tema veya karakterler bulunur. Örneğin, “The Hitchhiker’s Guide to the Galaxy” (Otostopçunun Galaksi Rehberi) beşlemesi, Douglas Adams’ın bilim kurgu serisidir.

 Yedileme (heptalogy), yedi ayrı eserden oluşan bir seri anlamına gelir. Bu tür serilerde de genellikle bir tema veya karakterler birbirleriyle bağlantılıdır. “Harry Potter” serisi, J.K. Rowling’in yedilemesi olarak bilinen serinin bir örneğidir.

Onlama (decalogue)’ ise biraz önce anlattık zaten. 

Batman Begins, Christopher Nolan’ın yönettiği üçlemenin ilk filmidir. Daha sonra “The Dark Knight” (2008) ve “The Dark Knight Rises” (2012) filmleriyle devam eden bu üçleme, Batman’in efsanevi hikayesini anlatır. Film üçlemenin temelini oluşturur ve karakterlerin gelişimini, Gotham City’nin evrimini ve Batman’in karşılaştığı zorlukları anlatır. Üçleme, süper kahraman sinemasında önemli bir yer edinir ve popüler kültürde büyük bir etki bırakır. Bu perspektiften bakıldığında Batman Begins bir rekonstrüksiyon yani bozup/tekrar yapma filmidir de. Serinin ondan sonraki bölümler, ilk filmdeki atmosferin, mekanların ve kavramların üzerine inşa edilmiştir. 

Yenilikçi ve farklı bakış açılı senaryo

Batman Begins, Batman’in köken hikayesini yeniden canlandırırken, seyircilere daha önce görülmemiş bir bakış açısı sunar. Bruce Wayne’in ebeveynlerinin ölümü, onun adalet arayışı ve süper kahraman kimliğine dönüşümü gibi önemli olaylar detaylı bir şekilde anlatılır. Bu yaklaşım, Batman karakterini daha insani ve derinlikli bir şekilde yansıtır.

Mana, yani anlam peşinde koşmayı bir an için bile elden bırakmayan Nolan, aksiyonu adeta bir katalizör gibi kullanır kullanmasına fakat onun filmleri görsel tasarım ve sinematografi açısından dikkate değerdir. Wally Pfister’ın yönetmenlik yaptığı Batman Başlıyor’da, karanlık ve atmosferik bir estetik tercih edilir. Gotham City’nin çarpıcı görüntüleri, gölgelerle oynama ve yüksek kontrast kullanımıyla filmi görsel olarak etkileyici kılar. Sinematografi, gerilimi artıran dinamik kamera hareketleri ve çekim açılarıyla desteklenir.

Kuyu/Mağaradan gökdelen tepesine giden bir yolculuk…

Christopher Nolan sadece baş karakterinin değil, hikâyede daha az ağırlıklı rolü bulunan karakterlere de gerekli önemi verir özel diyalog ya da sahnelerle bu karakterleri derinleştirir. Bruce Wayne’in Alfred, Jim Gordon ve Lucius Fox gibi önemli figürlerle olan ilişkileri, onun gelişiminde ve Batman olarak başarısında kritik bir rol oynuyor. Ayrıca, antagonistle olan karşılaşmaları ve etkileşimleri de karakterlerin zenginliğini artırıyor.

Birkaç yazı sonra (umarım) sanat ve kötülük bahsinde ayrıntılı ele alacağız ama şurasını unutmamak gerekir: Bir filmin tadını, lezzetini ve hazzını sadece kahramanın iyiliği vermez, aynı derecede kötü kahramanların inşasındaki başarılar da önemli rol oynar. Şöyle demek mümkündür. İyi filmler çok iyi kötü kahramanların sırtında yükselir. Bir filmdeki kötü karakteriniz ne kadar iyi inşa edilmişse film o kadar kıymetli olur ve değer kazanır. 

Eşsiz Kötü Karakterler

Film, ikonik Batman kötü karakterlerini de etkileyici bir şekilde sunarken, Ra’s al Ghul rolünde Liam Neeson, kurnazlığı ve gizemiyle dikkat çekerken, Scarecrow rolünde Cillian Murphy, korku dağıtmak için kullandığı kimyasal bir madde ile tehditkâr bir performans sergiliyor. Tüm bu kötü karakterler, biraz önce belirttiğimiz ve ilerde daha ayrıntılı ele alacağımız gibi, iyi kahramanın önündeki engellerin zorluğunu artırmakla beraber mücadelesini de yüceltiyor!

Batman Begins ise eşit derecede derecelenmiş ve ilginç ve tamamen farklı iki kötü adama sahip. Hem Cillian Murphy’nin The Scarecrow’u hem de Liam Neeson’un Ra’s Al Ghul’u, Bruce’a farklı şekillerde meydan okuyor. İkisi de diğerini gölgede bırakmıyor ve ikisi de filmin olay örgüsüne, sanki onu geçiyormuş gibi hissetmeden hizmet ediyor.

Şimdilerde arayıp bulamadım ama Dark Knight serisi vizyona girdiğinde bir Amerikan gazetesinde şöyle bir yoruma denk gelmiştim: “Kara Şövalye harika bir kötü adamın yer aldığı sağlam bir film. Batman Başlıyor, bir çift sağlam kötü adamın yer aldığı harika bir film!”

Pek çok film gibi süper kahraman filmleri de, bir süper kahraman filmi ve aynı zamanda bir bilimkurgu westerni olan Logan gibi, birden fazla türü bir araya getirdiğinde en iyi hallerini alırlar. Bu da Batman Begins’i bir çizgi roman filmi olmanın ötesine taşıyor. Nolan’ın dokunuşlarıyla Batman Başlıyor sıradan süper kahraman filminin çok ötesine geçiyor. Bununla birlikte, Kara Şövalye bir polisiye gerilim filmi, ayakları yere basan ve gerçek dünya hissi veren bir film tadı barındırıyor. Batman Başlıyor, karakterinin sorunlu başlangıcını daha çok anımsatan daha karanlık, daha cesur bir korku hikayesi aynı zamanda. 

Batman Başlıyor’da Batman, kabaca kümeleyecek olursak Freddy, Jason veya Alien’ın Xenomorph’u gibi ele alınıyor. Gizli yerlerden aniden görünür oluyor, dehşete düşmüş suçluları yakalıyor ve onlarla birlikte karanlığın içinde kayboluyor. Ve en önemlisi kendi ahlakı ve etik değerleriyle sürekli boğuşuyor. Terör ve korkuya yapılan bu odaklanma, karaktere hem ton hem de tema olarak mükemmel bir şekilde oturuyor.

Açık söyleyeyim Memento’nun başarısı, Following ile beraber Nolan’ın üzerine yapışan, puzzle ve ters kronoloji meselesinin Batman’da abartılacağından korkmuştuk. Christopher Nolan, popüler kültürün bir kahramanını çektiğinin farkında olarak, anlatımı zorlaştırıp, karmaşıklaştırmıyor Batman Begins’te. Gereksiz karmaşa olmadığı gibi, sair süper kahraman filmlerinde olduğu gibi salt olay örgüsü üzerinden yürümüyor. 

Pek çok süper kahramanı beyazperdede görmemizi yüksek teknolojiye borçluyuz. Elbette görsel efekt gerçeğini kimse inkâr edemez. CGI çizgi karakterleri ve maceraları anlatan filmlerin temelini oluşturur, bu da bir gerçek. Ancak Batman Begins, bunun dibini yakan filmlerden değil. Yokluktan ya da yapamadıklarından değil, zorunlu olmadıkça yapmadıklarından kaynaklanıyor diye düşünmekteyim. 

Kavramlar… Kavramlar…

Christopher Nolan’ın sinema macerası bir entelektüelin zihinsel seyahatidir aynı zamanda. Her filmiyle beraber biraz daha kendini geliştiren Nolan, bilgiye dayalı birikimi ile farklı bakış açısını birleştirerek film çekiyordu. Şanslıydı çünkü Jonathan gibi ufku leb-i derya bir kardeşe sahipti ve şanslıydı Emma gibi, tuttuğunu koparan bir eşi vardı. 

Nolan’ın filmlerine baktığımızda onlarca, hatta yüzlerce kavram için başlıklar açmak mümkündür. Ancak Batman Begins özelinde incelediğimizde bazı kavramların ön planda olduğu görülür. 

Batman Trilojisinin bariz kavramı şüphesiz adalettir.  

Hikaye macera perspektifinden bakıldığında bir intikam öyküsüdür ama meselenin derinlerine inildiğinde aranılan kavramın adalet olduğunu anlamak hiç de zor olmaz.  Bruce Wayne, ailesinin ölümünden sonra adaleti sağlama arayışına girer ve Gotham City’deki yolsuzluğa karşı mücadele etmek için Batman kimliğini benimser. 

Hatırlayın William Wallace’ı…

Karısının intikamı için çıktığı yolda tribün kabadayılığından bir savaşçıya dönüşmüş ve özgürlük/adalet gibi ulvi kavramlar için savaşmaya başlamıştı. 

Batman’in hikayesi de çok farklı değildir. Özelde ebeveyninin katillerinden intikam almak isteyen Bruce Wayne hazır eli değmişken yaşadığı dünyaya adalet getirmeye de azmeder. 

Filmde, adaletin, toplumun düzenini ve insanların güvenini sağlama konusunda hayati bir rol oynadığı vurgulanır.

Bunu bir Batman filmi için yazacağımı hiç düşünmemiştim ama Batman Begins duygu yüklü bir filmdir. 

İsterseniz Batman Begins’teki temel kavramları incelemeye bir sonraki yazıda devam edelim. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin