YORUM | M. NEDİM HAZAR
Baştan söyleyeyim tahmininizden çok daha uzun bir yazıyı okumaya başlamış bulunuyorsunuz.
Aslında bu durum benim de planladığım bir şey değildi.
Yazı çok enteresan bir eylem. Bazen zihnimde saatler hatta günler boyu tasarladığım halde yazının başına geçtiğimde yazı elimden tutup bambaşka dünyalara, hatta çoğu kez yazıdan önce aklımın ucundan geçmeyen vadilere uzanabiliyor insan.
Dün de böyle bir şey yaşadım.
Malum; mübarek Ramazan ayı vesilesiyle siyasetin günlük sığlığı ve sosyal medyası sürüsüne bereket boş beleş şahısların gündelik yalapşaplıklarıyla kıymetli vaktinizi almak istemiyorum.
Bu vesileyle Pazar günü bilgisayar başına oturup, kitap ve film hakkında bir makale yazmaya niyetlendim.
Şu değildi niyetim: Sinemaya uyarlanan kitaplar hakkında yazı.
Ya da; kitaplardan uyarlanan filmler hakkında yazı..
Hayır bu ikisi de değildi.
İçinde kitap geçen filmleri yazmaya niyetliydim.
Gerçi günün sonunda yazdım ama okuduğunuz bu yazı, o değil.
Belki daha sonra.
Yazı elimden tuttu ve asla tahmin bile edemeyeceğim yerlere götürdü.
Girişi uzatmak niyetinde değilim.
Ünlü yönetmen Alfred Hitchcock “film ayrıdır, kitap ayrı. Herhangi bir kitap ile onun film uyarlamasını karşılaştırmak yanlıştır. Ben kitabı alır, okur ve kapağını kapatıp bağımsız senaryosunu yazarım” der.
Öyle filmler vardır ki, kitabın kalitesini çok çok aşmıştır.
Eserleri sinemaya belki de en çok uyarlanan popüler yazar Stephen King, ünlü yönetmen Stanley Kubrick’in uyarladığı Shining filminin –affedersiniz- içine ettiğini ileri sürmüştü. Oysa Shining bugün bile hala tam olarak çözülemeyen binbir katmanlı filmlerdendir.
Nitekim King, Kubrick’in filminden yıllar sonra çok daha büyük bütçeyle upuzun bir Shining filminin hep yapımcısı, hem senaristi, hem de gizli yönetmeni olarak aynı kitabı bir de kendisi uyarladı.
Uyarlama filmlerin daha fazlası için şu listeye bakabilirsiniz.
İşte bu yazımıza konu alan Shining filmine takılıp kalmam da bu sebeple oldu.
İki bölüm sürecek bu yazıda kitapları tamı tamına 325 kere filme uyarlanan meşhur yazar Stephen King’in en meşhur kitabı Shining’in iki versiyonundan bahsedeceğim.
İlki, sinemanın ayrıksı yönetmeni Stanley Kubrick’in 1980 yılında çektiği The Shning, ikincisi ise, ilk uyarlamayı beğenmeyen eser sahibi Stephen King’in parayı bastırıp çektirdiği (ve elbette yazımından yönetimine kadar her şeye müdahale ettiği) ve iki Emmy ödülü almış 1997 yapımı The Shining.
Aynı esere dayanmasına rağmen sanatın nasıl muazzam farklılaşabileceğinin göstergesi iki film.
Bu ilk yazıda 1980 yapımı The Shining’i inceleyeceğiz.
Genç sinemacılar için ciddi ve benzersiz bir ders kitabı niteliğinde olan ‘Sinema ve Ben’inde, Polonyalı yönetmen Andrzej Wajda, çok enteresan bir hatırasını nakleder. Usta yönetmen tiyatro turnesindeyken, sahnelenen oyun esnasında çocukların kovaladığı tavuğun kulisten sahneye fırlaması, özellikle eleştirmenler tarafından farklı anlamlar yüklenerek yorumlanır. Öyle ki, artık oyunun her sahnelenişinde sahneye bir tavuk fırlatmak zorunda kalırlar. Zira tavuk, işin ehli tarafından özgürlüğün sembolü kartalın gökyüzünden süzülüşü olarak yorumlanmıştır! Keza ünlü Rus usta Andrei Tarkovsky, hatıralarında bir akademisyenin kendisine yazdığı mektuptan bahseder. Entelektüel kadın, Tarkovsky’nin bir sahnesini öyle enteresan yorumlamıştır ki ünlü usta, “Oysa öyle bir şey aklımın ucundan bile geçmemişti.” der.
Bir örnek de bizden. Nuri Bilge Ceylan anlatıyor: “Bazen hayret ediyorum. Mesela Uzak’taki bir sahneyi, yabancı eleştirmenler dahil herkes niyetlerimden farklı okudu. Ben de tekrar tekrar baktım sahneye ve öyle okunmasının sebebini anlayamadım. Herkes adamın Tarkovsky izlemesini taşradan gelen akrabasını uyutmak için bir numara olarak algıladı. Bu bana çok saçma geliyor, hayatta karşılığı yok böyle bir şeyin. Hâlbuki adam arkadaşlarının evinden dönüyor; orada aşağılanmış, suçlanmış, denmiş ki ‘sen ideallerinden vazgeçtin’ vs. O konuşmaların etkisiyle, idealleriyle yeniden ilişki kurmayı deniyor. Bu amaçla Tarkovsky seyrediyor.”
Film okuması yaptığımız dostlarımızla, Tom Tykwer’ın enerji dolu filmi ‘Lola Rennt-Koş Lola’yı (1998) izlerken kumarhane sahnesindeki bir ayrıntı dikkatimizi çekti. Sahnedeki oyuncuların sırtı kameraya dönükken, duvarda asılı duran bir kadın resminde, portresi değil, amorsu çiziliydi. O an için izleyen herkes, sahnenin ruhuna uygun (haksızlığı protesto amacıyla yüzünü dönme) ve müthiş bir buluş olarak düşündü. Ancak gerçek öyle değildi. Yönetmen, kumarhane duvarına asılması için set ressamından Kim Novak’ın “Vertigo” (1958) filmindeki görüntüsünü çizmesini istemiş ancak ressam, Novak’ın filmde nasıl göründüğünü hatırlayamayınca onu kısa bir süre içinde ensesinden çizmişti. Yönetmenin aklına gelmeyen bir yorumu biz izleyici olarak yapmış, filme anlam ve katman kazandırmıştık!
Sanat eseri böyle bir şeydi işte. Kimi zaman sanatçıyı bile aşan bir derinlik ve genişlik. Il Postino’da (1994) Pablo Neruda’ya atfedilen şu enfes cümleye bakın: “Şiir onu yazana değil, ona ihtiyacı olana aittir.” Belki de sadece şiire ait değildir bu mülkiyet meselesi. Resme, müziğe, romana ve hatta filme. Bazı filmlerin kaderi öyle enteresandır ki, artık yönetmenin kontrolünden çıkıp, seyircinin malı, hatta sağından solundan çekiştirip, belki bağlamından bile kopardığı malzemesine dönüşür. Stanley Kubrick’in 1980 yılında çektiği Stephen King’in ünlü romanının uyarlaması The Shining, sinema tarihinin en çok konuşulan, tartışılan ve anlam üretilen filmlerinden biridir. Türkçeye ‘Cinnet’ adıyla çevrilen (romanı ‘Medyum’ adıyla çevrilmişti) film, yıllar geçtikçe o kadar ilgi çekti ki, artık sadece bir sanat eseri olarak değil, en yenilir yutulur olmayan komploların temel malzemelerinden biri oldu. Derinlerinde bir alt metinden ziyade bambaşka bir hikâye olduğuna inanan hiç de azımsanmayacak bir kesim var. Üstelik epey çalışkan ve üretken bir kesim bu. Hiç üşenmeden yüzlerce kez kare kare filmi inceleyerek, aklın ve hayalin sınırlarında gezinerek filme belki de yönetmenin havsalasının epey uzağında pek çok anlam yükleyenler.
Stanley Kubrick, küçükken babasının hediye ettiği bir fotoğraf makinesiyle (bu nedenle çocuklarımıza vereceğimiz armağanlara dikkat etmek lazım) çektiği fotoğrafları, az bir paraya da olsa New York Daily’e satmıştı. Belki çok para kazanamadı ama bu satış onun sonraki 4 yıl boyunca Look Dergisi’nde fotoğrafçı olarak çalışmasını sağlamıştı. Sinemaya merakı ise evlendikten sonra müdavimi olduğu Museum Of Modern Art’taki tüm filmleri takip etmeye başlamasıyla oluşmuştu. Filmlerindeki alan derinliğine olan hakimiyeti de fotoğraf sanatıyla olan bu yakın ilişkisinden gelir.
1951 yılında ilk filmini çekmeyi düşünürken evliliği iyi gitmemeye başlamıştı. Sonunda eşi Toba Metz, artık dayanamadı ve 3 yıllık evlilik sonunda boşandılar. İlk filmi de 9 dakikalık bir belgeseldi ve sadece bin 500 dolara mal olmuştu. Aynı yıl çektiği 16 dakikalık ikinci belgeseli Day Of The Fight ilkine göre daha eli yüzü düzgün bir işti.
1953 yılında eş/dosttan topladığı parayla 33 bin dolar bütçeli ilk filmi olan Fear and Desire’ı çekti. İlk kez dramayı denemişti Kubrick ve sonuç onu hiç memnun etmemiş olmalı ki, hoşnutsuzluğunu her fırsatta dile getirip, nihayetinde filmin tüm kopyalarını piyasadan toplamıştı. Bırakınız izlenmesini, adından bile bahsedilmesini istemiyordu genç yönetmen. Kariyerinin ileriki yıllarında onun bu mükemmeliyetçi tavrı daha da tebarüz edecekti. ‘Orta şekerli’ kıvamındaki ikinci draması ‘Killer Kiss’ (1955) her ne kadar onun yeteneği hakkında fikir oluşturmaya başlasa da, kısıtlı bütçesi (70 bin dolar) ve kısa süresi (67 dk) tam olarak bir sinema filmi formunu yakalamasına engeldi. Ve esas başyapıt tadında olan ilk filmi The Killing geldiğinde tarih 1956’ydı. İlk kez profesyonel oyuncu ve teknik kadroyla çalışmıştı Kubrick. Ancak daha önemlisi, eleştirmenler, filmindeki entelektüel derinliği hemen fark etmişlerdi.
Ustalığını perçinleyen iki film; Paths of Glory (1957) ve Spartacus (1960) ile marka isim oldu. Özellikle BAFTA adayı da olan Zafer Yolları, dikkat çekmişti ama filmi sert şekilde eleştirenler de az değildi. Kubrick’e göre sinema, entelektüel bir üretimdi. “Bir insan düşünebiliyor ve okuyorsa film de çekebilir.” iddiasındaydı. Bu ‘farklı’ adam ilginçliğini daha o dönem ortaya koymaya başlamış, bu konuda çıkan bir/iki eleştiriye içerlemiş ve kendisine gelen röportaj tekliflerine, kendi hazırladığı metinleri vererek tepki koymuştu. Şöyle diyordu: “Röportaj vermek yerine, sorulması muhtemel soruların cevaplarını yazıp, gönderiyorum. Çünkü röportaj verdiğimde asla söylemek istediğim yayınlanmayacak, medyanın merceği altında olan herkes bir şekilde yanlış anlaşılıyor. Bunun yerine onlara direkt cevapları veriyorum, onlar da cevaplarıma bakıp dilediği gibi soru hazırlayabiliyorlar.”
Spartacus ise 12 milyon dolar bütçesiyle en pahalı filmi olmuştu. Film, ‘En İyi Kostüm’, ‘En İyi Dekor’, ‘En İyi Görüntü Yönetimi’ ve ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ dallarında olmak üzere toplam dört dalda Oscar Ödülü kazanan ve ‘En İyi Müzik’ ve ‘En İyi Düzenleme’ dalında Oscar adaylığı bulunan başarılı bir kahramanlık öyküsüydü. Lolita (1962) ve muazzam bir satirik komedi Dr. Strangelove (1964) ince işçilikleri, kolay ulaşılır olmayan entelektüel sembolizmi ve teknik kusursuzluklarıyla Kubrick’i ‘auteur’ yapmaya yetmişti. Ve kendisinin de memnun olduğu, çoğu kişi tarafından filmografisinin zirvesi sayılan 2001: A Space Odyssey’i çektiğinde yıl 1968 olmuştu. Arthur C. Clarke’ın ‘Sentinel’ isimli hikâyesinden yine yazar ile beraber senaryolaştırılan film, genel anlamda sinema algı ve anlatımına da bambaşka bir bakış açısı getirmişti. 2001: A Space Odyssey, iç içe geçmiş pek çok tematik unsuru işlerken, sinemanın o güne kadar pek umursamadığı bilimsel gerçekliği ön planda tutuyor, görsel efektleri ile şaşırtıyordu. Ancak özellikle gerçeküstü betimlemeler ve provokatif belirsizlikler 2001: A Space Odyssey’i sinema tarihinde nadide bir yere oturtuyordu. Filmde, o güne kadar süregelen anlatım tekniği yerine bambaşka bir stilizasyon da ortaya koyuyordu. Sesten çok müziğin, diyalogdan çok oyunun ön planda olduğu bir filmdi. Ve ‘En İyi Görsel Efekt’ dalında Oscar Ödülü kazandı. Enteresan bir ayrıntı, filmden bir yıl sonra Amerikalılar uzaya çıkıyor ve yolculuk sonrasında Neil Armstrong’un dünyaya gösterdiği görüntüler ile Kubrick’in filmi arasında müthiş benzerlikler bulunuyordu. Zaten birazdan ele alacağımız The Shining’in başına ne geldiyse de bu benzerliklerden dolayı gelmişti!
Belki de en provokatif filmi olan A Clockwork Orange (1971) Kubrick sinemasının tüm rahatsız ediciliğini barındırır. Köylülükten kentleşmeye geçen Britanya’nın şehirli kapitalizmi ve ahlakî yozlaşmanın iç içe geçtiğini bir çetenin maceralarıyla ele alan film, erozyona uğrayan değer yargılarının iyi ve kötüyü nasıl ayırt edilmez hale getirdiğini anlatıyordu. Fıtrat ile sosyal kuralların temel çatışmasıydı Otomatik Portakal. Bir sonraki filmi Barry London (1975) bu kez Avrupa soyluluğuna vuruyordu peliküler çekicini Kubrick. Fransız Devrimi öncesinde Avrupa aristokrasisinin amaçsız yaşam tarzlarına, yapay değer yargılarına ve yozlaşmış ahlâk anlayışlarına eleştirel bir bakış atarken, hırslı serüvenci Barry Lyndon’un kişiliğinde, ileride ortaya çıkacak ve aristokrasinin yerini alacak olan fırsatçı bir yeni sınıfın, yani burjuvazinin haberini vermektedir. Bu derinliği muazzam görsel anlatım, dekor, aksesuar ve kostümle destekliyordu usta yönetmen.
Bu arada bir parantez açalım; Kubrick, Franz Kafka, Elmore Leonard, Stephen King gibi isimleri okumayı seviyor, C. Saura, W. Allen, Fellini, Hitchcock, E. Kazan ve H. P. Lovecraft gibi sinemacıları yakından takip ediyordu.
Sonra 5 yıllık bir suskunluk gelmişti. O güne değin mizahtan tarihe, psikolojiden maceraya kadar pek çok türde film üreten Stanley Kubrick, yeni filmi için beğendiği yazar Stephen King’in çok satan kitabını tercih etmişti: The Shining… Mesleğinin zirvesinde bir oyuncu olan Jack Nicholson ile çalışma şansını yakalayan Kubrick, romandan farklı olarak karakterlere dokunuş yaptığı gibi, labirent gibi bazı romanda olmayan unsurları ekleyerek The Shining’i bambaşka noktalara taşımıştı.
King’in ‘medyum’ ismiyle dilimize çevrilen romanı, alkolizm sorunları ve sinirli yapısı yüzünden öğretmenlik işini kaybetmiş Jack Torrance’ın içkiye tövbe edip, aile hayatını tekrar düzene koymak ve yarım kalan kitabını tamamlamak adına dağ başındaki bir otelin bakıcılık işini kabul etmesiyle başlar. Kış aylarında müşterisi olmadığı için birkaç aylığına kapatılan bu ücra ama büyük lüks otelin bakıcılığını yaparken otelin karanlık geçmişiyle ilgili garip ve korkunç şeyler olmaya başlar. Kabul etmek lazım ki, Kubrick’in senaryosu kaba hatlarıyla King’in hikâyesiyle örtüşse de, ciddi dokunuşlar ve bazı temel farklılıklar içerir. İhtimal ki, Kubrick, romanı çok yüzeysel bulmuş ve meselenin psikolojik kökenine inerek öyküyü ve karakterleri derinleştirmiştir.
İtiraf etmek lazım ki, King’in eserindeki derinliksizlik Kubrick’in dokunuşlarıyla bambaşka bir kültü ortaya çıkarmıştı ama Stephen King bu dokunuşlardan asla memnun olmamış ve “Filmin, romanımla ilgisi yok.” demişti. Kubrick’in cevabı ise hazırdı: “Roman başka şeydir, film başka!” Bazı değişiklikler, sinir olunmayacak gibi değildi. Mesela, romandaki kırmızı Volkswagen, enteresan şekilde filmde sarı renkli olarak kullanılıyordu. Bir kırmızı VW de vardı ama kaza yapmış ve ‘pert’ şekilde yolda duruyordu! Olayın geçtiği oda numarası romanda ‘217’ iken filmde ‘237’ olmuştu. Kubrick bunu, “Otelciler öyle istedi.” diye açıkladıysa da, Dünya ile Ay arasındaki mesafenin 237 bin mil olduğu biliniyordu. Hele hele yönetmenin; “İnsanlar roman yazabilir, senfoni de besteleyebilir ama asıl önemli olan bir film çekebilmektir.” demeciyle tam sinir olan King, daha sonra romanı tekrar uyarlattı ama sonuç hayal kırıklığıydı.
Teknik açıdan Kubrick’i epey zorlayan bir film olmuştu Cinnet. Örneğin meşhur baltayla kapı kırma sahnesi tamı tamına 127 kez tekrar edilmişti. Kurguyu da defalarca değiştiren Kubrick’in filmi, dönemin tüm aceleci eleştirilere rağmen izlendikçe derinleşen bir yapıya sahipti. Her seyirde farklı bir anlam ve katmana ulaşan seyirci için giderek büyüyen bir kült olmuştu. Dile kolay; tam 400 bin metre negatif film (Safa Önal bir röportajında; ‘Yeşilçam’da bize en fazla 5 bin metre film verilirdi.’ demişti) harcanmıştı The Shining’te.
Yıllar sonra Toronto Film Festivali’nde konuşan yönetmen David Cronenberg, Kubrick’in korkunun doğasını anlamadığını söyleyecekti. Cronenberg, “Kubrick’in sinemada korkunun ne olduğunu anladığını, kendisinin ne yaptığını anladığını sanmıyorum. Romanda çarpıcı bulduğu birkaç kareyi topladı ve filme aktardı ama bunu gerçekten hissettiğine inanmıyorum.” dedi. Cronenberg, Kubrick’in kendi içinde çelişkili bir profil olduğunu belirterek, “Sinemanın en iyi yönetmenleri arasında gösterilse de ben onun ticarî fikirli bir yönetmen olduğunu düşünüyorum. Para kazanabileceği ve yükselebileceği projeler arıyordu. Finansmana takıntılıydı.” diye konuşacaktı. Keza yazar King, yine yıllar sonra BBC’ye konuşacak ve beyazperdeye uyarlanmış eserleri arasında nefretle andığı tek filmin ‘Cinnet / The Shining’ olduğunu belirtecekti.
Ancak adı üstünde bir ‘uyarlama’ olan film, anlatı odağındaki ciddi kaymalar ile oluşturduğu başarılı atmosfer ile izlendikçe değerlenen bir sanat eserine dönüşüyordu. Bugün bile gerilim/korku örneklerinin en tepesinde yer alan The Shining, derisi kırk kat bir yılan gibi, soyuldukça altından başka ilginçlikler çıkan yapısı ve her izleyişte yaşattığı farklı deneyimlerle üzerine kalem oynatmaya değer görülür.
Filmin temel özelliği korku türünün en ‘tutan’ unsurlarından olan ‘mekân’ ile olan ilişkisi. Ki sinema, bidayetinden beri ‘korkular ve mekân’ damarını hep kullanmıştı. Bir çırpıda ‘cabin fever’ olarak kümelenebilecek filmleri sıralarsak; The Old Dark House (1932), Rebecca (1940), House Of Wax (1953), House On Haunted Hill (1959), The Innocents (1961), The Haunting (1963), The House Of Seven Corpses (1974), Burnt Offerings (1976), The Amityville Horror (1979), House (1986), The Others (2001) hepsi, kapalı mekânda sıkışıp kalan insanın korkuları üzerineydi. The Shining, gotik devasa şatoyu andıran Overlook Oteli’nin boş koridor, dehliz ve odalarında geçiyordu. Her şey devasaydı; şömine, masa, merdivenler, yüksek tavanlar… Bir otel lobisi kadar, bir uzay üssü tekinsizliği vardır Overlook Oteli’nde. Kubrick, bununla yetinmemiş, kızının çizdiği bahçedeki devasa labirent ile klostrofobi hissini açık havaya bile taşımayı başarmıştı üstelik.
Görünür tarafıyla sıradan bir aile dramı gibi görünen öykü, alt metin olarak yeni kıtanın kurulmasına dair de imgeler barındırır. Nitekim bu kısmı filmin henüz başındaki bilgi içeren diyaloglarında (örneğin müdürün oteli tanıttığı bölümde) açıklıkla izah da edilir. Otelin bir Kızılderili mezarlığı üzerine inşa edilmesi, lanetlenmiş beyaz adama dair mebzul miktarda ipucu barındırır ve bu his halılardan süslemelere, tablolardan biblolara kadar sinen motifleriyle bir ‘soykırım’ hissini güçlendirir.
Hamburger yiyip, kola içen beyaz Amerikalı, yerli sınıfın lanetine müstahaktır! Keza, karlı havada labirentte ayak izlerini kaybetmek isteyen çocuğun tekniği yine yerlilere aittir. Böyle onlarca gizli/aleni gönderme barındıran The Shining, zamanla öylesine metazorik yorumlara muhatap olmuştur ki, kastı aşan onlarca çıkarsama yapmıştır izleyici. Basit bir devamlılık ve bağlantı hatasında bile ayrı bir niyet ve anlam aranmış, Torrence’in avına benzer bir ava çıkılmıştır filmle ilgili.
F. Dostoyevski, “Bir insan umudunu yitirir ve amaçsız kalırsa, sırf can sıkıntısı bile onu bir hayvana çevirebilir.” diyor. Sadece basit bir ‘durum’un tetiklediği savrulmayla izah edilebilecek olan film, Kubrick’in uzay takıntısı da bilindiğinden dolayı akıl almaz yorumların da muhatabı olmuştur. Bisiklet metaforunu, Ay’a inen Apollo 11 ile bütünleştirmek elbette akıl dışı olamaz. Zira Kubrick, küçük çocuğa giydirdiği Apollo 11 kazağıyla bu algıyı kolaylaştırmış ve bizatihi bisikleti de bu kolaylaştırıcılığa harika bir buluş olarak katkıda bulunmuştur. Küçük çocuğun bisikletle yaptığı üç katta üç ayrı tur, Ay’da gezi yapan keşif aracı gibi de algılanabilir belki ama daha çok gerçeklik hissini pekiştirmek ve izleyici ile mekân arasındaki mesafeyi azaltmak için kullanılmıştır. Otelin bitimsizliği ile uzayın sonsuzluk algısı güçlendirilmek istenir şüphesiz. Öte yandan bisikletin her turu, otelin mimarî gerçekliğine dair bir bilinçaltı oluştururken, hikâyenin geçeceği mekâna dair sahici imler de vurur.
Kubrick’in kullandığı bir diğer yöntem ise diyaloglara ve görüntülere sızan masallardır. Hansel ve Gratel’den, Üç Küçük Domuz ve Kırmızı Başlıklı Kız’a kadar pek çok masalı kullanır Kubrick. Son tahlilde, izleyiciye net bir şey söylemez yönetmen. Yaşananlar gerçek de olabilir, kahramanın zihninden ürettiği faraziyeler de. Şu gerçeği aklımızın bir yerinde hep tutmalıyız; Kubrick’in kariyeri boyunca çektiği 13 filmi tarihsel savaş konularından, gelecekte geçen uzay araştırmalarına kadar birçok konuda olmasına rağmen, hepsinin ortak teması bir kişinin kendini genel kurallardan arındırması ve toplumun dışına çıkmasıdır. İnsanî olandan uzaklaşma ve yabancılaşma Kubrick filmlerinin temel temalardan bazılarıdır.
Sinemanın gördüğü en zeki insanlardan biri olan Stanley Kubrick’in bu hinlik ve cinlikleri zamanla kastı aşan yorumlara muhatap olmuş ve filmleri adeta didik didik edilmiştir. Şüphesiz bu alandaki birincilik The Shining’indir. Filmle ilgili komplo teorileri içeren belgesellerin süresi filmin uzunluğundan fazladır. Filmdeki her rakamı, kelimeyi kırk dereden kırk kova su getirerek bambaşka şekilde yorumlayan sinefiller, filmi ters çevirip izlemekten tersyüz edip incelemeye, otelin krokilerini üç boyutlu çizmekten filmin bütün aksesuarlarının şekil ve üzerindeki yazılara kadar didik didik etmiş ve akıl almaz sonuçlara ulaşmışlardır. Ancak şurası bir gerçektir ki; ister sinsi bir komplonun şeytanî uygulayıcısı olsun, ister yaşadığı çağı aşan sinema dilini teknik ve estetik açıdan yakalayan dahi bir yönetmen. Stanley Kubrick, hemen her filmiyle, ama ille de The Shining ile en çok konuşulan yönetmenler listesinin hep başında olacaktır. Geri kalanı izleyenin kapasitesiyle ilgili bir şey olsa gerektir.
“Bazen sanatçı, izleyicisine duymak istemediği şeyleri de söylemek zorunda kalır.” diyor Wajda ama çoğu zaman izleyicinin duymak ve görmek istediği şeyi gördüğünü de eklemiyor ne yazık ki!
Bir sonraki yazıda, aynı kitabın ikinci uyarlamasına bakacağız.
Teşekkürler…