Yorum | Ahmet Kurucan
Geçen haftaki yazımın son cümlesi şuydu: “Giriş sayılabilecek ama mevzunun net bir şekilde anlaşılması için zaruri gördüğümüz bu kısa izahlardan sonra hayatın tabii akışı içinde cihad ile alakalı nazil olan Kur’an ayetlerine bakalım.” Oradan devam ediyorum. Ama hemen bir hatırlatmada bulunayım; malum askeri manadaki cihaddan, düşmanlarla yaka-paça olma mücadele etme, savaş etme manasındaki cihadı ele alıyorduk.
İçinde cihad veya yücehidi, tücehidu, cehid, cehiduu, cehd, cühd, mücahidun, mücahidin gibi ce-he-de kökünden türemiş kelimelerin geçmiş olduğu ayetlerden bahsediyoruz. Nasıl bir metod izleyeceğiz bu ayetleri doğru anlamak için? Nüzul sıralaması ve nüzul sebeplerine bakacağız. Bunda hiç şüphe yok. Sözünü ettiğimiz sebepleri ve iniş zamanlarını bilmedikten sonra yapılacak her anlam çalışması geçen hafta ısrarla altını çizdiğimiz anlam kaymasının ana nedenini oluşturur. Madem ki Allah bu ayetlerle nüzul dönemindeki hadiselere müdahale etmiştir, öyleyse İlahi iradenin önce ne dediğine -ne kastettiğini demiyorum ve bu önemli ayrımın altını ısrarla çiziyorum- bakmak onu bilmek zorundayız. Zira İlahi iradenin ne dediğini bilmeden ne demek istediğini bilemeyiz. Bunun için de hadis-tarih, siyer, megazi adını verdiğimiz İslami ilimlerde bilgilere vakıf olmak zorundayız. Bunlar olmadan Kur’an ne tefsir edilebilir ne de te’vil.
özün burasında müstakil bir yazının konusu olabilecek bir hususa yeri gelmişken vurgu yapayım. Ayetleri doğru anlamak için sadece nüzul sebebi ve sıralamasını bilmek yetmez. Tefsir kitaplarımızın özellikle rivayet tefsirlerinin bir çoğu nüzul sebebi bilinen ayetlerde o hadiseleri anlatır ama arka plan bilgisi çok vermezler. Belki aynı veya benzeri şartların hakim olduğu coğrafyada yaşandığından dolayı bilindiğini farz edip sözü uzatmak istemediği için bilemem ama bildiğim şu, sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik vb. hususları gözler önüne seren arka plan yani bağlam bilgisi en azından sebebi nüzul sebebi bilgisi kadar hatta ondan daha önemlidir. Çünkü ayet o zeminde o şartlar altında cereyan eden hadiseye atıfta bulunmakta, onu ele almakta, ona çözüm önerisi getirmekte veya emir vermekte ya da yasaklamada bulunmaktadır. Bu açıdan İslam öncesi Arap toplumu bütün yönleri ile bilmek mecburiyetindeyiz. O dönemi “cahiliye” diyerek bir kenara itmek aslında bindiğimiz dalı kesmek manasına gelir. İslam’ı yüceltmek için genellemeci yaklaşımlarla cahiliyeyi kötüleme çok doğru bir yaklaşım değildir. Onun için yukarıda hadis, tarih, siyer ve megazi vb ilimlerin verileri olmadan Kur’an tefsir ve te’vil edilemez dedim. Edilirse, bağlamlarından kopuk yorumlamalar bizi İlahi maksadın dışına sürükleyebilir.
Ayetlerin ne dediğini anladıktan sonra ne demek istediğine, özellikle bize, günümüze ne demek istediğine sıra gelecek. Burada da müracaat edilecek ilk kaynak hiç şüphesiz Hz. Peygamber pratiği ve ardından tarih boyunca ulemanın yapmış olduğu yorumlar ve uygulamalardır. İlmi literatür içinde tek kelime ile ”gelenek” dediğimiz sahabeden günümüze kadar bu mesele nasıl anlaşılmış, uygulanmış, bu anlamlar etrafında hangi teoriler geliştirilmiş bunlara bakmak zorundayız.
Bu iki ana unsuru merkeze koyup literatüre baktığımızda ulemanın yaptığı çok farklı tasnifler görürüz fıkıh kitaplarımızda. Bana göre bu tasnifler içinde askeri bağlamdaki cihadı anlamak için en anlamlısı ‘İslam’da uluslar arası ilişkilerde esas olan barış mıdır savaş mıdır?’ sorusu etrafında şekillenen tasniftir. Uluslararası ilişkiler alanında bir teoriden mi söz ediyoruz diyebilirsiniz? Cevabım elbette evet. Böylesi bir teoriden söz ediyoruz. “Kutsal savaş, kesintisiz savaş, savunma savaşı, zimmi, harbi, darü’l harb, darü’l islam, darü’s sulh, darü’l eman, ehl-i harb, ehl-i bagy, hudne (geçici ateşkes anlaşması) cizye” kavramlarının hepsi de bu teorinin bir taraftan yapı taşlarını oluşturan diğer taraftan sonucunu ele veren kavramlardır. Daha da önemlisi bu teori/ler, Efendimiz (sas) ve sahabenin pratikleri üzerinde oluşan doktrin/ler etrafında şekillenmiştir.
Kabaca bir tasnifle iki görüş vardır erken dönem ulemanın oluşturduğu bu teorilerde; savaş ve barış. Baştan belirtelim, herkes kendi zamanının çocuğudur. Son tahlilde bir teoriden bahsediyoruz ve bu teoriyi üreten insan. Başka bir anlatımla eldeki verilerden hareketle üretilmiş beşeri bir düşünce. Dini literatürü kullanacak olursa içtihad. İşte kendi zamanının çocuğu olan ulema bu bağlamdaki görüşlerini ortaya koyarken içinde yaşamış oldukları dini, siyasi, kültürel, askeri, ekonomik vb. insan ve toplum hayatını, siyasi bir dil kullanacak olursak devleti kısa, orta ve uzun vadede etkileyecek her türlü vaki ve muhtemel gerçeklerden etkileniyor. Mesela, İslam’a göre uluslar arası ilişkilerinde hakim unsur savaştır diyenler –ki böyle diyenlerin başında İ.Şafii gelir- gayri müslimlerin topyekün Müslümanlara karşı bir cephe oluşturmasını ve Müslümanları yok etmek için sürekli savaş peşinde koşmalarını merkeze alıyor. Bu fiili durum dini kimliklerin ana unsur olduğu bir zeminle örtüşünce bir adım daha ileri gidiyor ve savaşın gerekçesini küfür yani iman etmemek, Müslüman olmamak olarak belirliyor. Hz. Peygamber müşriklerle anlaşma yapmış argümanını öne sürdüğünüz zaman, ona itiraz etmiyor ama bu defa da Hudeybiye sulhunun 10 yıllık süreyle yapılmasını delil göstererekten ‘barış anlaşması 10 yıldan fazla olamaz’ diyor. Başkaları bu düşünceyi daha ileri taşıyor ve diyorlar ki “İslam orduların savaşma kabiliyeti körelmemesi için darü’l harb’de yerini alan ülkelere 10 yılda bir savaş açılmalıdır.”
İşte bu arka plan şartları içinde oluşan savaş doktrini teorik planda sağlam temellere oturmak zorunda. Bu durumda akla gelen ilk kaynak elbette ve elbette Kur’an oluyor. Kur’an ayetleri bu bakış açısıyla tasnif ediliyor ve üretilmiş beşeri düşünce temellendirilmiş oluyor. Hemen akla gelebilecek “İyi ama Kur’an araçsallaştırılmış olmuyor mu? Bu o büyük imamlara büyük bir itham değil mi?” sorusuna cevap vereyim. Hayır; bir itham değil, aksine vakıayı tespit. Kendilerinin beyanlarından hareketle yapılmış olan tasnifi okuyunca siz de hak vereceksiniz. “Kur’an araçsallaştırılmış olmuyor mu?” sorusuna cevabım ise hem hayır hem evet. Hayır; çünkü fiili durum bakış açısını ve metodolojiyi belirliyor. Hz. Peygamber hayatındaki pratik de ayetlerin nüzul sıralaması ile örtüşünce ortaya bu sonuç çıkıyor. Evet; teoriyi desteklemek için zaman zaman ayetler bağlamlarından kopuk ele alınabiliyor. Sebeb-i nüzul unutulabiliyor. Efendimizin aynı mevzu üzerindeki farklı uygulamaları kaale alınmayabiliyor.
Şimdi “İslam’da savaş esastır” diyen görüşün ayetleri tasnifini aktarayım. Bunca yıllık tahsil hayatımda Türkçe, Arapça ve İngilizce yaptığım okumalarda bana en kapsayıcı gelen bir tasnifi/kategorilendirmeyi aktaracağım sizlere. Daha iyisi vardır-yoktur tartışmalarına girmiyorum. Belki vardır. Benim okumalarıma göre en kapsayıcı diyorum. Nitekim bir sempozyumda sunulan tebliğde geçen bu değerlendirmeye müzakerecilerin bazı itirazları da var.
Bahsini ettiğim bu kategori denemesi Talip Türcan’a ait. Kuramer’in Cihad sempozyumunda sunduğu “Savaştan Barışa Doğru Evrilme” tebliğinde, Efendimizin Peygamberlik yaptığı 610-632 yılları arasındaki Mekke ve Medine hayatına bir bütün olarak bakarak yapıyor bunu Türcan. Bu okuma şekli yukarıda ifade etmeye çalıştığımız hem nüzul sebebi ve sıralaması hem de gelenek temellerine dayanıyor ve teorisi de uluslar arası ilişkide asıl olan savaştır düşüncesi.
1-Erken dönemler Mekke: “Dinde zorlama yoktur” (2/256); “Müşriklerden yüz çevir.” (15/94) mealindeki ayetler. Burada inanç özgürlüğüne vurgu ağır basıyor. Güç dengesinin müşrikler lehine olduğu o dönemde sadece dini tebliğ edip her hangi bir zorlamada bulunmama, sözlü bile olsa mücadeleye girmeme bir emir olarak nazil oluyor.
2-Son dönemler Mekke: “Ehl-i kitapla mücadelenizi onlardan zulmedenler hariç en güzel biçimde yapın.” (29/46); “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır, onlarla en güzel biçimde mücadele et.” (16/125). Mekke hayatının 13 yıl olduğu göz önüne alınacak olursa artık belli ölçüde İslam ve Müslümanlıkla hemhal olan Müşrik ve ehli kitapla sözlü muhavereye girme emrediliyor. Hicrete kadar da devam ediyor.
3-Medine’ye hicretten hemen sonra. Bu dönem ilk defa savaşa izin verildiği yıllara tekabül ediyor. Yalnız ortada iki tane şart var. Birincisi yıllardır Mekke’de zulüm eden insanların Medine’de de bu zulümlerini devam ettirmek istemeleri; ikincisi eğer onlar barışı tercih ederlerse Müslümanların bunu kabullenmeleri. Şu ayetler bunları anlatıyor: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın.” (2/190) “Kendilerine ile savaşılanlara zulme uğramış olmaları sebebiyle izin verildi.” (22/39) ve “Şayet onlar barışa yanaşırlarsa sen de barıştan yana ol ve Allah’a tevekkül et.” (6/61)
4-Savaş haram aylarla kayıtlı umumi savaş ilanı: “Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tütün. Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse onları serbest bırakın. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir; affı ve merhameti boldur.” (9/5) “Seyf” yani “kılıç” ayeti olarak bilinen bu ayet, “İslam’da savaş esastır” diyenlerin görüşüne göre müdafaa değil saldırı savaşının başlangıcını teşkil eder ve sadece Müslümanlara savaşanlar değil savaşmayanlar da bu kapsamdadır.
5-Savaşın haram aylar kaydı da ortadan kaldırılarak mutlak olarak emredildiği dönem. “Fitne ortadan kalkıp din Allah için oluncaya kadar onlarla savaş.” (2/193) ayetini bunun delilidir. Hz. Peygamberin” “İnsanlarla La ilahe illallah deyinceye kadar savaşmak bana emr olundu” bu dönemde söylenmiş ayeti destekleyici bir hadistir.”
Özetle belirtecek olursak burada gördüğümüz şey nüzul sıralaması dikkate alınsa da nüzul sebepleri ve özellikle bağlam bilgileri nazara alınmadan sadece metin merkezli bir okumadır ve tasnifin sonunda varılan yer, Müslümanların kafirlerle müşriklerle kayıtsız şartsız sürekli ve kesintisiz savaş halında bulunmak zorundadır. Bu yorumların yapıldığı zemindeki fiili durum dediğimiz gayri müslimlerin Müslümanlara karşı neredeyse topyekûn savaş içinde olması da bu yaklaşımlara hak verdirmektedir.
Pekala doğru mu? Velev ki metin okuması bile yapılsa böylesi bir metodoloji ile Kur’an’a, Hz. Peygamber pratiğine yaklaşma ve yorumlama bizi makasıd-ı şeria ve maslahatu’n nas çizgisinde doğru sonuçlara ulaştırır mı? Cevabınız evet ise, o zaman İmam Serahsi gibi “Müslümanlar düşmanlarıyla baş edemeyecek kadar güçsüz ise barış anlaşması yapabilir aksi halde yapamaz.” diyorsunuz demektir. Eğer gerçekten bu görüşü kabulleniyorsunuz inanmamayı savaş sebebi görüyorsunuz demektir; dolayısıyla İŞİD, el-Kaide vb. örgütlerden, onların terörist faaliyetlerinden şikayet etmeye hakkınız yoktur. Bir zamanların oryantalistleri, şimdilerin İslam düşmanları gibi “İslam savaş dinidir, kılıç dinidir” diye bağırmanızın önünde hiç bir engel kalmamıştır. “Seyf ayeti ile Kur’an’daki barışa vurgu yapan yüzlerce ayet nesh edilmiştir; Kur’an’daki barışı, ahde vefayı, farklılıkları kabulle birlikte yaşamayı emreden ayetlere ve Efendimizin gayri müslimlerle hayatı boyunca yapagelmiş olduğu barışçıl ilişkiler konjonktüreldir” yorumlarını yapabilirsiniz.
Ama cevabınız hayır ise ve “nüzul sıralaması, nüzül sebepleri, Kuran’ın bütüncüllüğü ve Hz. Peygamber pratiklerinden hareketle başka türlü bir okuma ve değerlendirmeler yapılabilir, savaş haricinde başka teoriler geliştirilebilir” diyorsanız, ben sizinle beraberim. ‘İslam’da uluslar arası ilişkilerde esas olan barıştır’ diyenler de zaten bunu demektedir? Bunu da bir sonraki yazıda kaleme alalım.
Selamun aleykum değerli hocam
Bazen sizlerin değerli yazılarınızı okuyorum, beğendiyim makamlar çok oluyor, Allah sizlere daha derin ilim ve görme gücü versin.
Bunları okurken aklıma gelen en önemli mesele -“methodology” geliyor. Ben bir çok ayet ve hadislerin kendimizce yorumlandığını ve kendimizce hüküm verdiğimizi görüyorum. Böyle meseleleri okurken, aklıma geliyor ki, social science anlaşılması için methodology.ye mutlaka ihtiyac herşeyden daha önemli. Bazı ayetlere bakıp da işid gibilerinin yaptığı insana makbul gözüküyor, yorum çok önemli, ve hangi methodology.le yorum ondan bin kat daha önemli. Mesela ben ekonomide olayları anlamak için geliştirilen 100.den fazla methodology gördüm, matematiksel veya yorumcul olsun, büyük ustadların ortaya koyduğu ve tartışdığı methodologyler. Onlara review/refer etmezseniz sizi kimse dinlemez. Şimdi bendakik bilmiyorum ama, sizin yazdığınızdan hiss etdiyim şu ki, İslamda ilim açısından en büyük sorun, yorum için methodology azlığı veya yokluğu veya varsa bunlara istinad edilmemesidir. Zannımca bu meselenin üzerinde kat-kat ciddi durulmalı. Mesela sizin sunduğunuz, ilk önce nüzul sıralaması, sonra sebebi, mekanı, tefsirlerle yorumları + tenkitleri ve de diyelim ki pratikte uygulaması gibi bir methoda, atıyorum Ahmet Kurucan Method of Understanding (AKMU) gibi veya Sequensial Merhod of Understanding gibi isimler verilerek bunu literatüre kazandırmak gerekir düşüncesindeyim. Aksi halde isteyen istediyini anlayacak, işid.ler veya harun yahyalar çoğalacak.
Uzatmıyorum, yazınız için teşekkür ediyorum.
Kura’anın içinde geçen son harfe kadar tümüne birden “duyduk ve itaat ettik.” Bunda şüphe yok.
Ancak, öte yandan, peygamber efendimiz Hz. Muhhammed’in (s.a.s) bu dünyadan irtihal ettiğini hatırlamak; veya bu gerçeği akılda tutarak meseleleri irdelemek bize farklı bir çıkış yolu sunabilir. Çok daha yalın meselelerde bile hiç kimsenin, hiç birimizin peygamber efendimizle rekabet edemeyeceğini; diyelim günde 5 vakit namaz kılmak konusunda, bırakalım onu -hâşâ- geçmeyi, bu miktara yaklaşmayı denemenin bile bir çeşit meydan okuma, kendini ona denk, denge yakın bir mertebede görmek olacağını; dolayısıyla haddimizi bilmemiz gerektiğini savunarak başlayabiliriz.
Hocam Zaman gazetesi gibi kağıda basılmıyor gazete, uzun uzun yazabilirsiniz. Keşke böyle bir konuyu part part yazmasanız, şimdi kafası karışanlar 1 hafta beklemek zorunda kalacak. Gene burası bir internet gazetesi şu yorumlarada bi cevap verseniz kısa da olsa.
Işıdı millet gerizekalı diye eleştiriyor ama çok da eleştirilcek bir yanları yokmuş, İmam şafi imam serahsi gibi düşünüyorlarsa gayet makul biryerdeler.
Gene cahileye döneminin sosyolojik yapısını bugün tam bilmek mümkün değil, o zaman bu din değiştirilmiş mi oluyor. Yani ayeti tam yorumlayamıyorsak Allah’ın dini korunmamış mı olacak?
Gene benim anlamadığım, herkesin kendi mesleği var, Kuran’ı kerim kendinisi bile anlamıyoruz dilimiz olmadığı için mealini bile okumak zor, gene tefsiri okuduk diyelim onlada iş bitmiyor. Biz bu dini nasıl öğrenecez, birilerine güvenirsek yanlış yola kayma ihtimalimiz yanlış şeyleri öğrenme ihtimalimiz çok yüksek, oturup kendimiz ilahiyat okursak da kendi işimizi mi yapmayacağız o zaman tüm müslümanlar ilahiyat mı okuyacak , öyle bir şey olursa da ülke geri kalır işgal edilir gider. Gene ilahiyatçılar diğer bilimlere vakıf olmadan da kuran’ı tam yorumlayamaz. Çünkü cahiliye devri ekonomik sosyolojik yapısı diyorsunuz. tarih-ekonomi-sosyoloji var. Dini öğrenmek niye bu kadar zor, ne ara öğrenip ne ara hayatımıza uygulayacağız. Niye kolayca dinimizi öğrenip ondan sonra imtihan başlamıyor isteyen uygulasın istemeyen uygulamasın diye. Yanlış öğrendiği için cehenneme gidenler ne olacak? Işıda katılan biri ne olacak mesela.
Hocam İmam şafi, İmam seruhsi Işıd ile aynı düşünüyorsa Işıd garipsemeye gerek yok zaten
Bide bu cahiliye sosyolojisini bilmeden ayetlere doğru anlam veremeyeceksek bugünde o sosyolojiye tamamen ulaşadımıza göre islam dinin nasıl korunmuş oluyor
Dini öğrenmek neden bu kadar zor hepimiz ilahiyatçı olamayız ki, öğrenemeyip Işıd’a katılanlar ne olacak ? İmtihanın başlaması için öğrendiğimiz şeyi uygulayıp uygulamadığımız önemli değil mi biz daha baştan öğrenemiyoruz.
Sizin yazılarınız aklıma hep başka sorular takılıyor, okudukça daha çok sorum birikiyor.
Çok güzel bir yazı.
Hocam ışıda sapkın diyorlar, sapkın diyenler o zaman imam şafinin serhsinin görüşünü bilmiyorlar mı, bide hocam imtihan olduğumuz şey dini öğrenmek mi yoksa uygulamak mı, dini öğrenmek çok zor. Cahilleye dönemi sosyolojisini bile bilmek gerekiyorsa işimiz yaş, ayrıca bu bilgiler şimdiye unutulmuş tarih olmuştur din korundu ayeti var ama nasıl oluyor.
Abi kafamız gerçekten de karıştı. Madem “İslam savaş dinidir” diyen İslam alimleri vardı -hem de bunların içinde İmam-ı Şafi (Rh.a), İmam-ı Serahsi (Rh.a) gibi büyük şahsiyetler de vardı- neden duyulmamıştı?