Cezaevindeki son Ramazan olsun!

YORUM | OSMAN ERTÜRK

Askerliğimi Edirne’de kısa dönem olarak yaptım. Meriç’in biraz berisinde, Yunanistan topraklarının görüldüğü bir yerdeydi kışlamız. Doğayla içi içe olan bir bölgeydi burası. İstanbul’un keşmekeşinden kurtulmuş, daha basit bir hayata adım atmıştım. Sevdiklerimden ayrılmak kötüydü ama mecburduk. Vatani görev. Elimiz mahkûm yapacaktık bu görevi. Soğuk bir kış günü nizamiyeden içeri girdiğimde gece 10 civarıydı. Nizamiyedeki nöbetçi askerler şaşırmıştı. “Gecenin bu vakti bu adamın ne işi var burada.” der gibi yüzüme bakıyorlardı. Teslim olacağımı, kısa dönem asker olduğumu söyledim. Üstümü aradılar, çantalarıma baktılar. Şaşırmıştım. Aranmayı beklemiyordum. Sonradan, giriş çıkış saatleri ve aramaların askerliğin rutininden olduğunu öğrenecektim.

Kışlanın kapısından girince, özgürlüklerimin bir kısmını kapının ardında bırakacağım görünüyordu. Özgürlüğüm, her istediğimi yapma, istediğimi giyme,  gönlüme göre yeme-içme salahiyetimi, sivilliğimi, on metre geride bırakmış yeni bir hayata başlamıştım. Askerlik yapanlar bilir. Özgürlüğün tahdit edildiği, her istediğinizi yapamadığınız yerdir orası. Yatış, kalkış, eğitim, yemek, dinlenme gibi günlük işlerin vakitleri bellidir. Kafanıza göre hareket edemezsiniz. Süresi belli, bitince gideceğiniz, küçük bir hapishane demek yanlış olmaz. Geriye doğru baktığımda “Özgürlüğüm hiç kısıtlandı mı?” dediğimde aklıma askerlik dışında bir zaman aralığı gelmiyor.

Avukat olduğumuzdan cezaevi ve gözaltı süreçleri takip etmek sıradan işlerimizdendi. Günümüzün mağdurlarını anlamak için empati yapmaya çalıştım. Birçok kere kendimi dört duvar arasında tahayyül ettim. Yaşanmadan bilinmeyecek bir şey varsa özgürlüğün katı bir şekilde kısıtlanması olsa gerek. Askerde nasıl dayandığımı hatırlamaya çalıştığımda aklıma ilk gelen şey şuydu: Hiç askerdeymişim gibi düşünmemek ve canımı sıkan şeyleri görmezden gelmek. Kısaca, sıkıcı şeylerden uzak dur, mutlu edecek en küçük şeyleri dahi atlama diyebiliriz. Bu sıkıcı süreç beş buçuk ay sonra bitmiş, önümüze bakmıştık.

Özgürlüğün kısıtlanmasının hem içerdeki hem dışardaki mağdurlar tarafından tanımlanması, anlamlandırılması ve etkilerine karşı sağlam bir duruş gerekiyor.  Hele bunun cezaevi hücresi veya üçlü koğuş sistemindeki gibi sınırlanması, ele kelepçe takılması, uydurma deliller ve sebepsiz bir yere yapılması gibi haller için ciddi bir tefekkür şart. Binlerce insan bunu içerde yaşarken, on binlerce yakını dışarda bu zulme muhatap. Aslında her sınırlanma ameliyesinin kendisine has sonuçları var. Hepsine karşı değişik savunma mekanizmaları geliştirip, bunları kullanmak gerekmekte. Özgürlüğün kısıtlanması enteresan, can yakıcı bir şey. Evet doğru. Ama bununla nasıl mücadele edeceğimizi de düşünmemiz gerekmez mi? (Bunun hem içerdeki tutsaklar hem de dışardaki yakınlarına bakan yönleri var. İzninizle detayını başka bir yazıda değerlendirelim.)

“Özgürlüğün tanımını yap” desek birçoğumuz şaşırıp kalacaktır. İnsanın elinde sürekli olan şeyi tanımlaması ne zor değil mi? Aslında bu dönemin tüm tutsakları “Pisi pisine” o dört duvar arasında. Siyasi davaların genel özelliği budur. Bizim gibi üçüncü Dünya ülkelerinde sebepsiz girdiğiniz dört duvar arasından, bir bakmışsınız “Hooop” diye dışarı çıkmışsınız. Biraz derinlemesine düşünürsek, mahkeme salonlarında oynanan tiyatro sadece bedenleri hapsediyor. Kimsenin ruhu o dört duvar arasında değil, olmamalıdır. Her sabah, öğle, akşam bunun talimi yapılsa, mağdurlar ruhlarını kanatlandırıp başka diyarlara uçsa sezadır. Aynı dört duvar arasına sokulan Ahmet Altan’ın bakış açısı yukarıda bahsettiğim retoriği çok güzel tanımlıyor. “Beni hapsetmeye güçleri yeter ama beni hapiste tutmaya kimsenin gücü yetmez” diyor Altan. “Ben bir yazarım. Ne bulunduğum yerdeyim, ne bulunmadığım yerde. Beni nereye kapatırsanız kapatın ben zihnimin sınırsızlığında kanatlanır, bütün dünyayı dolaşırım.” derken nasıl bir özgürlüğü tanımlıyor acaba? Onun için özgür olmak mekân dışı bir gerçeklik desek abartı olmaz.

Her daim ümitli olacağız!

Ülke olarak demokrasi ve hukuk kıtlığının oluşturduğu bir sancı ve kıvranma dönemi yaşıyoruz. Ekonomik savrulmayla beraber insanların canı dudağına gelmeye başladı. Perişanlık gözle görülür bir hal aldı ve bu sarsıntı ilerleyen günlerde daha çok kendini gösterecek. Eldeki kısır döngüyü mantıklı tarif etmek gerekir. Ülkemizde muktedir olan gücün en büyük yalanı, silahlı terör örgütü yakıştırması. Bu suçlamayı sürekli olarak hiç ara vermeden, yüzleri kızarmadan tekrar etmekle bir tipi oluşturdular. Bu tipi, muhatap aldığı öğretmen, doktor, esnaf, ev hanımı, öğrenci vs. gibi binlerce Anadolu insanını vurdu geçti. Bazılarını devirdi, bazılarının üstüne iz bıraktı, bazıları tutunduğu dallar sebebiyle ayakta kaldı. Ama bu tipi gelip geçici bir hazan gibi. Mağdurların silkelenip kendine gelmesi çok zor değil. İşin hakikatini ve daha önemlisi kendini bilen insanların yılması, takılıp düşmesi söz konusu olmayacaktır.

Sefil olanlar, bu kurguyu muhataplarına yutturmaya çalışanlardır. Her dakika bangır bangır bağırdıkları, bir tipi gibi muhataplarına çarpıp onları yere sermeye çalıştıkları yalanın da bir kullanım süresi var. Her gün düşüyor sayılı günden. Pratikte birçok fırtınaya maruz kalınmış olsa da, gelişen yeni durumlar ve haller, bu fırtınaların ilk gücünün kalmadığını, gittikçe enerjisini yitirdiğini göstermektedir. Hiç beklenmedik zamanda ters fırtınaların esmesi mukadder ve oyun kuranların oyunlarının başlarına geçmesi uzak değil.  Onların kokuşmuş, kendi gerçekliğini yaratmaya çalıştıkları, gördükleri ve duyduklarına inanıp oluşturdukları felsefeleri kendilerinin olsun. O batakta debelenip dursunlar. Ümitsizlik haliyle, onların batağına sizin de girmeniz, yapay evrenlerinde tutsak olmanın mantığı yok!

“Seni tutuklamaz isem ben tutuklanırım”

Ey cezaevi mağdurları, aslında siz, sizi oraya koyanlardan daha özgürsünüz. Öyle olmalısınız. Siz yanlış yapmadınız. Hep başkaları mutlu olsun diye gecenizi, gündüzünüze kattınız. Kendisini özgür sanan o hakim var ya? “Seni tutuklamaz isem ben tutuklanırım.” diyen kişi baştan tüm iradesini birilerine ipotek edip demir parmaklıkların ardına girmiş değil mi? Allah aşkına onun neresi özgür?  Özgür olduğunu sanıyor o zavallı! Özgürlük meselesi, yüksek duvarların ardına hangi sebeple girdiğiniz değil, sebebin haklı mı haksız mı olduğuyla alakalıdır. Sizi haksız bir şekilde oraya tıkmışlarsa, ruhunuzun özgürlüğü sizi alıp dışarı çıkarır her istediğinizde.

Terör örgütü üyeliği suçlaması yöneltilen 510 bin insanın her birisi ümidiyle dip diri durmalıdır. Suçlamaların muhatabı her bir fert, bu çamurun ne kadar yapmacık olduğunu bildiğinden, onun üzerlerinde tutmayacağını da göstermelidir. Ailesi, çevreleri ve toplum da onlarla beraber diri olacaktır. Akrabalarınız, dostlarınız ve sevdikleriniz arasına karışın, beraber vakit geçirin. İlla ki husumet ve ihtilaf konuları hakkında konuşmak zorunda değilsiniz. Başka ortak konular bulmak da mümkün. Ümidinizden süzülen o can verici iksiri yayın çevrenize. Ümitsizlik bir felç halidir. Bu halden uzak durduğunuz her saniye yeni bir hayata, canlılığa yelken açmanın başlangıcıdır.

Her şeyin bitmiş gibi göründüğü yerde ümitli olmak en önemli meziyettir. Yanlış yapmadığını bilen insanların, büyük bir propaganda makinasıyla karanlıklar içine gömülmeye çalışıldığına şahit oluyor kâinat. Bu hal mazide de oldu değişik birçok coğrafyada. Tarih şahit. Hem de kaç defa. Yokluklar içinde, çarkların darmadağın olduğu bu hengâmede, “Masumiyet iksiri”yle dimdik ayakta durmak lazım. Neden başın öne eğilecekmiş? Başı dimdik yürümek, içi kan ağlasa da yanaklarından gülümsemeyi eksik etmemek gerekir. Ümit liginde mağlup olmak da neymiş? Sarsılıp sendelesek de yeis batağından uzak durmak münasip olanı değil mi?

İçeride veya dışarıda mağdur olan herkesin ruh dünyasında ve kelime dağarcığında  “Karamsarlık” kelimesine ve türevlerine veda etmesi gerekiyor. “Özgür olmak demek, özgürlüğe olan inanca sahip olmak demektir. Bu yüzden, 27 yıl hapis, büyük çoğunluğunda da tek kişilik hücrede kalan Nelson Mandela, fiziksel olarak tutsak olsa da, ruhsal ve mental olarak kendisini özgür hissediyordu.” Evet, karamsarlık kelimesini lügatimizden çıkarıp, yerine ümit kelimesini koymalıyız. Bu adım, içine düşülen tipiden çıkışın ilk adımı olacak. Diğer tarafta bedbinlik kelimesini de ıskartaya çıkarmalı. Acilen… Koca bir hayatı ıskalamaya gerek yok. Haklı olan taraftasınız. Hadi toparlanın! Bu içerdeki son Ramazan olsun.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin