YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ
O günlerde Hazreti Ali (radıyallahu anh), Sâsânî cihetine ordular tertip etmekle meşguldü ki Mekke’den kopup gelen ve her geçen gün sayıları artan kalabalığın akıp gelişini duyunca, bu niyetinden vazgeçti ve geri dönmek zorunda kaldı. Zira içeride yaşanması muhtemel bir kanama ile cephede arızasız bir zafer kazanılamazdı!
Öncelikle bu insanlar niye toplanmıştı ve hangi maksatla geliyorlardı?
Âişe Validemiz’in (radıyallahu anhâ) olduğu yerde adres belliydi; zira herkese “Anne” olması hüviyetiyle bütün gözler ona bakıyordu ki Basra valisi Osmân İbn-i Huneyf, niyetlerini anlayabilmek için İmrân İbn-i Husayn ve Ebu’l-Esved ed-Düelî’yi Annemiz’e gönderdi.
“Benim gibi birisi, gizli-kapaklı iş yapıp da evlatlarına doğruyu söylemezlik etmez!” diye başladı sözlerine. Gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı anlattı uzun uzadıya. İşin çığırından çıktığını ve ardı ardına halifeleri şehîd eden eşkıyanın sokaklara hâkim olmasına karşı duyarsız kalamayacaklarını ifade etti; emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerle mükellef bir mü’min olarak dilsiz şeytan konumunda kalamazlardı!
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr’in (radıyallahu anhümâ) kanaati de farklı değildi; Hazreti Osmân’ın (radıyallahu anh) katillerini bulup cezalandırmak ve kargaşa ortamına son vermek!
Görüldüğü gibi herkesin niyet ve hedefinde Hazreti Osmân’ın (radıyallahu anh) katilini bulup cezalandırmak vardı; ancak bakılan yer farklı olduğu gibi yol ve yöntemler de farklılık arz ediyordu.
Ne var ki üst üste hamlelerle aynı dili konuşanların bile anlaşamayacağı bir atmosfer meydana getirilmişti.
Duyguların dili farklıydı; çoğu insanın dümeninde, akıl ve muhakemeden ziyade, örselenmiş hisler oturuyordu.
Bunu fark eden Annemiz’in (radıyallu anhâ) dilinden “itidal” düşmüyordu; mecbur kalmadıkça ve her şeye rağmen kılıçların kınlarından çıkmaması gerektiğini tembihliyor, kimsenin bir başkasına zarar vermemesini istiyordu. Hitabetindeki gücü kullanıyor ve bu duygularının herkes tarafından özümsenmesini talep ediyordu. Bir aralık yanına, baba-bir kardeşi Muhammed ile Hazreti Talha’nın oğlu Muhammed gelmiş, bugün nasıl bir duruş sergilemeleri gerektiğini sormuşlardı; onlara, Hazreti Âdem’in iki oğlu arasında geçen hâdiseyi hatırlatmış ve öldürmek üzere üzerine yürüyen Kâbil’e mukabil, her şeye rağmen elini kaldırmayacağına dair söz veren Hâbil’i işaret ederek, “Şayet Âdem’in iki oğlundan en hayırlısının yaptığını yapmaya gücün yetiyorsa, hiç bekleme ve onu yap!” demişti.
Bu arada Mekke’den Basra’ya akan insan sayısı da (30.000) Hazreti Ali ile Medîne’den çıkan asker sayısı da (20.000) artıyordu.
İş, kontrolden çıkmak üzereydi; sanki, dönüşü olmayan bir yola girilmiş gibiydi!
Niyetler halis olsa da ortada, kalbe kan damlatan bir görüntü vardı; iş tatlıya bağlanamazsa, düne kadar küffara karşı hakkı hâkim kılabilmek için kalkan kılıçlar, aynı kıbleye yönelmiş can kardeşler için inip kalkacaktı.
Buluşma yeri, Zâkâr’dı.
Yeni bir probleme sebebiyet vermemek için Hazreti Ali de (radıyallahu anh) oldukça hassastı ve “Ey kardeşlerim!” diye hitap ettiği Hazreti Talha ile Hazreti Zübeyr’e (radıyallahu anhümâ) o gün şunları söyledi:
“Sizin bildiklerinizi ben bilmiyor değilim! Fakat, sokak hâkimiyetini ellerinde tutan ve bizim kendilerine hâkim olamadığımız bir topluluğa karşı bir anda bunu nasıl yapayım? Onlara şöyle bir bakıverin; kendi köleleriniz bile onlarla birlikte hareket ediyor, hiç ummadığınız Araplar bile onların yanında! Üstelik, aranızda istedikleri gibi dolaşıp durduklarını da görüp duruyorsunuz! Söyler misiniz; bu şartlar altında sizin istediğinizi ve hemen gerçekleştirme imkânı var mı?”
Ardından hiç vakit kaybetmeden elçi olarak Âişe Validemiz’e (radıyallahu anhâ) Ka’ka’a İbn-i Amr’ı (radıyallahu anh) gönderdi:
“Ey Anneciğim!” diye başladı sözlerine, Hazreti Ka’ka’a (radıyallahu anh). “Seni bu hamleye sevk eden ve bu beldeye kadar getiren sebebin ne olduğunu söyleyebilir misin?”
Cevap netti:
“İnsanlar arasında sulhu temin etmek!”
Nabzını tuttuğu Hazreti Talha ile Hazreti Zübeyr’in (radıyallahu anhümâ) kanaatleri de aynı istikametteydi.
Aynı dili konuşuyorlardı! Hâdise, sanıldığından daha erken ve sühûletle çözüme kavuşacak gibiydi; hepsine birden sordu:
“Peki, bu sulhun nasıl olacağını bana söyleyebilir misiniz?”
“Osmân’ın intikamını alıp katillerini de cezalandırmak suretiyle!” diyorlardı. “Çünkü bunu yapmamak, Kur’ân’ın emrini yerine getirmemek demektir!”
Bu da doğruydu; ancak başka doğrular da vardı. Hazreti Ka’ka’a (radıyallahu anh) devam etti:
“Diyelim ki sizler, Osmân’ı şehîd ettiğini söyleyen Basralıları öldürdünüz; onları öldürmeden önceki durumunuz, onları öldürdükten sonraki halinizden daha iyi değil midir? Çünkü bu durumda siz, 600 insanı öldürmüş olacaksınız; bu sefer de 6.000 insan sokaklara dökülecek ve size karşı tavır alacak.
Aslında siz, esas katil olan Hurkûs İbn-i Züher’i istiyorsunuz; ancak 6.000 kişi ağız birliği etmiş ve onu size vermiyor! Şayet onları kendi hallerine bıraksanız, söylediklerinizin hilafına bir adım atmış olmayacak mısınız?
Diyelim ki onların hepsini öldürdünüz; bu durumda siz, şu anda endişe duyup da çözmek için attığınız adımdan daha kötü bir sonuçla baş başa kalmış olmayacak mısınız?
Gördüğünüz gibi siz, Hurkûs İbn-i Züheyr’i cezalandırmak için adım atsanız, karşınızda esas katili size teslim etmek istemeyen 6.000 kişiyi bulacaksınız.
Demek ki mesele, öyle kolay halledilebilecek gibi değil!
Öyleyse siz, Ali’yi mazur görmeli değil misiniz?
Elbette O da Osmân’ın katilini bulup cezalandırmak istiyor; ancak ortam yatışıp daha fazla kan dökülmemesi için sadece ceza işini gerçekleştireceği zamanı kolluyor!”
İşin burasında Annemiz (radıyallahu anhâ) sordu:
“Peki, sen ne düşünüyorsun ey Ka’ka’a?”
“Evet, ortada bir hâdise var; ancak bunu çözmek, sükûnetle mümkündür!” dedi ve devam etti:
“İşler durulunca her şey çözülür. Acele etmemenizi, sulh ortamını tercih etmenizi, Ali’ye olan bey’atınızı yenilemenizi ve önceki halinizde olduğu gibi hayır yolunun anahtarları olarak belâ ve musibet peşinde olanlara fırsat vermemenizi tavsiye ediyorum!”
“Doğru!” dedi, Annemiz (radıyallahu anhâ). Hakkın tarafı olanların hakperestliği de farklıydı ve şu cümleleriyle işe son noktayı koydu:
“Gerçekten de güzel ve isabetli olanı söylüyorsun! Öyleyse, haydi geri dön. Şayet, bu konuda Ali de seninle aynı kanaatte ise bil ki mesele aydınlığa kavuşmuştur ve bundan böyle sulh esastır!”
Beri tarafta gelişmeleri merakla bekleyen Hazreti Ali (radıyallahu anh), Hazreti Ka’ka’a’nın (radıyallahu anh) getirdiği habere o kadar sevinmişti ki hiç beklemeden bu sevincini etrafındakilerle de paylaştı.
Niye sevinmesin ki? Sulhu temin etmiş olarak geriye döneceklerdi!
O gün, iki taraf arasında yaşanan gelişmeleri ve gelinen noktayı yakından takip eden başka eller olmasaydı, iş bu kadar kolay olacaktı!
Olmadı!