YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ
Kurgu sahiplerinin el oğuşturdukları günlerdi; zira her geçen gün hava daha da kararıyor, her geçen dakika artarak devam eden belirsizlik sabırları zorluyordu.
Üstelik, Medîne sokaklarının ritmi, tam istendiği gibiydi!
Orada kimler mi vardı?
Ne yaptığını bilerek gelenler ve sokağın nabzını maksatları istikametinde tutmak isteyenler olduğu gibi çoğunluğu, duyguları istismar edilen, yalan yanlış beyanlarla kışkırtılan ve aklı duygularına esir saf insanlardan ibaretti.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Peki, bu hareketlenmenin sebebi ne idi?
Sebep olarak ileri sürülen gerekçelerin hepsinin altı boş; öylesine söylenmiş ve hemen her idareci için söylenebilecek nitelikte.
Zaten, başta Hazreti Osmân (radıyallahu anh) ve Hazreti Ali (radıyallahu anh) ile görüştükten sonra gerekçelerinin altının dolu olmadığını çoğu insan fark edip geri dönüyor; yapılanların yanlış olduğunda ısrar edenlerin sayısı oldukça sınırlı.
Ne var ki aynı kalabalıklar, üretilmiş yeni bilgi, belge ve haberlerle gaza getirilip yeniden sahneye sürülüyor!
Öyleyse ortada, daha güçlü bir irade var ki esas sebebi, o günlerde yaşanan gelişmelerde aramak gerekiyor.
Hazreti Ömer’den sonra İslâm’ın ikinci halifesi Hazreti Osmân’ın da şehâdeti ve sonrasında kurgulanan bu tezgâh kimin veya kimlerin işine yaradı?
İşte, gerçek failleri gün yüzüne çıkaracak soru bu.
Peki, bu süreçte neler oldu?
Olanca hızıyla devam eden fütûhât durdu; iç kargaşa başladı ve dahildeki problemler, hilâfet güç ve enerjisini içeriye yöneltti.
Başta idareciler olmak üzere insanların birbirine güveni kalmadı.
Daha seçildiği gün, yeni Halîfe’nin karşısında yer alan kitleler var!
Dünya var olduğu sürece yan yana gelmeyecek ekoller oluştu ve o güne kadar yek-vücut atan kalb-i İslâm pâre pâre!
Merkez üssü olarak Mısır’ı seçmişlerdi ve o günkü Mısır valisi Abdullah İbn-i Sa’d İbn-i Ebî Sehl, başından beri duruşu şüpheli, git-gelleri olan birisiydi. Halbuki en kritik zamanlarda kendisine sahip çıkan ve yeri geldiğinde onu, ölümden alan isimdi, Hazreti Osmân. Adamlar, işe vaziyet eden valilerin karakterlerini de iyi okumuşlardı ve fırsatları kaçırmıyor, zaafını bulduklarını devşiriyorlardı!
Zâhirde fail olarak gözüken İbn-i Sebe’nin boyunu aşkın bir kurguydu bu!
İç unsurları ve dinî argümanları kullanıyordu.
Öyle ki âsûde kalabilmek için samimi olmak yetmiyordu; zira kumpas o kadar ustaca idi ki Hazreti Osmân’ı canından öte seven kadîm dost Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallahu anh) Medîne’de dünyaya gelen oğlu Muhammed bile bu tuzağa düşmüş, uçurumun kenarından dönmüştü!
Âdeta her yer matem ve her yöre de Muharrem’den ibaretti.
.. ve bu manzara, Mekke’de toplananların o günden gördükleri bir manzaraydı.
İşte, her geçen gün sayıları artarak devam eden toparlanmanın sebebi de buydu.
Doğal bir toparlanmaydı ve bu toparlanma, bal arısı gibi bilinen bir ismin, Kur’ân’ın “Ana” tabir ettiği Âişe Validemiz’in etrafında oldu.
Üstelik şartlar, Aşere-i Mübeşşere’den Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr (radıyallahu anhümâ) gibi başkalarını da zorluyordu!
Aslına bakılacak olursa Âişe Validemiz (radıyallahu anhâ), yaşanması muhtemel fitneleri daha Medîne’deyken tahmin etmiş ve onlardan uzak kalmak için hacca gitmeyi tercih etmişti. Kendisine Medîne’de kalıp insanları teskin etmesi gerektiğini söyleyenlere verdiği cevap manidardır:
“Ben orada olursam, onların aleyhinde beyanda bulunurum ve dolayısıyla Ümmü Habîbe’nin başına gelenlere ben de muhatap olurum!
Zira Ümmü Habîbe Validemiz (radıyallahu anhâ), kendisine bir yudum suyun bile verilmediği günlerde Hazreti Osmân’a su götürdüğü için hedef haline getirilmiş, linçe maruz kalmış ve canını zor kurtarmıştı!
Günler, haftalar, hatta aylar geçmiş olmasına rağmen Medîne sokaklarını talan eden eşkıyanın sesi kesilememiş, Hazreti Osmân’ı şehîd edenler gün yüzüne çıkarılamamıştı.
Muhtemelen, kitleleri tahrik adına Halîfe’nin şehadetinden Âişe Validemiz’i sorumlu tutanlar bile vardı.
Sahâbe safvetini aşkın bir tezgahtı, kurgulanan!
Akla ziyan adımlar atılıyor ve gelecek daha büyük bir fitnenin taşları döşeniyordu.
Öte yandan, Hazreti Osmân’ın yakın ve sevenleri ile bazı bölge valileri, ellerinin altındaki imkanları da yanlarına alarak Mekke’ye gelmişti.
Doğal adres, bilinen bir isim olarak yine Âişe Validemiz idi.
Hemen herkesin hedefi, isyancıların bozduğu barış ortamını yeniden tesis etmek, mazlum olarak şehîd edilen Hazreti Osmân’ın katillerini cezalandırmak ve Müslümanlar arasında zuhûr eden kırgınlıkları tamir etmekti.
Talep, ne kadar da masumdu!
Üstelik, Medîne’de halîfe seçilen Hazreti Ali’nin hedefi de farklı değildi; Hazreti Ali’nin farkı, “adâlet-i mahza” ile hareket edmek, kıtâl suçu olarak gerçek katili gün yüzüne çıkarmak ve sadece onu cezalandırmak istemesiydi. Ancak belli ki bu, zaman alacaktı.
Bu arada, Basra valisinden bir davet gelmişti. Bunun üzerine, her geçen gün daha da artan Mekke’deki kalabalık, Abdullah İbn-i Âmir’in ısrarlı davetleri üzerine, eşkıyanın hâkim olduğu Medîne yerine Basra’ya akmaya başladı; haksızlığa başkaldırmış ve eşkıyanın saltanat sürmesine son vermek için hareket eden 3.000 kişi gidiyordu!
Eşkıyanın haddi bildirilecekti!
O sırada yine hac ibadeti için Mekke’de bulunan diğer annelerimiz (radıyallahu anhünne), Zâtü’l-Irk denilen mevkiye kadar kalabalığa iştirak ettiler ve burada vedalaşarak geri döndüler ki bu vedalaşmada yaşanan duygu yoğunluğunu ifade adına o güne “ağlama günü” denilmişti.
Daha yolun başında iken (Merrü’z-Zehrân) yeni bir fikir ayrılığı ortaya çıktı; eşkıyanın haddi bildirildikten sonra halife kim olacaktı?
Hilafetin, Hazreti Osmân ailesinde olması gerektiğini ileri süren ve bunu hararetle savunan büyük bir kesim, anlaşmazlığı bahane ederek yoldan döndü dönmesine ama Basra valisinin gayretleriyle bu sayı, her geçen gün katlanarak artacaktı.
Bu arada, Basra da karışmıştı; kalabalık bir gurubun şehirlerine geldiğini duyan Basralılar da ikiye bölünmüştü.
Görüldüğü üzere tezgâh, bölüp parçalama merkezliydi ve “yalan” üzere kurulu bir tezgâhın semeresi devşirilmeye başlanmıştı!
Aktif hale gelmiş duygular değerlendiriliyor ve öfkeli kitlelere yön veriliyordu!
Öyle ki düne kadar cepheden cepheye koşan mü’minler, şimdi birbirinin kuyusunu kazar hale getirilmişti!
Daha farklı bir ifade ile o gün Hint topraklarına kadar uzanan, zamanın en önemli coğrafyaları sayılan Aya, Kuzey Afrika, Kuzey Kafkasya, Ortadoğu ve Akdeniz hâkimiyetini beraberinde getiren fetihler durmuş ve âdeta cephe, işin merkezine taşınmıştı!
Başka bir ifadeyle, cephede mertçe duruş sergileyemeyenler, içeriyi kaynatacak bir namertliğe soyunmuştu.
Üstelik, arkası da vardı.
Dünden bu tarafa yaşanılanlara şöylece bir bakarsanız, aynı namertliğin izine bugün de çok rastlarsınız!
Öfkemiz, kızgınlığımız olabilir; ancak aynı delikten ikinci kez ısırılmamak gerekiyor.
Zira Cemel’e giden yol ve o gün yaşananlar bize, benzeri durumlarda nelerin yapılması, nelerin de yapılmaması gerektiğini anlatan çok önemli bir ders niteliğinde.
İsterseniz, onları da haftaya konuşalım.