YORUM | Prof. Dr. OSMAN ŞAHİN
Cemel vakasında ashab efendilerimiz (r.anhüm)içtihat farklılıklarının bir sonucu olarak karşı karşıya gelmişlerdir. Hz. Ali (ra) adaleti mahza diyor ve bir kişinin hukukunun kendi rızası dışında başkaları için, toplum faydası gibi maslahatlarla feda edilemeyeceğini savunuyordu. Diğer taraftan başlarında ezvacı tahirattan annemiz Hz. Aişe’ (r.anha)nın bulunduğu ve içlerinde Hz. Zübeyir ve Hz. Talha (r.anhüm) efendilerimizin de yer aldığı grup ise şahsın hukukunun umumun menfaati için feda edilebileceğini söyleyen adaleti izafiyeyi savunuyordu. Her ne kadar hadise münafıkların yönlendirmesiyle savaş ortamına dönüşmüş ise de belki kıyamete kadar alemi islamı meşgul edecek bu önemli meselenin o zaman için yeryüzündeki en kutsal iki topluluk arasında cereyan etmesi belki de sonradan gelecek nesillere çok önemli derslerin verilmesi adına hayati değer taşımaktadır. Bu iki yaklaşımdan hangisinin doğru olduğunun anlaşılması adına ümmete çok önemli bir ders verilirken bu tarz durumlarda nasıl bir tavır takınılması gerektiği de en güzel şekilde gösterilmiştir. Sahabe efendilerimizin savaşmak gibi bir niyetleri hiç bir şekilde olmamıştı. Maalesef her zamanki gibi münafıklar devredeydi, yine oyunlarını oynamışlar ve bu iki güzide topluluğu karşı karşya getirmişlerdi.
Sahabe efendilerimizin hatalarını anladıktan sonra nasıl hakikata teslim olduklarını burada görebiliyoruz. Hz. Aişe(r.anha) annemiz Hav’eb denilen mevkiye geldiğinde Efendimiz (sav)’den duydukları “Ya Aişe (r.anha), bir gün Hav’eb denilen bir beldeden geçerken oranın köpeklerini havlamalarını duyduğunda bil ki o zaman yanlış bir yoldasın” beyanını hatırladığında yanlış bir yolda olduklarını farketmişlerdir.. Benzer şekilde Hz. Ali (r.a), Hz. Zübeyr’i (r.a.) çağırttırıp “Ya Zübeyr hatırlıyor musun? Bir gün huzuru Nebevide otururken Allah Resulu (sav) demişlerdi ki “Ya Zübeyr bir gün Ali ile karşı karşıya geleceksiniz. Bil ki o zaman sen yanlış bir yolda olacaksın” deyince Hz. Zübeyr (ra) bunu hatırlamış ve hatalı olduğunu anlamıştır. Fakat münafıklar Hz. Zübeyr’in (r.a) fikrinin değiştiğini anladıklarından dönüş yolunda bu şanlı sahabeyi şehit etmişlerdir. Savaşın olmaması adına Hz. Ali ve Hz. Aişe (r.anhüm) çok uğraşmışlarsa da buna muvaffak olamamışlardır. Savaş bittiğinde tarafların birbirlerine karşı muamelelerindeki mülayemet gerçek niyetlerinin anlaşılması adına çok önemli bir göstergedir. Aynı zamanda bu hadiseler sahabe efendilerimizin bu davalarında tamamen Allah (c c) rızasını gözettiklerinin delili olmaktadır.
Sıffîn Vakası…..
Fethullah Gülen Hoca Efendinin Bahar Neşidesi adlı eserindeki Sıffîn hadisesi hakkındaki ifadelerini özetlersek şunları söyleyebiliriz: Yine sahabeden iki insanın başını çektiği farklı içtihat mülahazaları bu hadiseye yol açmıştı. Hz. Ali (ra) Allah Resulunun (sav) vefatından 20 yıl sonra hilafet vazifesine getirilmişti. Bu geçen zaman içerisinde devlet çok genişlemiş, farklı milletler ve topluluklar islama girmişlerdir. Bu gelişmeye bağlı olarak islami yaşayış adına Allah Resulunun (sav), Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (r.anhüm) efendilerimizin yaşadığı dönemlerdeki safvette az da olsa bozulmalar yaşanmıştı. Hz. Ali (ra) o safveti tekrar ikame etmek istiyor ve bunun mücadelesini veriyordu. Fakat o dönem içeriye giren değişik fikri cereyanlar ve fitneler altında bunu gerçekleştirmek çok zordu. Bundan dolayı Hz. Ali’nin (ra) bu husustaki muvaffakiyeti sınırlı olmuştur. Hz. Muaviye (ra) ise farklı düşünüyor, artık o safvetin bir daha elde edilemeyeceğini, o günkü toplumun bu esaslarla idare edilemeyeceğini ve bazı hallerde ehveni şerre müracaat edilebileceği fikrini taşıyordu. Meselenin siyasi boyutlara taşınmasıyla da Sıffîn hadisesine yol açılmış oldu. Hazreti Muaviye ile Hazreti Ali (ra) arasındaki bu olayın, onların beşeri his ve duygularına dayanarak meydana geldiğine kat’iyen ihtimal verilemez (Gülen, Bahar Neşidesi 237).
Cemel vakasında olduğu gibi Sıffîn vakasında da iki sahabe topluluğu karşı karşıya içtihat farklılığı sonucunda gelmişlerdir. Her iki hadisede de sonuç olarak Hz. Ali (ra) efendimizin haklılığı tebeyyün ederken kıyamete kadar bu mevzulardaki hükmün ve doğrunun ne olduğu herkese ilan edilmiş oldu. Ehli sünnet ulemasının kahir ekseriyeti bunda ittifak etmişlerdir. Fakat Hz. Muaviye’nin (ra) sahabeliğine de itiraz etmemektedirler. Aynı dönemi idrak eden insanlar arasında birbirini anlamama ve kabul etmeme gibi hallerin olmasının da fitri olduğunu ifade etmektedirler. Bu iki insan da sahabedendi ve sahabeye ait vasıflara haiz idiler. Birbirlerine muamelelerinde ve saygılarında eksik yoktu. Fakat içtihat farklılığı ve o devirdeki şartların karşı karşıya getirmesi ile birbirlerinin rakibi olmuşlardır
Hadiselerde müslümanların birbirleriyle muamelatının nasıl olması gerektiği, muhaliflere karşı ilişkilerde insaflı olmanın gerekliliği, hak karşısında teslimiyetin fazileti gibi çok önemli konular sahabe efendilerimiz üzerinden ders verilmiş oldu. Buna binaen içtihatlarında hata etmelerine rağmen niyetleri sağlam olduğu için bir sevap alırken Hz Ali (ra) efendimiz içtihatlarında isabet kaydetmiş, iki sevap almışlar ve adaleti izafiye karşısında adaleti mahzanın hak ve doğru olduğunu bütün ümmete göstermişlerdir. Aynı zamanda Allah (c.c.) kıyamete kadar ümmet içinde ihtilaf sebebi olacak bu meselede doğrunun adaleti mahza tarafında olduğunu göstermiş ve müslümanlara hak yolda olanların anlaşılması adına çok önemli bir kıstas vermiştir.
Bu hadiseler İslâm bünyesine enjekte edilmiş bir antibiyotik tesiri icra etmiştir …
Üstad Hazretleri bu hadiselerin arkasındaki hikmetleri“19. Mektup”ta: “Mübarek İslâmiyet ve nûrânî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve rahmet ciheti nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değildiler.” şeklinde sorulan bir suâle şu şekilde cevap vermektedir: “Nasıl ki, baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına her çeşit nebâtatın, tohumların, ağaçların istidatlarını harekete geçirir, inkişaf ettirir, her biri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî bir vazife başına geçer. Öyle de, sahabe ve tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları harekete geçirip kamçıladı. ‘İslâmiyet tehlikededir, yangın var!’ diye her tâifeyi korkuttu, İslâmiyeti korumaya koşturdu. Her biri, kendi istidadına göre, İslâmî camianın pek çok ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, tam bir ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadiselerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı iman hakikatlarının muhafazasına, bir kısmı Kur’an’ın muhafazasına çalıştı ve benzeri şeyler oldu. Her bir tâife bir hizmete girdi. İslamiyetle ilgili vazifelerde, hummalı bir surette gayret gösterdiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan İslam âleminin her tarafına o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. (…) Güya Kudret eli, celâl ile asrı çalkaladı, şiddetle tahrip edip çevirdi, himmet sahiplerini gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen merkez-kaç bir kuvvetle pek çok münevver müctehidleri ve nurânî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyâları, aktabları Âlem-i İslâmın dört bir tarafına uçurdu, hicret ettirdi. Doğudan batıya kadar Ehl-i İslam’ı heyecana getirip, Kur’an’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.”
Bahar Neşidesi adlı kitabında Fethullah Gülen Hocaefendi Cemel ve Sıffîn vakalarının hikmet boyutunu bir de şu şekilde ele almışlardır: “Evet, bu hâdiseler bilhassa İslâm bünyesine enjekte edilmiş bir antibiyotik tesiri icra etmiş ve bu, o bünyede antikorlar meydana getirmişti. Böylece bünye, yabancılara ve zararlı mikroplara karşı kendini korur hâle gelmişti. Zira bu hâdiseler Müslümanların dikkatini çekip onlara hâl diliyle şöyle diyordu: Dikkat ediniz, korkunç fitne dalgalanmaları var. Fitneler üzerinize dalga dalga gelecek. Böylesi hâdiseler karşısında hissi kardeşliği aşarak, mantıki kardeşlik ile birbirinize bağlanınız. İdarecilerinizi öyle seçiniz. Dinin emirlerine sahip çıkınız. Zira meydana gelecek kargaşadan istifade edecek hasımlarınızın, sizin içinize değişik fikirler sokma ihtimali vardır. Evet, bu hâdiselerden sonra Müslümanların güçlü olduğu devirde gelip İslâm’a toslayan Neoplatonizm, Müslümanların daha evvelden uyanmış olmalarından ötürü bünyenin içine tam girememişti. İşrâkiye mektebi ağırlığı ile kendisini hissettirememiş, Meşşâiye mektebi mü’minlerin gönlüne taht kurup oturamamış, hiçbir Yunan felsefecisi Müslümanlar üzerinde fikirleri ile hâkimiyet kuramamıştı.”
Adalet-i izafiyenin kötü idareciler tarafından su-i istimal edilmesi…
Maalesef daha sonra müslüman toplulukların başına gelen zalim idareciler yanlış icraatlarındaki meşruiyet iddialarını desteklemek için her zaman adaleti izafiyeyi kullanmışlardır. Buna bir de her devirde bulunan menfaat düşkünü kötü yoldaki alimlerin (Ulemâ-i Sû) verdikleri fetvalar bu yapılan zulümlere meşruiyet kazandırmış ve onlar da bu zulme ortak olmuşlardır.
Yine bu kötü alimler Nisa surei celilesinde (59. ayet) geçen “sizden olan ulul emre itaat ediniz” emrindeki ulul emrin baştaki idarecileri kastettiğini ileri sürerek bu konuda toplulukları yanlış yollara sevk etmişlerdir. Bu hususta Emevilerde ve Abbasılerde çok sayıda örnekler bulmak mümkündür. Halbuki ehli sünnet uleması ülül emr’den kast edilenin hakiki peygamber varisleri olduğunu yoksa devlet başındaki idarecilerin bunda dahil olmadıklarını hem sözleri ile ve hem de hayat tarzları ile göstermişlerdir. Aksi takdirde Yezid karşısında itaat etmeyen Hz Hüseyin (r.a.) efendimiz , İmamı Azam Ebu Hanife, İmam Ahmet bin Hanbel hazretleriyle başlayan ve günümüzde Bediüzzaman ve Fethullah Gülen’lerle devam eden islam büyüklerinin zalim idarecilere itaat etmeyerek baş kaldırmalarındaki haklılıklarını izah etmek mümkün olmayacaktır.
Bir sonraki yazımızda konuyu bir de muradı ilahi ve hadiselerin melekut cihetiyle taşıdığı manalar yönü ile ele almaya çalışalım….