Cemaatlerde ve tarikatlarda yönetişim mümkün mü?

Yorum | Doç. Dr. Mahmut Akpınar

(Müslümanlar, Meşveret, Yönetişim II)

Yönetişim yeni bir kavram olsa da Medine Site Devletinde Hz. Peygamberin uyguladığı sistemle büyük oranda örtüşmektedir. Hz. Peygamber Medine’ye Hicret ettiğinde 10 bin nüfuslu kentin yaklaşık yüzde 15’i Müslümandı. Toplum Yahudiler, Müşrikler, Hristiyanlar, Müslümanlar şeklinde bölünmüştü. Ayrıca her grup kendi içinde sosyal gruplara, kabileler ayrılmıştı. Mesela Müslümanlar Evs ve Hazreç olarak iki önemli grup şeklinde temsil ediliyordu. Hz Peygamber Medine’de bütün grupların uzlaşmasına ve uyumuna dayalı, onların iç özerkliklerini koruyacak ama şehrin yönetimine katılımlarını da sağlayacak bir yönetim sistemi kurdu.

Hz. Peygamber’in katılımcı, kucaklayıcı yaklaşımları nedeniyle tüm Medine halkı Müslümanların azınlık nüfusuna rağmen Hz. Peygamberi lider olarak tercih etti. O da (S.A.V) toplumu tektipleştirmeye yönelmeden, farklı grupların özelliklerini koruyarak çoğulcu bir yapı oluşturdu. Her ikisi de Müslüman olan Evs ve Hazrec kabilelerini ayrı ayrı muhatap alıyor, liderlerine hürmet ediyor, alt kimlikleri tahrip etmiyordu. Savunma, güvenlik gibi herkesi ilgilendiren konular birlikte kararlaştırılmakla birlikte, her toplumsal grup otonomiye sahipti. Tarihte ilk anayasal metin olarak da bilinen Medine Vesikası şehrin yönetimini ve grupların ilişkilerini içeren yazılı bir metindi. Selçuklu, Osmanlı dönemlerinde uygulanan ve azınlıklara pek çok hak ve özerklik veren “Millet Sistemi” Medine Vesikasını esas alarak oluşturulmuştur.

Hz. Muhammed gerek Müslüman toplumun iç işleyişinde gerekse diğer gruplarla ilişkilerinde yönetişimi, paylaşımı, katılımcılığı esas almaktaydı. Yeni bir durumla karşılaşıldığında mutlaka arkadaşlarıyla istişare eder, onlarda var olan bilgi ve tecrübeyi kararlarında kullanırdı (Bedir Savaşı’nda nasıl davranılacağı ve nerede konumlanılacağı, Hendek Müdafaasında hendek kazma fikrinin çıkışı, Uhud Savaşı’nda kendi reyine rağmen istişareye riayet etmesi, Hudeybiye Vak’asında bir tıkanmışlık halinden nasıl çıkacağını, nasıl davranacağını eşiyle istişare etmesi ve onun teklifini makul bulup uygulaması vb).

Suizan kapısını kapatan bir Peygamber

İslam’da tek adam yönetimi, saltanat, saraylar, otoriterleşme Emevilerle birlikte, gücün bir ailenin eline geçmesiyle kuruldu. Daha sonra da ölçülere vurmadan, esasları dikkate almadan Sultanlara boyun eğme “ulul emre itaat”, zorbalara karşı hakkı söylemek “isyan”, “bağilik” olarak takdim edilir oldu. Her Sultan, diktatör yaptıklarını kendine uygun din adamları buldu ve icraatlarını şeyhülislamlar eliyle, fetvalarla meşrulaştırdı. Oysa Hz. Peygamber ve Dört Halife döneminde devri ile kıyaslanmayacak derecede ileri bir yönetişim, şeffaflık, hesap verebilirlik, katılımcılık vardı. Hz. Peygamber suizan ihtimali olan bir durumda eşinin peçesini kaldırarak “bakın eşim” diyerek hanımının yüzünü arkadaşlarına gösteriyor ve suizan kapısını kapatıyordu. Hz. Ömer gömleğinin hesabını Cuma hutbesinde herkesin huzurunda veriyordu. Hz. Ömer, Hz. Ebubekir gibi Aşere-i Mübeşşereden devasa şahsiyetlere kamusal alanda hesap sorulabiliyor ve “sizi eğri kılıçlarımızla doğrulturuz” denebiliyordu. Onlar da “sen kimsin” demiyor, sorgulayanlardan intikam almaya kalkışmıyordu. Aksine kendisini eğri kararlardan engelleyecek böyle bir Müslüman toplum olduğu için Allah’a hamd ediyorlardı. Herhangi bir mümin Emirül Müminine aldığı kararın gerekçesini sorabiliyor, “bunu neye dayanarak aldın” diyebiliyor, itirazını dile getirebiliyordu. Divanı Mezalim olarak kurumsallaşan memurlarla halkın yüzleştirilmesi ve halkın memurlar hakkında meydanda şikayetlerini dile getirmesi (bir nevi ombudsmanlık kurumu) Hz. Ömer dönemi uygulamalarındandır ve tam bir şeffaflık, hesap verebilirlik örneğidir.  “Dicle kıyısında bir kurt kuzuyu kapsa Allah onu Ömer’den sorar” diyerek yönetim ve sorumluluk ilişkisini ortaya koymuştur Hz. Ömer. Hz. Ebu Bekir’in kendisine takdir edilen maaştan arta kalanları biriktirip bir testide Hz. Ömer’e devretmesi de bir hesapverebilirlik, şeffaflık uygulamasıdır.

Günümüz dindarlığı Müslümanları durağanlaştırmış, görüş belirtmekten ve inisiyatif almaktan uzaklaştırmış olsa da İslam temel esaslarda bulunmayan konularda içtihatta bulunmayı, insiyatif kullanmayı teşvik etmiştir. Bu durum İslam’ı gelişime açık ve dinamik kılan en önemli özelliktir. Hz. Peygamber Mu’âz bin Cebeli Yemen’e mürşid ve bazı işlere memur olarak gönderdiğinde Muaz Bin Cebel sorar:
– Yâ Resûlallah! Bana, kitapta bulunmayan ve senden de işitmediğim bir şey sorulur ve halledilmesi için bana getirilirse ne yapmamı buyurursunuz?
– Allah için tevâzu göster, Allahü teâlâ seni yükseltir. Sakın iyi bilmedikçe hüküm verme! Sana müşkil, karmaşık gelen işi ehline sor, danışmaktan utanma! En son ictihâd et! Muhakkak ki, Allahü teâlâ doğruluğuna göre seni muvaffak kılar. İşler sana karmakarışık gelirse, gerçek, sence belli oluncaya kadar bekle veya bana yaz! O husûsta keyfine göre hareket etmekten sakın! Yumuşak davranmanı sana tavsiye ederim” diyerek Muaz Bin Cebeli keyfi davranmaktan sakındırır. İstişare etmesini, bilenlerle danışmasını sonra içtihat etmesini salıklar.

Zorbalığı meşrulaştıran tek bir referans yok

Kur’an müminleri tanımlarken “onların kendi aralarındaki işleri şura iledir” (Şura, 38) diyerek istişareyi Müminlerin zaruri bir vasfı olarak anmış, yönetişime, paylaşıma katılımcılığa dikkati çekmiştir. Aynı ayette “Eğer kaba, katı kalpli olsaydın çevrenden dağılır giderlerdi, öyle ise onların kusurlarını affet” diyerek Hz. Peygamberin yumuşak, müsamahalı tavrını övmekte, otoriter, sert, baskıcı davranışlardan men etmektedir. Başka bir hadiste: “istişare eden pişman olmaz, haybet ve hüsran yaşamaz” buyruluyor.

İslam’ın esaslarında, temel kaynaklarda saltanatı, zorbalığı meşrulaştıran tek bir referans yok. Aksine bunları men ve tel’in eden pek çok Ayet, Hadis ve uygulama var. Demokratik ilkelerle, yönetişimle, şeffaflıkla hesap verebilirlikle ilgili pek çok teşvik, tavsiye var. Ancak günümüz Müslümanları demokrasiden olduğu gibi Kur’an’da dört temel kavramdan biri olan ve İsmi Azam arasında yer alan  Adaletten de uzaklar. Tarikat ve cemaat yapıları ise büyük oranda otoriter, kapalı, sorgulanmaz alanlardan ibaret. Hemen hiçbirinde gerçek manada istişare yok! Yönetişim, paylaşım yok! Suizanna sebep olmama ve hesap verme hassasiyeti yok! Günümüz şeyhleri, hocaları sadece dini nasihatla yetinmiyor, mütevazi tekkelerde “bir hırka, bir lokma” ile yaşamıyorlar. Modern tarikatler/cemaatler pek çok dünyevi imkana, kuruma, paraya hükmeden devasa yapılar halindeler. Maalesef bu dünyevi işlerde de herkes Şeyhin iki dudağından çıkacak kararlara bakıyor, işin ehilleriyle konular konuşulmuyor. Şeyhin herşeyi bileceği, yanılmayacağı, kararlarında Allah tarafından özel inayete-isabete muhatap olduğu ön kabulüyle hareket ediliyor. Bu durum suistimalleri, kirlenmeyi, otoriterleşmeyi, istismarları artırıyor. Şeyh makul ve masum olsa dahi çoluk çocuğuna da kutsiyet, manevi önem atfediliyor ve cemaat/tarikat işlerinde sorumlu, yetkili kılınıyorlar. Zamanla tarikat bir aile şirketi haline dönüşüyor. Bu durum sadece dini, dindarı yıpratmıyor; o aileyi bozan, yozlaştıran, kire bulaştıran bir yıkım mekanizması haline geliyor.

Cemaatler, tarikatler dini gruplar günümüz dünyasında çok daha sofistike hale geldiler. Şeyhler, hocalar profesyonel yönetici gibi davranıyorlar. Büyük paralara hükmediyor, devasa yapıları yönetiyorlar. Takipçileri Şeyhe sadece manevi konularda değil, uzmanlığı olmayan, bilgi ve birikimi bulunmayan dünyevi, ticari konularda da bağlılık, itaat sergiliyorlar. Şeyhlere, hocalara: “herşeyi bilen yanılmaz; tavsiye ettiğinde hayır, bereket ve isabet olan insanlar” olarak bakılıyor. Böylece aslında hem Şeyhe kaldıramayacağı, taşımayacağı bir yük yükleniyor hem de dini konularla sınırlı kalması gereken etkisi hayatın her alanına yayılıyor. Bu fevkalade riskli ve sıkıntılı bir duruma gebe. Uzmanlara, konuyu bilenlere danışmadan, gerekli istişareler, araştırmalar yapmadan her konuda Şeyhi ve Onun “manevi gücünü” öne çıkarma, her sözüne mistik, manevi anlamlar yükleme insanların dine, din adamına, dini kavramlara güvenini sarsar. İşi liyakat esasına göre ve ehline yaptırma kaidesi yok olur. Hocalarda, Şeyhlerde zaman içinde fevkalade enaniyet, büyüklük hissi gelişebilir ve bunun altında ezilirler. Ayrıca seküler kesimler ve siyasal İslamcılar bunlardan doğan problemleri cemaat/tarikat yapılarını karalamak, ezmek, yok etmek için kullanırlar. Devlet bu gerekçeleri mazaret yaparak cemaat-tarikat yapılarını dilediğinde ezebilir, suçlayabilir engelleyebilir. Toplumda dini gruplardan nefret ve uzaklaşma eğilimi gelişir. Ahlak yuvaları olması gereken mekanlar çıkar merkezlerine, edep timsali olması gereken kişiler fırsatçılara, mürai karakterlere dönüşürler.

Hukuk sistemi “kol kırılır yen içinde kalır” mantığına müsaade etmiyor

Bu risklerden kurtulmak, günah işleme, hata yapma potansiyelindeki insanların hegemonyasından İslam’ı kurtarmak için dini gruplar, tarikatler, cemaatler işlerini yönetişim esasına göre şeffaf, katılımcı, hesap verebilirlik kriterleriyle yapmalıdırlar. Batıda bizim tahayyülümüzün ötesinde pek çok hayır kuruluşu, vakıf ve cemaat var. Her din, mezhep ve inançtan grup kendi itikadi, dini özelliklerini yaşatabilsin diye devlet/hukuk tarafından korunuyor. Ancak bu yapıların karar organları, mali yapıları şeffaf, hesapverebilir ve denetime açık olmak zorunda. Her dini organizasyon kararları kendi organlarıyla alıyor ve uyguluyor. Hemen hepsi bağış topluyor, yardımlar yapıyor; ekonomik birimleri var. Ancak hepsinin yönetim yapısı şeffaf. Bu gruplarla ilgili her tür bilgiye/veriye ulaşabiliyorsunuz. En yüksek dini makamda da olsa kimse “masum”, “günahsız”, “sorgulanmaz”, “hesaba çekilmez” değil. Hukuk sistemi “kol kırılır yen içinde kalır” mantığına müsaade etmiyor.

Asr-ı Saadet’te Peygamberin sözlerinin irdelendiği, davranışlarının hikmetinin sorgulandığı yerde Şeyhin her işinde, sözünde keramet arama, her fiilinde hikmet bulma cemaat ve tarikat yapılarını müthiş bir yozlaşmaya ve kokuşmaya sürükler. İlmine, maneviyatına göre insanlar Şeyhleri, mürşidleri dinler veya dinlemez. Herkes kendisi ölçer, biçer, nasihatını alır. Ama dini Hizmetler yürütmek, insanların maneviyatını yükseltmek, insanları Hakka, ibadete, zikre teşvik etmek konumundaki kişiler dünyevi işlere, yönetim kararlarına karıştırılır ve bu alanlarda da onlara “kutsallık” atfedilir, sözleri/yaptıkları kriterlere vurulmazsa, günün sonunda en büyük zararı tarikatlar, cemaatler, dini gruplar görür. Giderek büyüyen bir risk, yozlaşma alanı haline gelen bu problemi dindarlar, cemaatler, tarikatler ivedi şekilde ve bizzat kendileri çözmeliler.

Ne kadar yapılabilir, başarılabilir emin değilim; ancak cemaatler/tarikatler seküler, dünyaya, ticarete, eğitime bakan işlerde herşeye tek kişinin karar verdiği yönetim yapılarını, bir kişinin veya ailenin “kutsal”, “mübarek”, “herşeyi bilir ve anlar” sayıldığı yaklaşımı terk etmeli ve yönetişim çerçevesinde yapılar kurmalılar. Aksi halde bunların yozlaşmanın, istismarın, mürailiğin odakları haline dönüşmeleri kaçınılmaz olur.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. “…Ne kadar yapılabilir, başarılabilir emin değilim; ancak cemaatler/tarikatler seküler, dünyaya, ticarete, eğitime bakan işlerde herşeye tek kişinin karar verdiği yönetim yapılarını, bir kişinin veya ailenin “kutsal”, “mübarek”, “herşeyi bilir ve anlar” sayıldığı yaklaşımı terk etmeli ve yönetişim çerçevesinde yapılar kurmalılar. Aksi halde bunların yozlaşmanın, istismarın, mürailiğin odakları haline dönüşmeleri kaçınılmaz olur.” = O L D U

  2. Şeyhlerin, mürşidlerin, her konuda fikir ve söz sahibi olmaları ve her konuda yönlendirme yapabilmeleri, İslam’ın karakteristiğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü İslam, hayatın her karesine müdahil bir “yaşam biçimi”nin adıdır. Dolayısıyla, hocaların, mürşidlerin, “uzmanlık alanı olmayan” ve “İslam’ın da herhangi bir beyanda bulunmamış olduğu” birtakım meseleler dışında, her türlü fikirleri, baş üstünde tutulacak ve ister istemez bir nebze de olsa, şu bahsettiğiniz “yönetişim” kavramının dışına çıkılacaktır. Burada her mürşidin, Resulullah ve raşid halifeler çizgisinde bir anlayış ve kavrayışa sahip olmaları ve kendi sınırlarını bilmeleri, tamamen onların ferasetine kalmış bir husustur.. Örnek: Kendi yetiştirdiği talebelerinin yanında, mesela bir fıkıh sorusuna muhatap olduğunda, kendi talebesi olduğu halde, “bunu ahmet hocam daha iyi bilir” diyebilen bir mürşidden, kaç tane var yeryüzünde?! O zat, her şeyi çok güzel anlattı yıllardır.. Fakat kavramların içini biz boşalttık malesef.. Bir önceki yazınızda da değindiğiniz gibi, istişareyi, “abisine sormaktan” ibaret zannedenler biz idik, O değil.. O bize böyle anlatmadı hiç bir zaman..
    Dolayısıyla, bu yazılarda bahsettiğiniz, “yönetişim” eksikliği, kimde varsa, onlar baksın kendine! Birisi de yazmış; “OLDU” diye… Olan biten şu: Bizler (çoğumuz itibariyle) şahsi günahlarımızı artırdık; liyakatimizi yitirdik; safiyetimizi kaybettik; Allah bir zalimi başımıza musallat etti! Şimdi zulüm ile terbiye oluyoruz; fakat bu durum, zalimin zalim olduğu gerçeğini de değiştirmiyor..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin