YORUM | ALPER ENDER FIRAT
Karı-koca, bir mesele hakkında konuşuyorlar ama uzlaşamıyorlar. Konuşma her geçen dakika kadının aleyhine gelişiyor çünkü adam haklı. Haklı olmasına rağmen, adam son derece makul ifadelerle izah ediyor, reddedilemeyecek örneklerle olması gerekeni anlatıyor. Kadın iyice köşeye sıkışmış durumda ve böyle giderse adamın istediği olacak. Tam bu sırada kadın en bilindik karşı hamleyi yapıyor. “Bana bağırmayı kes artık.” Adam şaşkın… Bağırmadığını, problemi anlatmaya çalıştığını söylese de bir işe yaramıyor. Kadın tek kurtuluş yolunu bırakmaya hiç niyetli değil. Üsteliyor, “Bıktım bana bağırmandan, yeter katlanamıyorum!” Adam izah etmeye çalıştıkça kadın ‘yeter bağırma’ diye tepkiye devam ediyor.
Bu hamle aslında tamamen adamın sinirlerine oynayıp konuşmayı provoke etme amaçlı. Eğer bu tuzağa düşer gerçekten sinirlenirse kadın her şartta kazanmış olacak. O zaman ne konuştuklarının önemi kalacak, ne de ilk başta kimin haklı olduğunun!
Bu hikaye çok nahif bir anlatım ama benim yazmayı düşündüğüm konuyu iyi anlatıyor.
Dünyanın her yerinde güç ile iktidarda duranlar, zulüm yapanlar, mağdur ettiklerinin sinirlenmelerini, sinirlenerek şiddete başvurmalarını ister ve bunun için elinden gelen her şeyi yapar. Hem zulmederler hem de akılları baştan gitsin diye onların en hassas sinir uçlarına basarlar.
Mesela 1980’li, 90’lı yıllarda, asker elbisesi giyen birileri, Güneydoğu’da herhangi bir Kürt köyüne baskın yaptığı zaman, köyün kadınlarına musallat olurlar, onlara en iğrenç uygulamaları pervasızca yaparlardı. Ya da evin babasına en ağır hakaretleri eder, döver, onu yapabildikleri kadar aşağılarlardı. Bu durum olaya tanık olan gençlerin ruhunu öyle harap olurdu ki, dağa çıkmadıkları her gün aynada kendilerinden nefret ederlerdi.
PKK böyle ortaya çıkarıldı ve terör devlet için can suyu oldu. Çünkü her insanlık dışı uygulama artık terörle mücadele kapsamına girmişti ve bütün insanlık dışı eylemlerin bahanesi vardı artık.
Üstelik şiddeti reddeden, mücadeleyi insan hakları çerçevesinde sürdüren bütün Kürt hareketler ve liderler de PKK-Devlet işbirliği içerisinde kıyımdan geçirildiler. Şiddet içermeyen, insan hakları merkezli bir Kürt hareketiyle baş edebilmek için TC’nin bütün paradigmalarını değiştirmesi gerekecekti, terör TC’nin işini bir hayli kolaylaştırdı.
Haksızlığa uğrayınca sinirlenme, çabuk parlama, duygulara kapılıp akl-ı selimi terk etme reaksiyonları, şarkta fazlasıyla rastlanan bir davranış biçimidir. Bu yüzden Doğu’da ortaya çıkmış rejim muhalifi İslamî ya da İslam dışı bütün hareketler kendilerine yapılan insanlık dışı baskılar sonucunda şiddete bulaştılar. Yani şarkta bir hareketi rayından çıkarmak, terörize etmek, itibarsızlaştırmak, terör örgütü haline getirmek çok da zor değildir.
Durum böyle olunca dünyanın aklına Türkiyeli olan Hizmet Hareketinin de bunca zulümden sonra, radikalleşip radikalleşmeyeceği sorusu geliyor.
Burada radikalleşmeyi şiddete başvurma, şiddeti benimseme anlamında kullanıyorum çünkü bütün dünyada bu kelimenin çağrıştırdığı anlam budur. Eğer kast edilen şey bu değilse o zaman tartışmayı radikalleşme kelimesinin altında yapmamak gerekir.
Aslı R. Topuz’un “Kral Oidipus” başlıklı yazısında ifade ve ikaz ettiği gibi kavramları, terimleri çok dikkatli kullanmak gerekir: “Kendi tanımları dışında kullanmamak, kavram ve terimlere onları çağrıştıran kelimelerle eş veya yakın anlamlı kelime muamelesi yapmamak onları günlük hayatta kullanılan bazı kelimelerle karıştırmamak entelektüel ahlakın en önemli gereğidir.”
Hizmet’in hunhar bir zulme maruz kalmasının üzerinden tam altı yıl geçmiş ama bugüne kadar hiç şiddete başvurmamış, başvurma eğilimleri göstermemiş hatta aklından bile geçirmemiş. Öyle ki on binlerce polis, on binlerce asker devletten atılmış, tam teçhizatla operasyondan gelir gelmez gözaltına alınmış, hapsedilmiş, hücrelere kapatılmış bırakın şiddete başvurmayı, kendisini gözaltına almaya gelenlere mukavemet eden bile etmemişler.
Sürülmüşler, hapsedilmişler, malları yağmalanmış, en çirkin muamelelere maruz kalmışlar, çok zorlu dönemlerden geçmelerine rağmen radikalleşmemişler. Kurumlara el konmuş, bu kurumlarda çalışanlar efendisiz kalmış Ronin’ler gibi ortalığa dağılmışlar ama dünyanın kabul edeceği şekilde bir radikalleşme eğilimine hiç girmemişler.
Cemaat’ten gidenler gitmiş, küsenler küsmüş, yolunu ayıranlar ayırmış bir sürü tartışma olmuş ama şiddeti savunan, radikalleşmeyi öneren, bu yönde tavır alan hiç kimse olmamış.
Şimdi istediği kadar olayı provoke etmeye çalışsın, sesini yükseltmeyin, radikalleşmeyin diye sinir uçlarına dokunacak şekilde söylenip dursunlar, Cemaat radikalleşmedi ve radikalleşmeyecek.
Cemaat akıllı davrandı bu tuzağa düşmedi demiyorum. Şiddet, yani radikalleşme hiçbir zaman akıllarına gelmedi. Çünkü Cemaat’in fıtratı bu radikalleşmeye uygun değil. Yani bir ceylanın avcılık yapıp başka bir hayvanı avlaması ne kadar muhal bir şeyse, Cemaat’in şiddete meyletmesi de o denli muhaldir. Böyle olduğunu bunca zulme rağmen tam altı yılda bizzat gördük.
Sedef Kabaş olayı Cemaat’in genlerinde neyin olduğunu bize bir kere daha gösterdi. Hatırlayacaksınız geçtiğimiz aylarda Recep T. Erdoğan’a hakaretten tutuklanan Sedef Kabaş’ın, hapiste havalandırmaya çıktığı zaman ellerinin üşüdüğünü gören Cemaat suçlamasıyla tutuklu kadınlar, hemen ona bir eldiven örüp veriyorlar. Hiçbir beklentiye girmeden, hiçbir hesap içinde olmadan, soğukta üşüyen bir insana eldiven örüp veriyorlar. İşte Cemaat denen şeyin genlerinde bu var.
Tutuklanırken hiç eyvallah etmeyen, başını eğmeyen, kariyer hesabı yapmayan, Hizmet’te koşturduğu için utanmayan, kimliğinden, kim olduğundan eziklik duymayan, girdiği hapishaneyi bile çiçekli bir bahçeye dönüştüren kadınlar ve de adamlar…
Testinin içinde ne varsa dışarıya da o sızdı ve sızmaya da devam ediyor.
Bunları, insanların maruz kaldıkları travmaları, hayal kırıklıklarını, maddi manevi yaşanan sıkıntıları ve bunların günlük hayata etkilerini göz ardı ederek söylemiyorum.