YORUM: ABDULLAH SALİH GÜVEN
Normali şudur: Bir kişi, bir grup, bir yapı, bir cemaat, bir tarikat, bir şirket, bir dernek, bir vakıf hakkında TV’de açık oturum düzenleyip onun/onların düşünce ve eylemleri hakkında değerlendirmelerde bulunuyorsanız, ona/onlara da söz hakkı verirsiniz. Adına tartışma dediğiniz programların üzerine oturduğu temel esas budur ve bu olmalıdır. Aksi halde “körler, sağırlar birbirini ağırlar” deyiminde olduğu gibi kendi aranızda oturur, tek taraflı yorumlar yapar, değerlendirmelerde bulunur hatta ahkâm keserseniz. Nitekim yapılan budur ve bunun ne kadar adil ne kadar objektif olduğu daha doğrusu olmadığı ve olamayacağı şu götürmez bir gerçektir.
Hele bunu yapan dini, İslam’ı, Allah’ı, Peygamber’i ağızlarından düşürmeyen kişiler olursa, ağızlarını açtıklarında şu ayette, bu hadiste deyip adaletten, haktan dem vuran kişilerse böyle bir beklenti içinde bulunmamız gayet tabiidir. En basitinden Kur’an’da Firavun’un Hz. Musa’ya tanıdığı kendini ifade ve/ya müdafaa etme hakkını bu hocalarımızın(!) biliyor olması gerekir. Ama heyhat! Bırakın programa o kişiyi ve sözünü etiğimiz tüzel kişiliği olan kurumlardan bir kişiyi temsilci olarak çağırmayı, telefonla bağlanmasını temin etmeyi, itiraza mahal olan ona/onlara ait düşüncelere ve eylemlere yönelik bir tek kelime ile bir atıfta bulunmuyorlar. Tabir caizse idam sehpasını kurmuşlar, davacı da, davalı da, savcı da, avukat da, hâkim de kendileri, önüne geleni aşıyor ve kesiyorlar. Onların da anlayacağı dilden acıtıcı da olsa bir teşbihte bulunup daha net konuşayım: Firavun’un Hz. Musa’ya tanıdığı hakkı bunlar onlara tanımıyorlar. Nokta.
ELEŞTİREL DÜŞÜNCE VE SORGULAYICI YAKLAŞIM MI? HAK GETİRE…
15 Temmuz’un birinci yılı münasebetiyle tahmin edildiği gibi TV’lerde birçok program yapıldı. Resmi söylemin ilk günden beri sırıtan, bir yıldır da gün yüzüne çıkan bütün açıklarını kapatma ve üstünü örtme girişimiydi bütün programlar. Gerçeklerle yüzleşmek mi? Hak getire. Hakikati bulma mı? Başka bir bahara… Eleştirel düşünce ve sorgulayıcı yaklaşım mı? Aman canım sen de! O da ne? İcat çıkarmayın Allah aşkına. Ezberlerimizi, konforumuzu bozacak şeylerle bizim karşımıza çıkmayın. Evet, genel hava buydu. Zira bunun aksine bir söylem, onların rahatını bozmak bir yana, kendilerini yarın karakolda, ardından onu açık bir sürede hapiste bulmalarına neden olabilir. Öyleyse, bana ne ayetten, hadisten! Bana ne adaletten hakkaniyetten! Bana ne zulümden mazlumdan! Bana ne cemaatten, tarikattan! Ne güzel söylemiş atalarımız: “Bana dokunmayan yıl bin yıl yaşasın! Bu bozuk düzeni düzeltmek bana mı kalmış? Böyle gelmiş, böyle gider.” Ben başka türlü izah edemiyorum.
İSİMLENDİRME VE NİTELENDİRMEDE ‘KİN VE DÜŞMANLIK’ KOKUSU VAR
Neyse… İki noktaya değineceğim. Birincisi; isimlendirme ve nitelendirme. Fethullah Gülen ve yaygın söylemle onun cemaatinden bahsediyoruz. Fethullah Gülen isminin zaruri olarak zikredilmesi gerekli olan yerlerde kullandıkları isim ve nitelemeler tespit edebildiğim kadarıyla şunlar: Mesela Fethullah Gülen… 3 saat süre program boyunca bir-iki defa söyledi konuşmacılardan birisi bunu. Gözlerim yaşardı. İnsaflıymış diyecek oldum sonra vazgeçtim. Çünkü hemen akabinde ‘terör örgütü lideri’ dedi. Fetö, sapık, sahte hoca, Mesih, Mehdi ve daha neler dedi. Hocaefendi diyen hiç olmadı. Olmazdı da zaten. Böyle bir beklentim de yoktu ama son tahlilde karşınızdaki bir insan. Gıyabında ismiyle zikretmek çok mu zor Allah aşkına? Demek ki zormuş. Zor ne kelime, zorlardan zor, hatta imkânsız. Nedense aklıma Ali İmran Sûresi’nden şu ayet geliyor aklıma: “Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür.”
İkincisi; benim yukarıda “yaygın söylemle cemaat” dediğim toplulukla alakalı isim ve nitelendirmeler. Son söyleyeceğim sözü şimdiden söyleyeyim; kafaları çok karışık. Bir türlü karar verememişler ve veremiyorlar. İttifak ettikleri bir şey var: O da tarikat değil. İslam tasavvuf tarihinde gördüğümüz tarikat yapılanmalarından çok farklı diyorlar. Ben de katılıyorum bu yoruma.
RASTGELE KULLANILAN KAVRAMLARLA KONUŞULABİLİR Mİ?
İttifak edemedikleri isim ve nitelendirmelere gelince, başlıkta dediğim gibi cemaat, yapı, grup, hareket, örgüt. Yapı için iki vasıf kullanıyorlar: senkretik ve eklektik. Örgüt için kullandıkları vasıf, terör. Cemaat ve grup için, dini ve sosyolojik bağlamı nazarı alıyorlar. Netice, başta da dediğim gibi karar verebilmiş değiller. Uzmanım diye ekrana çıkan, profesör unvanlı o kişilerden herhangi birinin beş dakikalık konuşmasını dinleyin, bunların hepsini kullandığını görürsünüz. En önemlisi, rastgele kullanıyorlar bunları. Mesela şöyle olsa, cemaatin tarihi sürecini ve geçirmiş olduğu safhaları bir zaman çizelgesi içinde belirleşe veya taban-tavan idare eden-edilen, gönüllü-vazifeli vs. gibi ayırımları nazara alarak kullansa, “Bu kullanımın kendi içinde oturduğu bir zemin ve dayandığı bir mantık var” diyeceğim. Bunu da diyemiyorum çünkü konuşmanın tabii akışı içinde görüyorsunuz ki kelimenin tam anlamıyla ‘rastgele’ kullanıyorlar bunları. Yandaşlık veya kin, nefret, öfke, intikam kör etmiş gözlerini. Ya da korku!
O zaman şu soruyu sorma hakkınız doğuyor ister istemez: daha adını bile dosdoğru koyamadığınız, bu kadar sathi bilgiler ve bu denli önyargılarla nasıl ahkâm kesiyorsunuz? Bu mu ilmi düşünce? Eleştirel ve sorgulayıcı yaklaşım dediğiniz bilimsel usul böyle ir şey mi? Sosyal bilimler böyle mi bir metot sunuyor size? Dini veya seküler gruplar sosyal bilimlerde bu metotla mı inceleniyor? Eğer bu sorulara cevabınız evet ise, teşekkür ederim, ben almayayım! Cevabınız hayır ise, bu ne perhiz ne lahana turşusu! Lütfen aynaya bakın! Nerede durduğunuzu görün! Daha önemlisi nereye doğru koştuğunuzu keşfedin!
Geride bir mesele daha kaldı ve bu çok daha köklü bir eleştiriyi hak ediyor. Bir sonraki yazımda inşallah.