Çalınan ömürler ve “Nazar”ı güncellemek

YORUM | VEYSEL AYHAN

Altunizade, Bozyaka, Çemberlitaş, gazete binası… Hepsi gözümde çok kıymetliydi. Kutsal gibi bir şeydi. Oralara el uzanamaz sanırdım. El konulmasını, sonrasında insî haşerâtın yerleşip ikamet etmesini uzun zaman hazmedemedim. Sadece bunlar değil. Dev üniversiteler, hastaneler; iş insanlarının kan ve terle büyüttüğü holdingler…

Süreç zihnimi tashih etti. Yanlış düşündüğümü fark ettim. Dünya fani idi. Bir TV ekranında oynaşan görüntüler nasıl fani ise bizim bir parçası olduğumuz şu üç buutlu alem de bundan farksız ve faniydi. Dünya üstünde kutsal, el dokunulmaz hiçbir şey olmazdı. Olamazdı. Olmadı da. Bu binalar ne ki… Vakti zamanında Kâ’be topa tutulmuş, yıkılmış, Hacerü’l esved çalınmış…  Mekke dümdüz edilip yıkılmış. O nedenle bu fani dünyanın fani zatına kutsiyet bağlamaya veya üzerine sevinç ve keder bina etmeye değmez. 

Peki problemim neydi?

Problemim “nazar” idi. Nazar, Hz. Bediüzzaman’ın şu cümlesinde kendini buluyor. “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelimeyle dört kelâm öğrendim… Kelimelerden maksat, mânâ-yı harfî, mânâ-yı ismî, niyet, nazar’dır.” Onun “40 yılda öğrendim” deyip bir cümleye sığdırdığı hakikatleri anlamak için de demek ki 40 yıl gerekiyormuş.

NAZAR NEREDE KONUŞLANMALI?

Nazar, bakış açısı, demek. “Nazar mahiyet-i eşyayı tâgyîr eder.”  Hasta bir çocuğun annesi için doktor, “kurtarıcı bir iyilik meleğidir”. Çocuk için ise aynı doktor “elinde iğne olan kötü bir insandır.”

Aklı midesinde olan bir insan için gölde salınan bir kuğu, “yakalanıp barbekü yapılacak potansiyel bir yemektir”. Bir başkasına göre ise sadece “seyredeğer, huzur verici bir sanat şaheseridir.” Rengarenk bir lale bahçesi sanata duyarlı bir insan için “eşsiz bir tenezzüh alanı”dır. Ama aynı alan bir inek veya koyun için “bol vitaminli bir beslenme tabağı”dır.

Bir sivrisinek bizim “nazar”ımıza göre “etkisiz hale getirilmesi gereken bir düşmandır”. Onun “nazar”ında ise biz “önüne çıkan rızık imkanına engel olan ve kimyasal silah kullanan barbar insanlar”ız.

O halde “nazar”ın konuşlanması gereken yer neresi olmalı? 

Nereden bakmalıyız. 

Doğru nokta ve doğru açı neresi? 

Dünyanın içeriğine hangi zaviyeden bakmalıyız?

Mesela benim mülküm olan bir bina var. 

“Nazar”ımda çok kıymetli. Eşsiz bir maddi değeri var. Her tuğlasında terim, her odasında silinmez hatıralarım var. Benim ve herkesin nazarında bu mülkün adı “gayrimenkul”. Zati bir değeri var. Değişmez.

Gerçekte öyle mi? Değil. 

ÖMÜR 8 HAFTA SÜRSEYDİ?

Dünya üstünde “gayrimenkul” diye bir şey olamaz. Dünyanın kendisi menkul. Hareket halinde. Her menkul fanidir. Menkulün kalıcı değeri olmaz. 

Zamana bağlı, mekanla kayıtlı hiçbir şey gerçek zati değer taşımaz. Bugün var, yarın yok. Bugün mamûre yarın harâbe; Bugün virâne yarın kâşâne.

Ama ben öyle görmüyorum. Nazarımda villalar, köşkler, lüks arabalar çok değerli. Fabrikam çok kıymetli. Elimden alındılar. Ara sıra aklıma geliyor. Yutkunuyorum. İçim acıyor. Öfkeyle geriliyorum. Üzüntülerimde ve kederimde haklı mıyım? Değilim. 

Zamansızlıkta var olmayan her şey fanidir. 

Zamana bağlı olarak varlığını sürdüren her eşya fanidir. Ebedi değil ki kaybettiğimde bir noksanlık olsun. Fani eşya, ebedisini elde etmek için yaratılmış bir tahvil senedidir. Senedin kendisinin zâti kıymeti olabilir mi? 

Ömrüm 80 yıl değil de 8 hafta sürseydi. Eşyaya aynı değeri verecek miydim? 

Dünyanın ömrünü hızlandırsam… Hızlandırılmış bir dünya tarihinde kim saray sahibi olmak ister? 

Kim birkaç hafta padişah veya kral olmak için kendini paralar? 

Zamanın yaşadığımız ritmi aldatıcı. Bu ritimde iken fani şeyleri bâki sanıyorum. Yaratılmışın nazarı yani benim bakış nazarım bu.

NAZAR-I İLÂHİ

Peki Yaratıcı’nın “nazar”ı nasıl bir şey olabilir?

Gözlerimi aydınlatan mal ve mülkümün Allah’ın nazarında değeri nedir acaba?

Onlarca katlı bir gökdelen, cam bir plaza Allah nazarında değerli mi?

Kendimi güvende hissetmemi sağlayan banka hesaplarım, naktî param, milyonlarım, milyarlarım… 

Bunların Allah’ın nazarında bir değeri var mıdır?

Değerli olsaydı sevmediklerine böyle “değer”ler verir miydi?

Tabii ki yok.

Allah, eşyanın değerli olmadığını bize anlatıyor. Değerli şeyin ebediyete teveccühle kazanılacağını bize gösteriyor. (Tevbe 111) Faniyi verip bakiyi satın almamızı işaret ediyor. Ama ben elimden alınanları hala aklımdan atamıyorum. Elinden oyuncakları alınmış çocuklar gibi feryat ediyorum.

Hadis net bir şekilde ifade ediyor:

“Dünyanın, Cenâb-ı Hakkın nazarında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.” (Tirmizî)

Deniz kenarında kumsallar vardır. Çocuklar kürek ve kovalarla kumda oynar, kumdan kuleler, saraylar yapar. Bu kumdan sarayların kaderi nedir?

Oyun bitince yıkılmak veya güçlü bir dalgayla dümdüz olmak.

Aslında ömrümüz bir kumsalda geçiyor. Kumdan emlâki “gayrimenkûl” sanıp yanılıyoruz. 

Allah değer vermiyor. Biz veriyoruz.

Kumdan kulesi bir başka çocuk tarafından yıkılmış çocuklar gibiyim. Oysa kaderin takdiriyle bir faniyi verip ebedi olanı satın alma seçeneğim var.

Üzerine ümit bina edilecek tek bakış açısı Yaratıcı’nın bakış açısı olabilir.

Kendime kriter olarak “Nazar-ı İlahi”yi alırsam gözüm keskinleşir ve asla yanılmam.

ÇALINAN MAKAMLAR VE YILLAR

Ömrümü ve senelerimi bâki ve kendime ait sanıyorum. Allah, hikmetini muhtemelen ötede anlayacağım şekilde 5-6 yılımı veya daha fazlasını elimden alıyor. O fani yılları benden satın alıyor. Yüzlerce yıl ameli salih yapsam erişemeyeceğim zirveleri bana lütfediyor. Ama ben “gençliğim gitti”, “yıllarım zayi oldu” sanıyorum.

Benim nazarım bu, Yaratıcı’mın nazarı bu…

Omuzumda apoletler, ismimin önünde fiyakalı titrler vardı. Bunlar benim nazarımda çok değerli idi. Bakıp bakıp içimi aydınlatıyordu. Peki bu geçici apoletlerin, fani ünvanların Allah nazarında bir kıymeti var mıydı? Yoktu. Tıpkı tarihin çöplüğünde şimdi çürümeye durmuş binlerce paşa, mareşal apoleti gibi. Kaftanını sürüyerek gezip dünyaya hükmeden vezirlerden baki kalan atlas kaftanlar bile çürüdü.

Karun’dan daha zengin kim vardı ki! O zenginliklere şimdi ne oldu?

Şunu diyebilirsiniz: 

“Ama ben o titre, ünvana, mal ve mülke rızayı ilahi için sahiptim. Allah rızası doğrultusunda kullanıyordum!”

Eğer bu düşüncede samimiysen o halde bunları Allah aldığında niye üzülüyorsun?

Allah’ın sana taktığı apoleti Allah’tan başkası alabilir mi? Onları bir kısım haşeratın aldığını düşünüyorsan yanılıyorsun. Erol Taş, Yeşilçam filmlerinde hep kötü adamı oynardı. Bazı seyirciler onu sokakta gördüğünde dövmeye kalkardı. Nazar’ımızı nazar-ı ilahi ile örtüştürmezsek esbaba takılırız. Ve mele-i âlâ sakinleri ve melekler bizi işte onlara benzetebilir. 

DEĞERLİ VE KUTSAL TEK ŞEY

Şu masmavi küremizde değerli olan şeyler, göklere uzanan plazalar, yıldız yıldız apoletler, başkanlıklar, bakanlıklar ve valilikler değil. Bunlar değerli olsaydı en sevdiği insanları bunlarla aziz kılardı. Allah nazarında kıymetli tek bir şey var: Takva. Belki de sizde bu azdı da Allah sizi sevdiği için size bunun kapılarını açtı ve bu yola cebren yöneltti.

Takva “ihsan” ölçüleri içinde Allah’ı duymak, O’na yönelmek ve önünde haşyetle eğilmek. Bu hâli kazanmış bir insana dünyayı tamamıyla hediye etseniz dönüp bakmaz bile. Takva temas ettiği şeye ebediyet kazandıran bir iksir. Onun temas etmediği külçe altınların taştan tuğlalar kadar bile kıymeti yok.

(“Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır.” (Bakara, 197) “Zâd” kelimesi, yiyecek, içecek, giyecek, binecek ve diğer ihtiyaçlara harcanacak mal demektir ki dilimizde “levazım” denir. Elmalı) 

ZOR TEST

“Nazar”ımı test edebilirim?

Önüme bırakılan 3-5 deste dolar-euro içimi aydınlatıyor mu?

Yoksa bu parayı Rabb’den gelen bir imtihan sorusu olarak mı görüyorum?

Yerinde harcıyorsam, ihtiyacı olanlara ulaştırıyorsam o kâğıt desteler kevser kadar azizdir. Aksine biriktirdikçe biriktiriyorum ve bu ruhuma huzur ve ferahlık veriyor. Eğer öyleyse o desteler üzerinde tarihleri belli, dünyevi ve uhrevi bela ve musibetlere ait birer davetiyedir. 

Zifosa bulanmış, dokunduğunuzda elinizi kirletecek birer kâğıt parçasıdır.

TASHİH-İ NAZAR

Kaybettiklerim veya elimden alınanlara belki yanlış bir nazarla bakıyordum. Veya kaybettiğim apolet ve ünvanlarım sonrasında güç zehirlenmesiye beni yutup yok edecek birer akabe idi, bilmiyorum. Eğer öyleyse elimden alınması Allah’ın beni sevdiğini göstermez mİ?

Allah’ın nazarında kıymetli olan, gerçekten bâki ve değerli olandır. Benim nazarım özgür değil, eşyaya ebediyete endeksli bakmıyorum. Nazarım dünyevi ve geçici emellere esir.

KENDİ MONA LİSA TABLOM

Mülki amirdim. Makam benim nazarımda değerliydi. Halkın nazarında fiyakalıydı. Kıymetli işlere vesile oluyordum. Ben memnundum. Halk memnundu. Peki ya Hak?

Allah ne kadar değer veriyordu yaptığım işe?

O halk çoğunluğu Allah’ın nazarında çok değerli miydi bilmiyorum.

Belki de ben değerliydim, Allah değer vermediklerine hizmet etmemi istemedi?

Onu da bilmiyorum.

Makam ve mevkiler; krallık, padişahlık, vezirlik, paşalık boş ve fani klişeler.

Profesördüm, şimdi bir okulda stajyer öğretmenim. Genel müdürdüm şimdi Amazon dağıtıcısıyım. Omuzumu yıldızlar süslüyordu şimdi bir kampta bulaşık yıkıyorum. 

Yeryüzünde en değerli tablonun Louvre müzesindeki Mona Lisa tablosu olduğu söylenir. Bence her insan için en değerli tablo Allah’tan gelene razı olma tablosudur. O fotoğraf ebediyete namzet, renk atmaz, çürümez ve zamanın aşındıramadığı bir tablodur ve her insanın isterse elde edebileceği bir tablodur.

YEŞİLÇAM’DAN HOLLYWOOD’A

Hemen herkes elindekini kaybetti. Maddi makamlar gitti. Sıfırlandı. Mali varlıklar sıfırlandı. Hemen herkesin hayatı romantik, monoton ve mutlu bir Türk filmi iken bir anda aksiyondan nefes almanın zor olduğu bir Hollywood filmine döndü. Kimi insan “Yüzüklerin Efendisi”nde ter döktü, kimi “King Kong”dan kaçtı. Kimileri “Terminatör”le savaştı, “Yıldız Savaşları”na katıldı. Kimi “Avatar”da oynadı. Kader herkesin sırtının istiabına göre en ağır rolleri yükledi. Ve en güzeli şu ki bu insanlar o ağır rolleri altında inleye inleye kan ter içinde ıstırap çekerken bile kahir ekseriyet Allah’a saygıda kusur etmedi. Tarihin en güzel Rıza tabloları kan ve terle çizildi. 

MİLYONLARIN HİDAYETİ İÇİN PEŞİNAT

Hz. Yusuf, kuyuya düşmedi. Kuyuyla yükseldi. Esir pazarında onu 80 altın karşılığında satın alan Mısır Aziz’i değildi. Asıl satın alan Allah’tı.  Atılan iftiralar o günün insanları “nazar”ında çok iğrençti. Ama o iftiralar Allah nazarında Hz. Ayşe’yi de yükselten bir maniveladan ibaretti. Allah’ın “nazar”ı önemliydi ve o nazarda hep billûr gibi berrak, kevser kadar aziz idiler. Zindan yılları Hz. Yusuf’un gençliğinden çalınmış 7 veya 12 yıl değildi. Onu yücelten ve peygamberlik semasına çıkaran bir basamaklar zinciriydi. O basamaklarla yükseldiği marifet ufkundaki “nazar”ıyla artık vezirlik ve Mısır hazinelerini değersiz görebiliyordu. Bu nedenle onlara zerre kadar kıymet atfetmedi. Ahireti dünya şâşaasına tercih etti. Vezirlik kaftanın ve hazinelerin üzerine basıp şu duayı yapabildi: 

“Sana tam itaat içinde bir kul olarak canımı al ve beni hayırlı ve dürüst insanlar arasına dahil eyle!” (Yusuf, 101)

Hz. Bediüzzaman koca bir ömür mahrumiyet içinde ve kutu layemut ile yaşadı. Yiyemediği enfes yemeklere üzülmedi. Zindan ve sürgün yıllarının envanterini tutmadı. Ve onun Allah’tan gelenlere rızası karşılığında Allah risaleleri ihsan etti, risalelere ebediyet kazandırdı. Onu milyonlarca insanın hidayetine vesilelikle teşrif kıldı.

TAHDİS-İ NİMET VE ÜÇ BÎHEMTÂ ARMAĞAN 

Allah adına çektiğim her mihnet üç ayrı altın armağana vesile olur. 

İlki kalan ömrüm salih dairelerle kilitlenir. Bununla ömrüm bereketlenir. Önüme sürekli hayır fırsatları çıkar. Bazen 1 yılda geçmiş hayatımda 10 yılda yapamadığım işleri yaparım. 

İkincisi Allah’ın bilemediğim maddi ve özellikle manevi ihsanlarına davetçi olur. Benimle çevre ve yakınlarıma hatta bilemediğim birilerine hidayet kapıları için bedel olur.

Üçüncüsü fani kayıplarla ebedi bir ahireti satın alırım. Allah adına ödenip de eşsiz karşılıklar bulmayan hangi bedel vardır ki! 

Yanlış bir bakış açısına sahipsem “nazar”ımı güncellemem gerekir. Kaybettiklerimi listelediğim sütûnu; evi, barkı, ünvanımı ve çalınan yıllarımı kayıp olarak görmem onları “Alan”a yani Allah’a saygısızlık olur. Asıl apoletlerim ve nişanlarım işte bu kayıp listem ve Rıza tablomdur. Fahirlenmek bana yakışmaz. Ama bu fani şeylerle bana ebediyet kapısı açan Rabbî’me teşekkür ederek ebedi nişânlarımla iftihar edebilirim, tahdis-i nimette bulunabilirim.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

21 YORUMLAR

  1. Kaleminize saglik. Ben de bastan beri boyle dusunuyorum. El konulan okullar yurtlar mallar mulkler zaten vazifesini yapiyorduysa ve Allah raziydiysa ne ala bize emanetken vazifelerini yaptilar ve emanetci emanetini aldi. Yok isin icine nefsimiz girdiyse vs degisik sebeplerden oturu rizasi yoktuysa, zaten olmaz olsun o mal mulk okul yurt! Ayni durum evlat es akraba hatta dost bildiklerimiz icin de gecerli…

  2. Anne babası iyi eğitim almış bir dostumun çocuğunu gördüm geçen. Ne hedefliyorsun dedim. Berber olmayı istiyorum dedi. Annesine babasına gittim, bu sizi üzmüyor mu dedim, üzmek ne kelime, Türkiye de olsaydı bu çocuk şu an Boğaziçi, Odtü deydi kimbilir. Üzmez mi ah kardeşim dedi.

    Mesele berberliği hafife alma vs değil Veysel Bey. Mesele çok açık net duruyor.

    Kaybetmek geçmişe dair bir söylem. Dün kaybedersin, bugün kazanırsın. Dün bugünü çok etkilemez. Biz geleceğimiz olan çocuklarımızı ve onların temsil edeceği HİZMET i de kaybediyoruz.

    Konu bir berberin, eğitim yoluyla bir ünvan, meslek edinmeyenin hizmeti anlatması anlatmaması değil.

    Okullar, dersaneler açtık sonuçta. Ne gerek vardı demedik. GEREKLİLİĞİNİ hepimiz biliyorduk.

    Biraz emek verilse, rahatlıkla burada hukuk okuyabilecek bir yerli abinin çocuğu, acaba okulu ya bitiremezse, üniversite mezunu olarak işsiz kalırsa kaygısıyla KOLAY olan bir şeye geçti.

    Sizden ricam şu Veysel bey, neyi nasıl anlatırsanız anlatın, nasıl yazarsanız yazın, hangi manevi ruhu vermeye çalışırsanız çalışın, bu yazdığım durumu desteklemesin. Ya bak, esas olan ahiret, ne önemi var ki, ruhu uyanmasın.

    İstemez misin ya Ömer Dünya onların Ahiret bizim olsun dan kasıt, titrlerden uzak, ünvanlardan uzak, münzevi bir hayat değil Veysel bey. Hz. Ömer Halifeydi. Bir yönüyle titrin en yükseğindeydi.

    Konu ünvan titr değil. Eğitim ile gittiğinde, yetişen insan öyle ya da böyle ünvan sahibi olacak.

    Olayı buna indirgemek, bağlamınızdaki ruhu desteklemesi açısından makul olabilir, ama insanları tembelliğe, gayretsizliğe sevk ediyor.

    Kafası kesilmiş bir beden gibi oluruz yoksa.

    Eğitim eğitim eğitim.

    Farkında mısınız, hala eskinin kredisini emeğini yiyoruz. Gazetelerimizde, dergilerimizde, youtube ımzda titr siz bir kişiyi çıkarmıyoruz. Ya maddi dünya da bir yere gelmiş TİTR sahibi, yahut manevi olarak kendisine yüklediğimiz anlam itibariyle TİTR sahibi.

    TİTR konusunu da açmak gerekiyor.

    İnsan nedir?

    Kimine göre bir kas yığını, kimisine sinir yığını, kimisine göre iskelet yığını. Her biri de insanı tarifliyor.

    21. yüzyıla hitap edecek insan da böyle olmalı. Ne sadece kas yığını, ne sadece sinir yığını, ne de iskelet yığını hepsinden olması ideal.

    En azından ideal. Titr e de bu gözle bakın.

    Tekrar edersem, Veysel bey, çok teşekkür etmekle beraber, bu yazıların içine bu dediğim ruhu da destekleyecek birşeyler ekleyin.

    • Çok isabet olmuş Yılmaz Bey’in yorumu. Değilse kendi çalar kendi oynar moda geçiyoruz. Teselli birebirde olabilir, buradaki züğürt tesellisine yakın olmuş. Allah verdi /Allah aldı / biz de iman ettik / acı değildi, doğrusu buydu, içi boş ise vs gibi sözler boş laf… bugünün sorusu ise daha iyisini, daha güzelini, yerellere uygun tarz-ı hizmeti tüm dünya insanlığı faydasına bugün hangi adımlarla nasıl yaparız? Soru bu.

      • Mesud bey teşekkür ederim yorumunuz için. Çocuğu ölen adama cenazeden sonra, Allah verdi Allah aldı deriz. Evet deriz ama bir süre sonra, e artık hayata da adapte olmalısın da deriz dimi. Bazen kendini kapatan, hayata küsen olabilir, birinin onu silkelemesi gerekir de. Bu minvalde benim yaklaşımım Mesud bey biraz da.

        Sanki eğitim işinden vazgeçilmiş gibi davranılıyor. Öyleyse, istişare etmelerin, bir araya gelmelerin anlamı da kalmıyor ki.

        Muavenet gündemi kalktığında ne konuşulacak onu merak ediyorum. Beşeri sermayenin durumu şu şu an, bir zamanlar hayatın tüm ünitelerinde ünvanlı ünvansız, kurumsal hizmette ya da dışarda bir şekilde işin içinde tutmuş, ama yaşları 50 lere dayanan devasa bir kesim var. Sosyal yardımlarla geçinen, bildiğin sadakanın, zekatın kendisine düştüğü insanlar hüviyetinde onbinleriz biz. Hayata atılmanın yıllar alacağı memleketlerdeyiz biz.

        Peki alttan gelen nesil, az büyüdüğünde çoluk çocuğa karışacak potansiyel bir mütevelli hüviyetinde.

        Kaldı ki bizlerde bir yönüyle öyleyiz.

        Farkında ya da değil Veysel bey, zaten bir süre sonra, yeryüzünün en mütevazı cemaati olacağız, titr li ünvanlılığı yerlere vururken ıskaladığımız şey, hepimizin artık mülteci oluşu. Dahası ruhuna mültecilik ruhu, ve ellerine de mültecilik işlerinin yapışmasının başlaması.

        Bu filmi biliyoruz biz. Bunu yaşayan niceleri oldu.

        Eğer iyi motive edilirse, çok başarılı bir geleceğin tohumu da olabilir ve hatta içlerinden çıkabilir, yoksa hayatı kederle hüzünle geçen bir toplulukta olabilir.

        Yani başarı hedefi, eğitim hedefi, gayretlendirme yönlendirmeleri, bir çeşit kederden hüzünden uzak tutmanın ilacı da Mesud bey.

        Kim nerede nasılsa, dil öğreniyorsa dilinde teşvik etmek, lütfen ciddiye alın bu bir hizmet ayrıca demek, bitirene neden şartlarını zorlamayıp kendini daha ileriye taşımıyorsun demek, aslında zindeliğin de bir şartı.

        Eğitimin orjininde olduğu, bilmenin öğrenmenin öğretmenin orjinde olduğu bir hareket bu.

        Çay sohbetleri olsun daha nitelikli ortamlar olsun, bir kişinin ağzından da, aman lütfen kardeşim, şu bulunduğunuz ülkelerin dillerini öğrenin, hem de bu bir büyük bir hizmet hedefidir,

        hem kendinizin hem çoluk çocuğunuzun hedefi olsun diye bir tahşidat vari şey duymadım.

        Daha kötüsü, hala Almanca kursuna mı gidiyorsun diyen tuhaf bakışları, ömür mü yeter sizin yaptığınıza diyen insanların o sırıtışlarını görüyoruz.

        Övünüyoruz ama dimi, başarılı adama hasretiz de, öylesini alıp dosta düşmana niza verir gibi göstermekten de keyif alıyoruz.

        Bir analiz edilse, 7 yıllık serüvenin ardından, hizmet hareketinin insanları ne aşama kat etmiş, ve özellikleri çocukları ne aşama kat etmiş. Bunların maalesef yeterince dert edinildiğini görmüyorum.

        Mevcut haliyle, bir menzil, bir Süleyman Efendiden ne farkımız var.
        Uygulama, yansıyan olarak hayata, farkı var ise, biri söylesin.

        Ama ağzımızı açtığımızda büyük büyük konuşmayı seviyoruz. Osmanlı övgüsü yapan, yıkılmış Cumhuriyetin muhafazar çocuğu gibiyiz sanki.

        Emek verilmesi, gayret edilmesi bunun sürekli işlenmesi, alttan alta bir dinamizm verilmesi gerekirken, ne çay ortamlarında ne medyamızda, ne youtube muzda, ne entelijansiyamızda böyle bir emek, gayret görmüyorum.

        Oysa şahsı maneviyi korumanın önündeki en büyük sed bu eğitim dinamizmini insanlarda başlatmak. Duran insanlar kokar, kokuşur, konuşur.

        Tüm bunlara rağmen, su mecbur akıp yolunu buluyor, birilerinin birşey demesine gerek kalmıyor, herkes kendi yolunu, çoluk çocuğunun yolunu düşünüp adım atıyor. Beklediğim şey büyük değil aslında, motivasyon ruhunun her tarafta olması. Başkasına gücü yetmez, ama en kolay şey, satır, söz, görüntü, bu kadar medyayla görüntüyle içli dışlı olan, bu kadar boş zamanı olan kim var ki bizden başka.

        Ama bunların içinde, EĞİTİM kelimesi, gayret, emek verme, uğraşma, dünya hedeflerini de es geçmeme motivasyonunu görmüyorum.

        Türkiye de, gece gündüz çalıştırıp üniversiteyi kazansın sonra da o da bir başkasına el atsın, bu imece devam etsin ruhuyla eğitim faaliyetlerimiz olurdu.

        Şimdi bunun adı ufak ufak makam, mansıp, dünyaya talip olmayla bir anılmaya başlıyor buralarda.

        Bu işe sahip çıkın diyor hocaefendi ve ekliyor dimi hizmet etme yolları bulun diye.

        İçinde EĞİTİM in olmadığı İş den ne geriye kalıyorsa, mevcut manzara o. Oysa, biz hocaefendiden öyle öğrenmedik değil mi.

        Bir gece sabaha kadar, FEM dersanesi öğrencilerinin isimlerini tek tek okuyup onlara dua ettiğini duymuştum vaktiyle.

        Ders çalışmalarınız, çözdüğünüz sorular, şeytanın kalbine atılan bir ok gibidir belki sözlerle büyüdük biz.

        Veysel bey hakkını helal etsin, onun bağlamı yerinde, onu kast etmiyorum,

        ama şimdi ufaktan ufaktan titrlere, ünvanlara laf vurmalar üzerinden, aslında kendi geçmişimizi inkar ediyoruz.

        Hizmet bu. Eğitim. Eğitim sonucunda da herkes hayatın her yerinde de olacak.

        Bu dünyaya yapılacak en iyi katkıyı, donanım olarak bu şekilde yapabilir bu insanlar.

        En iyi bildiğimiz iş bu. Esnafından, öğrencisine.

        Emeksiz yemek olmaz. Geçmişte onca başarının ardında, ve terakkinin ardında devasa bir fedakarlık, gayret vardı kısaca.

        Sadece yıkıldık, vardır hikmeti deyip durmak ayrı,

        yıkıldık, vardır hikmeti ama bildiğimiz ne ise yine öyle eğitim faaliyetlernide bulunacağız, kendimiz dahil herkesi hem eğiteceğiz, hem terakkisi de yanında gelecek deyip gayret etme devam etmek ayrı.

        Aynı gibi görünse de, vardır hikmeti deyip kenara çekilmek pasifliğe, çürümeye götürüyor.

        Etrafımda kimi görürsem, dilini çok iyi öğrenmesini, elinden geldiğinde gayret etmesini ısrarla tavsiye ediyorum.

        Denmiyor muydu bir yerde 10 şakirt varsa, bir şakirtin en fazla 10. olmaya hakkı var diye.

        O ruh yeniden canlandırılmalı.

        Ruh verilmeli, canlı kanlı şimşek gibi cap canlı insan ruhuna evrilecek satırlara ihtiyacımız var o nedenle. Rehberlik yapmasını beklemiyorum hizmet medyasının, ama yazdıkları yazıların insanı gayrete yöneltmesini bekliyorum.

        Bir kelime çıkarımı yapılsa, hizmet medyasında, entelijansiyasında, yazılı görsel her yerde, ve çay sohbetleri dahil toplanılan her ortamda,

        eğitim, gayret, çalışma, öğrenme..kaç defa geçiyor diye..

        İnanın yüzdelik dilimi çok azdır.

        Ama HİZMET kelimesi devasa oranda çıkacaktır.

        İyi ama at başı bu ikisi.

        Eğitimsiz hizmet olmaz ki.

        Eğitim eğitim eğitim.

        Hem kendimizi motive edicez, kim nerede nasılsa, öğrensin, okusun geliştirsin, dilini öğrensin, ilerleyen varsa hatta ilerlesin, akademi de, üniversite de var ise yolu uğraşsın diycez,

        Hem de çocuklara, gençlere bu ruhu aşılıyacağız.

        İnsan, duyduğudur, gördüğüdür, okuduğudur.

        Etkilenen varlıklarız.

        Madem öyle, nasıl etkilediğimizi de görmemiz gerek.

        Teşekkür ederim.

        • Bizler hep kiyamet koptu kopacak aculuguyla isler yaptik. Cok kritik bir mesele olan egitim de bundan nasibini aldi ve aracin araci haline getirdi. Birakin bir aksam olmayi, nerdeyse bir conta vazifesi gördü egitim.
          Oysa egitim, doldur-bosalttan öte bi sey. Egitim psikolojisi diye bi sey var, egitim felsefesi diye bi sey var, sonra efendim egitim idaresi, egitim ekonomisi, egitim ahlaki, egitim teknolojisi, egitim tarihi var mesela, adamlar bi vakit “ucan üniversite” kurmuslar, sonr efendim egitim kültürü var, bunlarla alakali acilmis kürsüler, yazilmis tonla kitaplar var.
          Bizler elimizde tek bir varlik ile, “yasatmak icin yasamak” ideali ile yola ciktik ve bu gibi temel alanlarda knowhow eksikligi dolayisiyla ilk bozgunda toparlanamadik.
          Ve bunun sebebi de belli: Dünya “yasatmak icin yasama” idealiyle yaptiklarimiza belki hayrandir, fakat bu isleri bizden daha iyi yapanlarin oldugunu da biliyor dünya. En önemlisi dünya sunu biliyor: Bizim egitim dünyasina kazandirdigimiz bir basucu eserimiz yok, modern dünyanin egitim sorunlarina care sunacak önerilerimiz yok.
          Ne kadar enteresan di mi, biz sadece egitim veya sanat, edebiyat veya ne bileyim mimari, cevre alaninda bile bir yetkinlik arz etseydik, bu isin uzmani olsaydik, dünya egitimcilerine en azindan belki ümidimiz bu adamlardir dedirtebilseydik, emimim su an bize herkes mikrofon tutuyor olacakti. Sadece egitim konusunda da degil, yasadigimiz magduriyetler konusunda da pesimizden ayrilmayacaklardi, onlar merak edecek, onlar soracak, biz anlatacaktik.

  3. Ben başka bir zaviyeden bakmak istiyorum

    Bu söyledikleriniz ferd planında okey, yani zarar görenleri teselli etmek istiyorsunuz, okey anlıyorum.

    Ama biz koskoca bir cemaatiz, dünyanın en zeki kaliteli insanların bir araya geldiği bir cemiyetiz. Kara cahil ahlaksızlara yenildik, elimizdeki bütün dünyalık değerleri(okullar filan) kaptırdık, hayallerimiz de yıkıldı. Dere yatağı(derin devletin yolu) olduğunu bildiğimiz halde dere yatağına ev yaptık. Eninde sonunda sel geleceğini biliyorduk.

    Dikiz aynasına sürekli bakmanın anlamsızlığını burda anlatmaya gerek yok

    5-10-20 yıllık kalkınma planlarımız ne olmalı nasıl toparlanmalıyız? aynı zamanda bu hataları tekrarlanmaması adına nasıl profesyonelleşmeliyiz, bu konulara eğilsek daha iyi olur değilmi?

    yoksa bu yazdığınız yazı daha çok bazı şeyleri örtme suçları gizleme gibi bir duruma düşer. çünkü biz bir cemiyetiz, başarı fertlerin başarısılık ise idarecilerindir.

    okadar çok çözülmesi gereken problemlerimşiz varki hala eski düzen hareket edilmek

    aksi takdirde “İşte eski hâl muhal, ya yeni hâl veya izmihlal.”

    İzmihlal kelime olarak bozulup gitmek, perişan olmak, yok olmak, görünmez hâle gelmek gibi anlamlara geliyor. Otoriter ve diktatör rejimlerle yönetilen İslam aleminin perişan ve görünmez hâli buna şahittir.

    NEDEN BİZ FARKLI OLAMIYORUZ

  4. Tüm bu imkanları Allah aldıysa, neden AKP´lilere “insi şeytan” diyorsunuz?
    Neden onlarla kucaklaşmıyoruz? Değer mi üç günlük dünya hayatı için küs kalmaya? Hem de üç günden fazla küs kalmaması gereken Müslüman kardeşlerin.
    Dünya fani, ahiret baki…
    Madem dünya bu kadar önemsiz, neden Allah bana kul hakkı ile gelmeyin diyor? …
    Yukarıdaki yazıyı ben problemli görüyorum. İnsanlar teselli edilecekse başka bilim dallarından da yararlanmak lazım. Ilahiyatçı yaklaşımı problemli.
    Ben çalışayım, çabalayayım, hayatımı verip bir şirket kurayım, bir makama geleyim tırnağımın hakkı ile, sonra üç beş soytarı gelsin, “Artık burası benim, s…tir git” desin. Çoluk çocuğumu mağdur etsin. Bana ülkemde yaşama hakkı tanımasın.
    Yurtdışında hayata sıfırdan başlamak zorunda kalayım. Vasıfsız işçi olarak çalışayım.
    Sonra siz diyeceksiniz, dünya fani.
    Dünya fani de, yaşadığımız sürece çok önemli. Sana bir tokat atana öbür yanağını da uzat, sövene elsiz vurana elsiz edebiyatı kitap sayfalarında iyi, ama gerçek hayatta acı verici.
    Kısa yazacaktım, yine uzadı gitti.
    Dünya fani ahiret baki yaklaşımından her şeyi unutalım sonucu çıkmamalı.
    Ki, her kuşak aynı sorunları yaşamasın. Bir kere de başımıza gelenden ders alalım, bir hassasiyet oluşsun, gelecek kuşaklar bunu bunu ve bunu yapmayalım desin.

  5. Nazari güncelleyelim de bu is haydan geldi huya gittiye dönmesin. Evet Hayy´dan gelir Hu´ya gider de, bu isin baska incelikleri de var, bizi biz yapmasi gereken.

    Mesela Hizmet anlayisimiz. Biz Hizmet´ten ne anliyoruz? Hizmet vermek mi, Hizmet almak mi? Bu baglamda karsimizda Hizmet´e sempati duyan bir insan olsun. Biz bu insanin nesine bakacagiz önce? Bu insan bizim icin öncelikli olarak ne olmali? Esnaf mi olmali, abone mi olmali, kurban bagiscisi mi olmali? Biz bu adamin öncelikle cebine mi bakmaliyiz, okutulacak cocuklarina mi odaklanmaliyiz, onu bir sekilde kullanisli bir istatistige mi dönüstürmeliyiz yoksa biz mi ona Hizmet götürmeliyiz?

    Veya kendini tayine tabi gören bir insan “Abiler beni uygun gördükleri yere gönderebilirler, benim icin dünyanin her yeri aynidir” diyor mesela. Hos bi seydir muhakkak. Ve fakat abileri meseleye ve kendine bu sekilde bakan o insanda ne görmelidirler? “Sakirtler bizim icin nereye sürersek oraya gidecek insanlardir, biz onlari velileriymiscesine ordan alir oraya koyariz” diye mi bakmalilar, yoksa “Bu insanlar bize anne-babalarinin emaneti, kafamizda göre ordan alip oraya, surdan da buraya sürebiliriz” rahatligiyla mi bakmalilar.
    Himmet toplanmistir mesela, cok zengin de vermistir, cok fakirde, ben bu paralarla is yapma mevkiinde olan biri olarak kendimi cesmenin basinda gibi mi görmeliyim, o paralarla özenti batagina sapmis mirasyedi gibi mi davranmaliyim, yoksa her kurusun hakkini düsünerek mi hareket etmeliyim. Ben o paraya bakinca ne görmeliyim: Icinde lüksün fink attigi gazete binalari, okullar mi yoksa alinteri damlayan emanetler mi?

    Nazarimizi güncellememiz gereken daha cok sey var. Hastalarimiz, mahpuslarimiz mesela, sanki bu aralar istismar ediliyorlarmis gibime geliyor. Agzini acsan onlardan bahsediliyor. Sonra mesela kendimize bakisimiz. Hocaefendiyi bir “hatasiz lider” olarak görenler var, kendilerini böyle bir liderin etrafinda halelenmis dokunulmaz bir ekip olarak görenler var. Biz diyorlar sizin icin düsünülmesi gerekeni düsünüyoruz diyorlar, siz kendinize bakin, pazartesi-persembe oruclarinizi tutun, bizim maneviyat seviyemize bir ulasin, yoksa hadi isinize, hadi isinize diyenler var.
    Evet nazar güncellemesi önemli bir mesele

  6. Harika bir yazı. Allah razı olsun.!

    Fakat, süreçten ders alınması gerekir. Hemen herkes. Ve herkes, önce kendi hatalarına odaklanmalı. BÂŞKALARININ DEĞİL.!

    Ayrica kişiler lütfen bu süreçten dolayı sürekli öndekileri kınayıp durmasın. ! Hizmetin başına getirilen olay sadece azılı bir hırsız ve derin çetenin işi değil. Dünyada barış kardeşlik ve sevgiden rahatsız, silahların susmasından zarar edecek, Silah tüccarları ile İngiliz derin devletinin işi gibi geliyor bana.

    Bu şeytanca planlarla başetmek te öyle sanıldığı gibi kolay değil. Her yalanı rahatlıkla söyleyen, koltuğu için herşeyi gôze alanlarla mücadele, Allah’ın inayeti olmadan mümkün değil. Özetle , akıllı stratejiler yanında Allah’la irtibatı kuvvetlendirmek gerekir.

    • Kimi suçlayacağız? öndekiler cümlesi bile kendi başına problemli ve hakikaten böyle bir fenomen var. Ve hakikaten bu adamların hizmete girdiklerinden beri ne işleri var orda? kendi yerlerine bile insan yetiştirememişler. nice kaliteli insanlar geçti onların yüzünden bir sürü projeyi yapamadık.
      Nasıl ki TC devleti kaliteli insanları değirmen gibi öğütüp yok ediyorsa aynı şey hizmette de oluyor ve oldu

      Nerdeyse 500 yıldır beklenen ve özlenen yükselme duygusu potansiyelinin önünde engel olmadılarmı? neden gençlere bu işi devredemiyorlar? Nasıl bir mantık bu? Hizmet kaidelerine taban tabana zıt mevzular. Yüksek kametli ruhlara, muhteşem hikayelere baktığımızda hep esnaf kesim hiç icradan idareden kimse yok.

      En basitinden HE yurt dışına gidin Türkiyeye bir çivi bile çakmayın dedikten sonra binlerce insanı yurtdışından Türkiyey taşıyanlar kimler? en basit mevzuda problemde bile hizmette muhatap bulamıyorsun bugün bile

      Öndekiler çıkmış ALDANDIK diyorlar, eee madem aldandın bu yazıyıda hak ediyorun. Elinde dünyanın en kaliteli insanları varken aldanma hakkın yok. Istişare edecektin, gerçek istişare, çünkü milyonlarca insanın hakkına girdin, ne yapacaksın öbür tarafta, aldandıysan öbür tarafta ne yapacaksın hiç düşündümü?, düşünselerdi çatlayıp ölürlerdi dimi, varmı çatlayıp ölen YOK YOK.

      HE ye bile “KAHROLASI ABİLİK” dedirtmedimi bunlar. hala ordalar. nesiller arasındaki fark 3-5 yaşa indi be ya. Bugün biz kampta yapılan bir arbadeyi bir ahlaksızlığı konuşuyoruz, bu ahmak mevzuyla ilgileniyoruz, öndeki dedikleriniz utanmıyorlarmı? Çözemiyorlar mevzuyu müptezeller.

      Bu hizmette KUTSAL HİNT ÖKÜZÜ yoktur, herkes müsavidir. Öndekiler diye bişeyi YUTMAYIZ. Yaşı küçük/büyük herkese abi deriz. Ben nice abiler biliyorum, şimdikileri ona katlar(neden çünkü devredemiyorlar), vazifesini gençelere devretti. Ve o insanlar aranıp sorulmuyor bile, ha onların öyle bir dertleri yok o ayrı konu. Bu hizmette kimse kendini bişi zannetmesin.

      Derha ve ivedilikle özülemsi gereken binlerce dahili problem bizler bekliyor. Bu hizmet kimsenin şahsı malı değil

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin