Buz gibi soğuk

YORUM | YÜKSEL DURGUT

Gazeteci Yazar Ahmet Altan toplam 4,5 yıl kaldığı cezaevinden çıktıktan sonra Yasemin Çongar’a verdiği röportajında şöyle demişti; “Sağlığım çok iyi, moralim iyi, hapishanede kendime iyi baktım. Hapishane zaten o kadar da korkulacak bir yer değil. Bir motto var ya ‘Silivri soğuktur’. Silivri soğuk değil. Kaloriferleri harikulade yanıyor…”  

Ahmet Altan, “Silivri soğuk değil” şeklindeki ifadesiyle, muhtemelen Silivri cezaevinde yaşadığı deneyimler, orada gördükleri ve tecrübe ettiklerinden, demir parmaklıkların ardının zor ve acı verici olduğunu vurgulamak istemiştir. Ben, Altan’ın bu anlatısını Silivri’nin zorluğunu ki o dönemde OHAL’ın verdiği karartmalar ile çekilmez bir ortam olduğunu belirtmek için kullandığı bir metafor olarak algılıyorum. 

Silivri benim için buz gibiydi. Çok soğuktu. Bu bir mecazi anlam değil. Ben ilk defa Silivri’de kaldığım dönemde çift çorap giymeye bile başlamıştım. Evet kaloriferler çok iyi yanıyordu ama beton ve cezaevinin o soğuk duvarları bu sıcağı da içine çekiyordu. Kişiliğinden ve haysiyetinden ödün vermesen de Silivri’nin soğuğu soğuktur. 

Hafta sonunda 1886 yılında inşa edilen ve 1890’dan itibaren hapishane olarak kullanılan ve şu an bir hatırlama ve kültür merkezi olarak hizmet veren tarihi Gestapo Hapishanesi’nde Tenkil Müzesi tarafından gerçekleştirilen sergi için Almanya’nın Frankfurt şehrindeydim. 

Hapishanenin bulunduğu sokağa gelinceye kadar bir şey hissettiğimi söyleyemem. Binanın girişindeki grafitiler kapıyı bulmanızı dahi zorlaştırıyor. Kapının önüne geldiğimde ve içeriye doğru ilk adımımı attığımda kanımın birden çekildiğini hissettim. Birkaç adım attıktan sonra vücudum diken diken oldu. Ayaklarımın bağı çözülmüştü. Girişte gardiyan kıyafeti giymiş birilerine rastlamış olsaydım, muhtemelen binayı terk ederdim. 

Tenkil Müzesi, burada açtığı sergiyle sistematik insan hakları ihlallerinin insan onuruna yönelik yol açtığı ağır tahribatı ziyaretçilerine Tenkil Felaketi üzerinden anlatmaya çalışmış. Bence başarılı da olmuş.

Nazi Almanya’sı döneminde işkence merkezi olarak kullanılan Frankfurt’taki Gestapo hapishanesinin Almanya ve komşu ülkelerdeki diğer hapishanelerden pek farkı yok. Almanya’da, tarihlerindeki bu zulmü anlatabilmek için hala müze olarak kullanımda olan birçok hapishane binası var. 

Gestapo (Gizli Devlet Polisi), Nazi Almanya’sı ve Alman işgali altındaki Avrupa’da gizli polis teşkilatı. 1933’te Hermann Göring tarafından Prusya’nın çeşitli güvenlik polisi kuruluşlarının tek bir organizasyonda birleştirilmesiyle kuruluyor. 20 Nisan 1934’te Schutzstaffel (SS) lideri Heinrich Himmler bu teşkilatın başına getiriliyor. 

İlk olarak kahverengi gömlekliler olarak da bilinen Fırtına Birlikleri’nden (SA) ve Alman polisinden seçkin kişiler seçilerek buralarda istihdam ediliyor. Sivil üniformayla polis birliklerinden ayrılıyorlar. İlk adı Geheime Polizei Amt yani GPA olan bu teşkilatın bu ismi basit olduğu düşünülmüş olmalı ki, Gestapo olarak değiştiriliyor. Die Geheime Staatpolizei’daki 6 kelimenin birleşmesi ile GESTAPO ortaya çıkıyor.

1945 yılında sivil kıyafetler içindeki Gestapo ajanları

1. Dünya Savaşı sırasında yaklaşık 45 bin üyesinin olduğu biliniyor. Ofislerine Gestapoleitstellen adı veriliyor. Günümüzdeki istihbarat teşkilatları için birer kötü örnek teşkil ediyor. 

Çeşitli organizasyonel değişiklikler ve artan görev dağılımıyla birlikte Gestapo’nun çalışan sayısı istikrarlı bir şekilde artırılıyor. Gizli Devlet Polis Ofisi, rejimin konsolidasyon aşamasında siyasi muhaliflere karşı gerçekleştirilen baskıcı önlemleri koordine etmek için 1933’te 50’den az çalışanı olan bir personel örgüt statüsünde. 

Gestapo 1935’te farklı bir tablo sunuyor. Yaklaşık 4200 çalışanıyla, devlet polis ofisi ve kontrol merkezleri 1935’te imparatorluk çapında gözetim ve zulüm aygıtlarını oluşturuyor. 1941’deki maaş bordrolarına 14.835 Gestapo üyesi kaydediliyor ve bunların yaklaşık 4000’i Reich dışında konuşlandırılıyor. 

Savaşın patlak vermesiyle birlikte Gestapo, zulüm önlemlerini mekânsal olarak genişletmekle kalmıyor, aynı zamanda yeni muhalif gruplarla da savaşıyor. Üçüncü Reich’ın sonunda, en az 45 bin kişinin istihdam edildiği belgeleniyor.

Gestapo, II. Dünya Savaşı sırasında önemli komutan ve generallerin korumalığını üstlenerek bir nevi askerî inzibat görevi de yaparak, kimi zaman SS’lerle ortak çalışmalar yürütüyor. 

Ayrıca savaş sırasında Almanya’da bulunan Müttefik casuslarını ortadan kaldırmak için de görevler üstleniyor. 

Gestapo’daki erler genellikle giriş kapılarında nöbetçilik yapıyorlar. Ayrıca toplama kamplarında aktif roller de oynuyorlar. Savaş sonrası çoğu kaçmayı başarıyor, yakalananlar savaş suçlusu sayılarak kurşuna diziliyor. II. Dünya Savaşı’nı anlatan filmlerde SS’lerle birlikte çokça boy gösteriyorlar.

Gestapoların bir diğer görevi de savaş ortamında olup bitenden habersiz halkı dolduruşa getirerek onların düşman kuvvetlerine karşı sivil bir güç olarak kullanımını sağlamak. 

Frankfurt’taki Klapperfeld polis hapishanesine 1933 yılının başlarından 26 Mart 1945’e kadar birçok kişi getiriliyor. Nasyonal Sosyalist yönetim döneminde siyasi muhaliflerin yanı sıra eşcinseller ve Yahudiler de burada hapsediliyor.

Klapperfeld’daki gözaltı hücrelerinin çoğunda ne akan su ne de tuvalet bulunuyor. Hücreler tek kişilik ve 1.65 x 3.00 m boyutlarında. Mobilyalar gün boyunca katlanan bir yataktan oluşuyor. Küçük bir ahşap tabure, küçük bir katlanır masa, çamaşır yıkamak için duvarda küçük bir raf, bir lavabo ve içmek için metal bir bardak var.

Mahkumlar gardiyanlar tarafından yüksek sesle komutlar verilerek uyandırılıyor. Savaş uzadıkça daha fazla sayıda eğitimsiz gardiyan görevlendiriliyor. Görevli gardiyanlar hücrelerin kilidini açıyor. Mahkumlar kovalarını alıp kova odasında boşaltmak ve temizlemek için hücrelerden çıkartılıyor. Kova odasında dayanılmaz bir koku var. Mahkumların bu sırada kendi aralarında konuşmaları dahi yasak. 

Gün boyunca yatakta oturmak ya da uzanmak kesinlikle yasak. Her hücrede, gardiyanların kontrol edebilecekleri bir gözetleme deliği bulunuyor. Her iki haftada bir eve mektup yazmanıza ve Gestapo’dan izin alarak fazladan yiyecek getirilmesine izin veriliyor. Kitaplar da sadece izinle alınabiliyor. 

OHAL döneminin Türkiye’sinde yukarıdaki hakların dahi engellendiği düşünülürse Nazi Almanyası’nın daha insaflı olduğu anlaşılıyor. 

Klapperfeld’da siyasi mahkumlar diğer mahkumlardan ayrılarak ayrı hücrelerde hapsediliyor. Cezaevi, 200 hücreye dağıtılacak 280 mahkûm için tasarlanmış. Ancak 1935 ve 1938 yılları arasında ortalama mahkûm sayısı 440’a kadar çıkmış. 

Gizli Devlet Polisinin bodrum katındaki kalıntılarının korunduğu müzenin koridorlarındaki haykırışlara karışan ziyaretçilerin gözyaşlarını duyabiliyorsunuz. Terörün Topografyası sergisinin bir parçası olarak halka açık olan bu binalarda 1945 yılına kadar yaklaşık 15 bin siyasi mahkûm ağırlanmış. Hücrelerinde sorguya çekilen mahkumlar işkencelere uğrayarak Gestapo hapishanelerinden toplama kamplarına gönderilmişler. 

Savaşın başından itibaren her gözüne kestirdiklerini farklı nedenlerle hapsetmişler. En fazla suçlamalar, “Düşman yayınlarını dinlemek” ve “Askeri gücü yıkmaktan” dolayı gerçekleştirilmiş. Tutukevindeki gözaltı koşulları ya da işkence sonucu ölen mahkumlar, Gestapo tarafından kurbanların yakınlarına “intihar” olarak bildirilmiş.

Hapishanenin en üst katında, doğrudan Gestapo’ya bağlı olan özel olarak kurulmuş bir “Judenabteilung (Yahudi departmanı)” var. Gestapo, sorgulama yöntemlerinde her zaman son derece acımasız ve ağır tacizler yapıyor. 

Gestapo tarafından sabah ve akşam saatlerinde Klapperfeld polis hapishanesinde sorgulamalar yapılmış. Hakaretler, tehditler, tokatlar, tekmeler, şantaj. Lastik hortumlarla dövme, boğma, başı bağlı olarak asma, saç tutamlarını koparma ve aile üyelerini göstererek işkence yöntemlerini kullanmışlar.

Tutuklular büyük bir odada kafeslere kapatılmış. Uzunlamasına bir karyola ve enlemesine iki karyola sığacak kadar yer var. Karşılıklı kafeslerin her biri diğeri tarafından görülebilecek şekilde parmaklıklı kapılar bulunuyor. Mahkumlar burada genellikle birkaç ay boyunca dinlenmelerine izin verilmeden işkencelere uğruyor.

Avluda yapılan kısa yürüyüşler istisna. Pencereler mavi boyayla karartıldığı için neredeyse hiç ışık almıyor. Aşırı kalabalık olduğunda, iki kişi bir kafese kilitleniyor.

Yahudi bölümünde çoğunlukla karma evliliklerden gelen kadınlar var. Birçoğu tel kafeslerde aylarca tutuluyor. Daha sonra Frankfurt’un ana tren istasyonundan özel kompartımanlarda, çoğunlukla Auschwitz’e sürülüyorlar. 

Frankfurt’taki bu cezaevi gibi diğer birçok hapishane de Amerikan işgalinden dört gün önce boşaltılarak mahkumları başka yerlere naklediliyor.

Tutuklanan Alman Gestapo ajanları, Liege kalesindeki bir hücredeler

1886’da inşa edilen bina, Gestapo tarafından Nasyonal Sosyalizm sırasında işkence ve ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra da sürgünler için sistematik olarak kullanılıyor. Aktivistler binanın hatırasını canlı tutmak ve tarihe not düşmek için şehrin merkezindeki bu binayı açık tutuyorlar. Pencerelerin hala yasak olduğu tuğla binanın bodrum katında ve ikinci katta 1955’ten 2002’ye kadar sınır dışı etme işlemlerinde gözaltına alınanların anıları hala yaşatılıyor. Aktivistler hafızayı korumak için hücreleri buldukları gibi halkın ziyaretine açmışlar.

İşte bu ziyarete açık alan, beni 2016 yılının yazına götürdü. O sıcak yaz Temmuz’unda içimizin titrediği Türkiye’nin soğuk cezaevi hücrelerinde yaşanan zulümlerin anılarını gözümün önüne getirdi. 

Tenkil Müzesi yöneticileri de Türkiye’deki Tenkil felaketinde tüm muhalif seslerin susturulmaya çalışılmasını ziyaretçilere çok güzel anlatmaya çalışmış. Türkiye’de çok sayıda kişi terör yasaları kapsamında keyfi gözaltına alınmış, tutuklanmış ve hapsedilmişti. Anneleriyle birlikte soğuk zeminlerde emeklemek zorunda bırakılan çocukların demir parmaklıklardan dışarıya bakışları dahi bu sergide unutulmamış. 

Şartlı tahliye hakkı tanınmaksızın, müebbete varan uzun hapis cezalarına çarptırılan, beyaz sandalyelerde ölümü bekleyen masumların hikayelerini görebilmek için insanlar akın akın buraya koşuyor. 

Erdoğan Hükümeti, Türkiye’de rejimi eleştiren herkesi susturdu. Ancak susmak istemeyen demokrasi aşığı insanlar sistematik baskılara rağmen dünyaya bu sergi ile haykırmaya devam ediyor. 

1980’lerin başında Almanya’da bu binaların birer anıt olarak kullanılması için çeşitli kuruluşlar kampanya yürütmüş. 1987 yılında Terörün Topografyası müze projesi olarak hayata geçirilmiş. 

Tenkil müzesini ziyarete gelenlerin ağzından en çok duyduğum  benzer bir cezaevinin Türkiye’de de inşa edilmesi gerektiğiydi. Rejim sonrası benzer bir cezaevinin korunarak Erdoğan’ın sistematik işkencelerinin dünyaya anlatılması gerekiyor. Benim bu projeye teklifim İstanbul Silivri 9 nolu cezaevinin terörün Topografyası anıt projesi olması yönünde. Türk siyasi ve edebî hayatında da önemli bir yere sahip olan Ulucanlar Cezaevi idamları ile anılırken, Silivri zulümlerle hatırlanacaktır.

Türkiye’de Erdoğan rejimi döneminde inşa edilen cezaevleri de Türkiye’deki tüm muhalif sesleri susturdu. 

İster Viktorya döneminin yoksullarının borçlarından dolayı hapsedilmeleri olsun, ister siyasi mahkumları işkence teknikleriyle korkutmak olsun, bir toplumun neyi ezmeye çalıştığını gördüğünüzde o toplumun neye değer verdiği hakkında çok şey öğrenirsiniz.

Neden bir hapishane müzesini ziyaret edesiniz ki? Ürkütücü değil mi? Bunun cevabı Nelson Mandela’nın cevabında saklı: “Hiç kimsenin, hapishanelerine girmeden bir ulusu gerçekten tanıyamayacağı söylenir.” sözünü hatırlatarak son 2 gününde Tenkil’in bu tarihe not düşen çalışmasını gezmenizi tavsiye ederim.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin