YORUM | YAVUZ ALTUN
8 Mart 1971 akşamı Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Muhammed Ali’yle Joe Frazier arasındaki tarihî boks maçına kilitlenmişti. Başkan Richard Nixon’dı. Ülke hâlen Vietnam’la savaş hâlindeydi ve savaş karşıtları çeşitli eyaletlerdeki protestolarla Nixon’a zor zamanlar yaşatıyordu. John F. Kennedy suikastının üzerinden sekiz, Martin Luther King suikastının üzerinden henüz üç yıl geçmişti. Senatör McCarthy’nin komünistlere uyguladığı boykot çok gerilerde kalmıştı. Ama ülkenin dört bir yanındaki sivil protestolara karşı Amerikan polisi gittikçe bileniyordu. Rosa Parks’ın açtığı yol, şehrah olmuş Afro-Amerikalılar haklarını yüksek sesle talep eder hâle gelmişti. Ülkenin en güçlü devlet aygıtlarından birinin, FBI’ın başında J. Edgar Hoover vardı.
O akşam bir Reuters muhabirinin telefonu çaldı. Kendilerine “FBI’yı Araştıracak Vatandaşlar Komisyonu” adını veren bir grubun manifestosu okunuyordu telefonda. Söylediklerine göre Pennsylvania eyaletinin Media şehrindeki bir FBI ofisinden çok sayıda gizli belgeyi ele geçirmişlerdi ve bunları inceledikten sonra gazetelere servis edeceklerdi. Neden FBI? Çünkü federaller özellikle muhalif grupların üzerinde yoğun baskı kurmuş, göz açtırmıyordu. Yasa dışı takip yaptığı, birçok sivil toplum lideri üzerinde baskı kurduğu aşikârdı ama kanıt lazımdı. Acaba bu komisyon gerçekten de kanıtları ortaya koyabilecek miydi?
Sekiz kişiydiler. Küçük bir FBI ofisini hedefe koymuş, herkesin televizyona kilitleneceği boks maçı gecesini bilerek seçmişlerdi. Bine yakın gizli dokümanı ofisten kaçırmayı başarmış, bunları çoğaltarak ABD ulusal gazetelerine göndermişlerdi. Birçok gazeteci ne olduğunu anlayamazken, sadece Washington Post bu belgelere dayanarak haber yapmayı kabul edecekti. 24 Mart 1971’de bu belgeler üzerinden J. Edgar Hoover’ın FBI üzerinden kurduğu gözetleme ağı ve baskı makinası deşifre edildi. Teşkilatın postacıları, telefon işletmelerini ve öğrenci görünümlü ajanları nasıl kullandığı ortaya çıkmıştı. FBI işi gücü bırakmış, muhalif gruplara odaklanmıştı. Hoover’ın sabıkası zaten kabarıktı, Martin Luther King’in evini dinleterek açıklarını yakalattığı ve onu intihara zorladığı herkesin bildiği bir sırdı. Muhammed Ali, Vietnam karşıtı tavrı sebebiyle Hoover’ın hedefleri arasındaydı.
Üç ay sonra New York Times, Vietnam Savaşı’nın bütün kirli çamaşırlarını ortaya döken Pentagon Papers’ı yayınlamaya başladığında bu olay gölgede kalacaktı. Herkes Hoover’ın ne haltlar karıştırdığının farkındaydı ama onu görevden almaya Nixon gibi sert bir politikacı bile cesaret edemiyordu. Mayıs 1972’de evinde uykusunda ölmeseydi, FBI’ın yönetimini değiştirmek mümkün olmayacaktı belki de. Öte yandan, eğer Watergate skandalı Haziran 1972’de patladığında Hoover hayatta olsaydı, olaylar farklı gelişebilirdi.
FBI soygununun kahramanları 2014 yılına kadar kimliklerini gizli tutmayı başardı. Hoover arkalarından 200’e yakın ajan yollamıştı ama hiçbiri bu eylemi yapan Vatandaş Komisyonu’na ulaşamadı. Bu savaş karşıtı, solcu sekiz arkadaştan yedisi, 2014’te kendilerine benzer bir eylem gerçekleştiren Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) çalışanı Edward Snowden’a destek olmak için kimliklerini açıkladılar ve öne çıktılar. Snowden’ın NSA belgelerini medyaya sızdırarak Amerikan istihbaratının nasıl dev bir gözetleme aygıtına dönüştüğünü aydınlatması, 43 yıl önce küçük bir FBI ofisine girmekten daha büyük bir olaydı kuşkusuz. Etkileri de daha farklı oldu. Ama ikisinin de arkasında aynı düşünce yatıyordu: Devlet, sınırlarını aşmış ve vatandaşların özel alanına girmeye başlamıştı; durdurulmalıydı.
1971’deki sızıntı, pek de işe yaramamış diyebilirsiniz. 2014’teki de öyle. Barack Obama başkanlığının son günlerinde, Irak Savaşı’na dair belgeleri sızdırarak dünyanın Amerikan ordusunun işkencelerinden haberdar olmasını sağlayan Chelsea Manning’i affederek, aslında bir mesaj verdi. (Snowden’la ilgili bir şey yapmaması hâlen eleştiriliyor.) Yine de Snowden’ın NSA belgelerini medyaya vermesinin bir kahramanlık mı, yoksa hainlik mi olduğu sorusuna hâlen Amerikan halkının çoğunluğu “hainlik” cevabını veriyor. Batılı ülkelerin önemli kısmında bu meseleler çok konuşulsa da, Avrupa Birliği daha yeni yeni kişisel bilgilerin korunması konusunda yasal adımlar atıyor. Facebook’un kişisel verileri analiz şirketlerine sattığı yönündeki haberlerden sonra, bir takım yaptırımlar gündeme geldi ama bazılarına göre bunun için çok geç.
Çin, Uygurlar üzerinden başlattığı “gözetleme ve toplama kampı” pratiklerini, kolaylıkla bütün ülkeye yayabilecek teknolojik altyapıya sahip. İnsanların satın aldıkları ürünlere takip cihazları koymaktan, kuş şeklinde gözetleme robotları yaparak, açık alanları izlemeye, bu arada da yüz tanıma sistemleri kullanmaya kadar pek çok uygulama Çin’de meşru. Üstelik bu teknolojiyi ithal etmeye de başladı. Benzer şekilde İsrail, Filistinlilerin nefes alışverişini bile takip edebileceği sistemler geliştiriyor. Yakın zamanda medyaya yansıyan haberlere göre, bu teknikler henüz Batılı ülkelerde kullanılmıyor görünse de, uygulamaları sağlayan teknolojik araç gereçler buralarda üretilip satılıyor. Mayıs ayında Türkiye’de polisin CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Adalet yürüyüşünü takip etmek için Almanya’dan casus yazılım satın aldığı iddia edilmişti. Daha önce de Kanada merkezli bir teknoloji şirketinden Türkiye ve Mısır’ın sosyal medya takibi için yazılım satın aldığı deşifre edildi.
Neyse ki hâlen vicdanı olan insanlar var ki, bu şirketlerin bazı çalışanları yapılanların korkunçluğuna dayanamayıp bazen çeşitli ifşalarda bulunuyor. 2016’da Forbes dergisi, Türkiye’nin Procera isimli bir program satın alarak interneti gözetlemek istediğini ortaya çıkardı. Şirkette uzun yıllar çalışan Kriss Andsten, şirket içi tartışmalarda bu teknolojinin Türkiye’ye satılmasına isyan ettiği için görevden ayrılmış ve belli ki bilgileri dışarıya sızdırmıştı. Facebook skandalının perde arkasındaki Cambridge Analytica isimli şirketin de bir çalışanı, yapılanları bütün çıplaklığıyla medyaya anlattığı için bugün konuyla ilgili bilgi sahibiyiz.
Devlet, soyut bir kavram olarak hâlen birçokları için “ev, yuva, vatan” gibi çağrışımlara sebep oluyor. Ancak aslında “devlet” somut olarak bir aygıtlar bütünü ve bu aygıtları kullanan insanların kapasitesi nispetinde bir anlam ifade ediyor. Mesela bugün AKP’liler Erdoğan’ın liderliğindeki devletin onların “dostu” olduğunu düşünüyor fakat aynı zamanda banka harcamalarından telefon konuşmalarına, internetteki aktivitelerinden nerede ne kadar zaman geçirdiklerine kadar her türlü bilginin son 5 yılda çıkarılan MİT ve Bilgi Teknolojileri Kurumu yasalarıyla o sevdikleri devletin elinde olduğunu unutuyor. Bu bilgileri devlet içindeki kişilerin rahatlıkla şirketlere para karşılığı satabileceğini, yahut polisin ya da MİT’in istedikleri anda vatandaşların tepesine çökebileceğini ise ancak başlarına geldiğinde anlayacak durumdalar.
Eskiden hükümetlerin sıkı denetiminden ve şeffaflaşmasından bahsederdik. Şimdi iktidarların aşırı denetiminden ve toplumsal mahremiyetin yeniden tesisinden konuşmak durumundayız.