M. EFE ÇAMAN | YORUM
Büyük badire dediğim 15 Temmuz 2016 sonrası meydana gelen siyasal ve toplumsal çöküntü hadisesi, kimliksel ve aidiyetsel düzeyde çok ciddi bir savrulmayı ve çözülmeyi beraberinde getirdi. Daha önceki üç yazıda ele aldığım tarihsel süreçte yaratılan resmi tarih tezi ve onun üzerine inşa edilen etnik Türk kimliği, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş sürecinden ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir ulus devlet olarak tasarlanmasından itibaren hiç bu kadar büyük çaplı bir kriz yaşamamıştı.
Türkiye sosyolojisi bakımından toplum oluşun tehdit altında olduğu bir sürece girilmiş bulunuyor. Ortak payda olarak tasarlanan Türk kimliği, toplumu bir arada tutma özelliğini yitirdi. Bu hem etnik eksende Kürtlerin ulus bilincine ulaşmasıyla, hem İslamcıların bahsettiğim etnik Türk kimliğini İslami olarak yeniden tanımlamaları ve bu tanımlamanın ciddi başka bölünmeleri tetiklemesiyle, hem de reaksiyoner olarak etnik Türk kimliğinin giderek içinde zaten var olan Türk üstünlükçü ırkçılığı radikal aşırı sağ ideolojilere doğru itmesiyle oluştu. Türk kategorisine girenlerin bir kısmı Kürt etnisitesi üzerinden kendi ulus kimliklerini edindi ve Arnavutlar ve Araplar gibi aidiyetsel bir kopuş yaşadı. Diğer bir kısmı İslami aidiyet üzerinden Türklüğü yeniden tanımladı ve seküler milliyetçilerden koptu. Bir diğer bölüm ise yükselen Kürt milliyetçiliği karşısında daha reaksiyoner bir ideolojik pozisyon aldı ve daha da radikalleşti.
Marjinal düzeyde yabancı düşmanı (zenofobi) bir pozisyon alan gruplarsa her ne kadar siyasi olarak başarı elde edemeseler de, özellikle mültecilerin ve yabancıların oransal olarak yükselişi karşısında daha önce mülayim olarak görülebilecek kitlelerde ideolojik pozisyonlarına karşılık bulmaya başladı. Mesela CHP içerisinde bazı siyasetçilerin bu söylemleri benimsemeye başlamaları buna ampirik kanıt olarak sunulabilir. Gerek Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ümit Özdağ ile yaptığı protokolde, gerekse de yerel yönetici seviyesindeki bazı siyasetçilerin göçmen karşıtı radikal söylemlerinde bu açıkça gözlemleniyor.
Diğer bir sorun ülkenin kurulu olduğu coğrafyayla sağlıklı bir aidiyet ilişkisinin kurulamamış olmasıdır. Bunun nedenleri üzerinde daha önceki kısımlarda durmuştum. Ama özetle, resmi tarih tezinden kaynaklanan Anadolu uygarlıklarını öteki olarak görme ve haliyle kendi grubunu fetihçi ve sonradan gelenler olarak konumlandırma, bu patolojinin temelini oluşturuyor. Bu kodlama, hem Kürtler başta olmak üzere Anadolu’daki Türkofon olmayan gruplarla ilişkileri olumsuz etkiliyor ve o grupların aidiyetlerinin altını oyuyor, hem de dışarıda kuzen topluluklar diyebileceğimiz bölge yerlisi komşularla ilişkilere negatif etkide bulunuyor.
Yunanistan, Ermenistan, Suriye ve Irak gibi Arap komşularla olan ilişkiler, aidiyetsel düzeyde yeniden ele alınmalı ve incelenmeli. Aynı şekilde Orta Asya Türkî cumhuriyetlerle ve Azerbaycan’la kurulan ayrıcalıklı ilişkiler, örneğin Irak Kürdistan Yönetimiyle benzeri ilişkilerin kurulmaması karşısında sırıtıyor. Bu örnek, Türk kimliğinin çatı (civic) bir kimlik olmayıp, doğrudan ırk esaslı bir etnik kimlik olduğunu gösteriyor.
Bu bahsettiğim negatif durumları çok daha ayrıntılı ele almak ve örnekleri çoğaltmak olanaklı.
Ulus devletlerin coğrafyadan kopuk etnik unsurlar üzerine adlandırılması ve inşa edilmesi oldukça tehlikeli bir deneydir. Bu örneğe Türkiye dışında başka bir toplumda rastlanmıyor. Kendi linguistik aidiyetini ırki-etnik bir aidiyetin kanıtı olarak gören ve bulunduğu coğrafyaya sonradan gelmesiyle, oralı olmamakla, başka bir ata yurdu olmakla övünen bir toplumun ulus devletinin başarılı olmaması sürpriz midir? Türk tarihi yazılırken bir tercih yapılması ve Türkiye toprakları dışındaki bölgelerde kurulan devletlerin halklarının tarihinin Türk tarihine eklemlenmesi doğru bir seçim miydi? Kürtler gibi kendi bölgelerinde demografik üstünlük sahibi bir halkı dışlayıcı bu yaklaşım Türkiye’nin güvenliği ve varoluşu bakımından sorun oluşturmayacak mı zannediliyordu? Nitekim günümüzde Kürtlerin kopuşunun en önemli aidiyetsel zeminini Türklerin benimsediği Orta Asya’dan göç miti oluşturuyor. Kendi ulus inşa miti, Türkiye’nin en büyük mental problemi olan bölünme korkusunun ana nedenidir. Kürtlere “biz Orta Asya’dan geldik” derken, esas mesaj “siz ve biz farklı halklarız” olarak şekilleniyor. Tüm güvenlik politikalarını Kürtlerin bölünmesi kaygısı üzerine inşa eden bir ülke için bu ne kadar mantıklıdır diye sormayalım mı?
Ulus devletlerde genel ulus tanımı ne kadar kapsayıcıysa ve coğrafyayla ne kadar bağ kurabiliyorsa o kadar fazla güvenlik üretir. Eğer ulusu oluşturan unsurlardan birinin kimlik öğeleri tarih öyküsünde genç kuşaklara aktarılır, diğerleri ise dışlanır veya yok sayılırsa, bunun birleştirici olmayacağını görmek için dahi olmaya gerek yoktur. Civic bir kimlik inşası gerçekleşmezse, çok kültürlü ve çok etnisiteli toplumlarda çatışmalar kaçınılmazdır. Bu çatışmaları derin dondurucuda baskıcı rejimler altında dondursanız da, zamanı geldiğinde etnik ayrılıkçılık ortaya çıkar. Bunun örneklerini Sovyet ardılı coğrafyada görmek mümkün. Baskılanan kimlikler mutlaka tepkisel politik hareketleri beraberinde getiriyor. Ulus devlet kurma yönelimli ulus inşası hala en önemli kimlik sağlayıcı unsurdur. Türkiye gibi ülkelerin rijit kimlik politikaları gereksiz enerji kaybına yol açıyor, bu ülkelerin gelişimlerinin ve demokratikleşmelerinin önünde ciddi bir engel teşkil ediyor.
Yapılması gerekenler belli:
Fetih diskuru, Orta Asya’dan göç diskuru, ırkçı ve Türk üstünlükçü tarih yazımı ve onun üzerine inşa edilen kimlik, okul müfredatlarından başlamak üzere elden geçirilmeli ve yeni bir kapsayıcı tarih doktrini oluşturulmalı. Bu konuda Mısır’ın yaptığı gibi, İslamlaşma ve Araplaşma öncesi eski Mısır uygarlığının benimsenerek coğrafyayla iletişim kuran, kapsayıcı bir tarih yazımı gereklidir. Kadim Anadolu uygarlıklarının son on bin yıllık öyküsünün her dönemine sahip çıkan ve “bizim” diyen bir anlayıştan söz ediyorum.
Hititlerden Osmanlı’ya kadar her dönemle irtibat kurulması ve coğrafi aidiyete vurgu yapılması gerekiyor. Birleşik Krallık’ta yaşayan İngilizlerin, İskoçların, Gallerlilerin ve İrlandalıların tümünün Britanya ve Britanyalılık aidiyeti üzerinden ülkeleriyle aidiyet bağı kurmaları örneğinde olduğu gibi, Türkiye’de de Anadoluluk aidiyeti ön plana çıkartılmalı.
Linguistik manada kendisini Türk olarak tanımlayanların da bu Anadolu uygarlıkları aidiyeti üzerinden kendilerini Anadolu yerlisi olarak hissetmeleri sağlanmalı. Ortaklıkların vurgulandığı, farklılıklarınsa doğal kabul edildiği bir atmosferden bahsediyorum. Bu yanlış olabilir mi? Toplum kendisini birlikteliğe ve barışa götürecek yönelimleri tercih etmeli, ayrıştırıcı aidiyetlerden vazgeçmeli.
Bu konuları ele almaya ve denemeler yazmaya başka yazılarla devam edeceğim.