YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Osmanlı’dan Türkiye’ye kimlik konusu, “biz kimiz?” sorusu, yeni, sağlıklı bir aidiyet oluşturmak bakımından çok önemli. Özellikle ırki-etnik bağlar üzerinden tanımlanan milliyet, Osmanlı İmparatorluğu’nda on dokuzuncu yüzyıl sonrasında yaşanan bocalamayla beraber, Avrupa’daki sosyal Darwinist akımlarla ve pozitivist sosyolojiyle birlikte aydınlar ve elitler üzerinde etkili olmaya başladı. Daha önceki yazılarımda ayrıntılı olarak değindiğim Osmanlıcılık-İslamcılık temellerinin imparatorluğu bir arada tutacak tutkal olma özelliklerini yitirmelerinden sonra, nasyonalizm (bugünkü Türkiye’de ülkücülük, ulusalcılık ve Atatürk milliyetçiliği gibi alt dalların kökeni olan ideoloji) Türkleri bir devlet çatısı altında toplamayı hedeflediği gibi, homojen bir yurt oluşturmayı da amaçlamaktaydı.
Oysa Anadolu’da yirminci yüzyıl başlarında dahi nüfusun dörtte birini (%25) Hristiyanlar oluşturuyordu. En büyük gruplar Ermeniler ve Rumlardı. Bu gruplar nasıl eridi? Hangi politikaların sonucu olarak yok oldular veya ortadan kayboldular? 1915 öncesinde durum neydi? İttihatçıları Osmanlı saymayan bazıları yine Osmanlı’yı aklama peşinde. Fakat İttihatçılar öncesinde durum neydi?
Öncelikle etnik yapı ve linguistik yapı arasındaki korelasyona ilişkin bir şey saptayalım. Bir dilin yaygın olması o dille özdeşleştirilen bir ırkın veya etnisitenin aynı oranda var olması anlamına gelmiyor. Yine daha önceki yazılarımda Anadolu demografisinin on birinci yüzyıldan itibaren nasıl dönüştüğüne değindim. Orta Asyalı klanların (çeşitli “Oğuz” grupları) Anadolu’ya gelmelerindeki ana motif, gaza, cihat, fetih gibi meşruiyet sağlayıcı konseptlerdi. Tıpkı diğer Müslüman devletlerde olduğu gibi, Müslüman Türk akıncıları da Hristiyanların topraklarına bu amaçla girerek, o toprakları, üzerinde yaşayanları, ekonomik potansiyelleriyle birlikte ele geçirmeye çalıştılar. Bunu yaparken, İspanyolların Orta ve Güney Amerika’da yaptıkları uygulamaların sonucu ile aynı şekilde, yerliler siyasi olarak boyunduruğu altına girdikleri yeni yöneticilerin dinini ve dilini benimsedi. Bugün nasıl ki Orta ve Güney Amerika toplumları büyük oranda bölge yerlilerinde oluşuyorsa, Anadolu’daki halk da Anadolu yerlilerinden oluşuyor. Orta ve Güney Amerika’da İspanyolca konuşan veya İspanyol kültürüyle içli dışlı olan halklar, nasıl ki İspanyol değilse, bugün Anadolu’da yaşayan halklar da Orta Asyalı değil. Bu durum, yapılan genetik araştırmalarla da, arkeolojik çalışmalarla da, tarihi ve antropolojik kanıtlarla da ortada.
Boğaziçi Üniversitesi Tarih profesörlerinden Selim Deringil bakın Anadolu’daki Türkleştirme ve Müslümanlaştırma ile ilgili olarak ne diyor: “Tanzimat’a dek, Osmanlı’da askerî sınıfa dâhil olmanın, yani devlete ve yönetici sınıfa girmenin tek yolu Müslüman olmaktı. Bu yüzden Müslümanlaşma, soyluların Osmanlı yönetici sınıfına girmeyi istemesiyle de yaşandı. Bir de gayrimüslim nüfus cizye diye bir vergi veriyordu ve bu vergi kriz dönemlerinde çok ağır olabiliyordu. Cizye yükünden kurtulmak için de Müslümanlaşanlar oldu. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nda gayrimüslimler üzerinde birtakım kısıtlamalar vardı”. Diğer yazılarımda vurguladığım üzere, Hristiyanlar (Rum ve Ermeniler) daha iyi koşullarda yaşamak, daha fazla hakka sahip olmak, daha iyi işlerde çalışmak, devlet görevlerine gelebilmek ya da başka ekonomik çıkarlar nedeniyle din değiştirmeyi (Müslümanlığı kabul etmeyi) tercih ediyorlardı. Osmanlı’da gayrimüslimlere ayrınclık olmadığını, İbrahimi dinlere ait olanların ileri haklara sahip olduklarını ileri sürenlere şunu ifade etmek lazım ki bu, göreceli olarak (Avrupa Hristiyan toplumlarındakine göre) doğru olsa bile Müslüman olmayanlar daima alt statüdeydiler ve asla Müslümanlarla eşit değillerdi. Birçok dezavantajları vardı. Deringil’i dinleyelim: “Gayrimüslimler belli renkleri giyemiyordu. Yeşil renk, Müslümanlarındı. Gayrimüslimler belli hayvanlara binemiyordu. Ata ve deveye sadece Müslümanlar biniyordu. Hatta bazı yerlerde gayrimüslimlerin hamam günleri ve hamam eşyaları da ayrıydı. Bir Müslüman öldüğünde merhum oluyordu, gayrimüslim öldüğünde ise “mürt oldu” deniyordu. Mürt, telef oldu, geberdi manasına hayvanlar için kullanılır. Bu durum Tanzimat’a dek sürdü”.
Tüm İslamlaşma sürecine karşın yirminci asır başlarında Anadolu’da halen başat bir Hristiyan demografi vardı. Bu durum, yazılarımda işaret ettiğim üzere, özellikle Batı’da 1789 Fransız Devrimi sonrasında çıkan milliyetçilik akımı ile beraber değişti. Daha önce sistematik olarak devlet eliyle zorla Müslümanlaştırma uygulamalarının seyrek görüldüğü Osmanlı İmparatorluğu’nda bir nevi devlet eliyle misyonerlik veya zor kullanarak din değiştirtme politikaları uygulanmaya başlandı. Bakın Deringil ne diyor: “… Anadolu’da en hızlı Müslümanlaşma 19. ve 20. yüzyılda yaşandı. Abdülhamit döneminde gerçekleşen 1895-1896 katliamları sırasında bayağı büyük bir Ermeni nüfus zorla Müslüman yapıldı”. Burada esas olan tektipleştirmedir. Ve bu tamamen modern bir projedir. Avrupa’da çıkan homojen toplumlara sahip devletlere öykünmedir. Nüvesi Batılılaşmadır. Toplum mühendisliğidir. Ve aynı uygulama salt Hristiyan veya Yahudilere değil, farklı kültürleri yaşayan Müslümanlara da yapılmıştır. Yine Deringil Hoca’ya kulak verelim: “Hanefilik her zaman Osmanlı’nın resmî mezhebi oldu. Aleviler, Osmanlı’da her zaman azınlıkta oldular. Yavuz Sultan Selim’den itibaren Alevilere “içimizdeki öteki”, “tehlikeli”, “beşinci kol” gibi tamamen yanlış algılamalarla yaklaşıldı ve zaman zaman Alevi kırımları yaşandı. Abdülhamit döneminde, Müslümanlara Hanefilik dayatıldı. Çünkü Abdülhamit’in başlıca amacı dışa ve içe karşı sırtını dayayabileceği güvenilir bir Müslüman nüfus yaratmaktı. Abdülhamit döneminde Hanefi inancını yaymak için seyyar medreseler kuruldu. Bu medreselerde genç ulema misyoner olarak yetiştirildi ve bunlar Şiileri Sünnileştirmek üzere Irak’a, Suriye’ye gönderildi. Özellikle Protestan misyonerler Osmanlı için emsal teşkil ettiler. Biliyorsunuz Protestanlar, Anadolu’da gayrimüslimler için misyoner okulları açtılar. İyi eğitim veren bu okullara Müslüman nüfus da koşa koşa gitti. Ayrıca Abdülhamit döneminde “iptidai mektepler” denen ilkokullar ülke çapında yaygınlaştırılmaya çalışıldı. İlkokullar yoluyla devletin değerleri, genç dimağlara öğretilmek ve dayatılmak istendi. Bugün Türk devletinin de yaptığı çok farklı bir şey değil. Abdülhamit döneminde Hanefilik bu okullar yoluyla dayatıldı. Mesela Şafiler, Hanefileştirilmeye çalışıldı”. Görüldüğü üzere tektipleştirici ve asimilasyoncu bir siyaset takip ediliyor. Bu size bir yerlerden tanıdık geliyor mu? Bugün yaşanan sürecin bu tarihsel arka planını görmezden mi gelelim?
Ermeni soykırımı konusuna dönecek olursak! Bugün var olan Türk devletinin “ötekilere” karşı en büyük tecrübesi şüphesiz ki Ermeni soykırımından kaynaklanıyor. Anadolu’da devlete “arıza çıkartmayacak” ve “homojen” (çok kültürlünün tersi!) bir toplum oluşturmak, temel amaçtı. Devletin bu refleksi, 1923’ten sonra Osmanlı’dan aynen, milimetre fark olmadan devralındı. Osmanlı’da Ermenilere ne olduğuyla alakalı Ermeni veya Türkiye dışı diğer kaynaklara hiç bakmayacak bile olursanız, gerçekler feci şekilde sırıtmaktadır. Nüfus konusunda bile rakamları bilinçli şekilde düşük göstermeye çalışan propagandist Türk kaynakları, Talat Paşa’nın ortaya çıkartılan defterinden sonra ciddi bir sarsıntı geçiriyor. Hoca bakın ne diyor: “[Ermeni nüfusu hakkında] Tehcir öncesi nüfus için, Ermeni Patrikhanesi iki milyon diyor, Osmanlı ise 900 bin rakamını veriyor. Nispeten daha tarafsız araştırmalar, nüfusun, bir milyon 300 bin dolayında olduğunu söylüyor. [Murat] Bardakçı’nın yayımladığı kara kaplı defterde, tehcire tâbi tutulan Ermeni nüfus 900 bin. Her bir ferdi gönderemediklerine göre, Ermenilerin toplam nüfusu çok daha fazla Anadolu’da. Abdülhamit dönemine dönersek… Ermeni örgütler, Batılı devletlerin dikkatini çekmek için İstanbul’da milliyetçi mücadele, nümayişler başlattılar ve 26 Ağustos 1896’da Osmanlı Bankası baskını oldu. Abdülhamit bu tehdidi bertaraf etmek için her imkânı kullandı. Kürt aşiretlerinden oluşan Hamidiye Alayları’nı kurdu. Hamidiye Alayları koruculuktan daha beter. Koruculuk, Kürt nüfusu yok etmek için kurulmadı. Hamid […] bu alaylara ‘İstediğiniz kadar Ermeni kesin, mallarını yağmalayın, helaldir. Yeter ki bunu benim söylediğim zaman yapın’ dedi. Hamidiye Alayları bu topraklarda 1915’teki tehcirden önce çok büyük bir Ermeni katliamı yaptı.”. Türk kaynaklarına göre bile dokuz yüz bin! İnsan, can! Bu insanlar yok oldu, yok edildi! Yaşadıkları yerleri, evlerini, bağ-bahçe-tarlalarını, işyerlerini, ticarethanelerini, taşınır-taşınmaz diğer varlıklarını yağmaladılar! Böylece Türkiye’de o güne dek olmayan bir Türk burjuvazisi devlet eliyle oluşturuldu. Bu fiilen faşizmdir! Hakaret olarak faşizm yazmadım, bilakis gayet nesnel olarak faşizmin ekonomi politiğidir bu! Mussolini İtalya’sında veya Hitler Almanya’sında yaşananlar bu anlamda Osmanlı döneminde yaşanan süreçle büyük benzerlik göstermekte. Bu bahsettiğim 1915 olaylarından önce de yaşanan ciddi bir homojenleştirme politikası olduğunu göstermekte.
Anadolu demografisi halen çok kozmopolit! Bu utanılacak bir durum değil. Nedense ben bu yazıları yazdıkça bazıları savunmaya çekiliyor. Sanki ben Türklere veya Türklüğe hakaret ediyormuşum gibi bir algı oluşturuyorlar. Veya en azından böyle bir algıya kendileri sahip ve başkalarını da bu yönde etkilemeye gayret ediyorlar. Öncelikle şunu söyleyeyim ki bir millete (etnisite veya ırka) ait olmak bir insanı yüceltmez veya aşağılamaz. Bunu kabullenmekle işe başlamalı. Dünyada en önemli olan değer ve üst kimlik insan olmaktır. Ancak eğer bir ülkede yüzlerce yıldır etnik mühendislik yapılmış ve insanlar endoktrine edilerek ırki bir topluluğa ait olduklarına inandırılmışlarsa, bu manipülasyonu bozmak her akademisyenin görevidir. Çünkü akademisyen veya gazeteci gerçeğin peşindedir. Özellikle Türkiye gibi, bugün geçmişte uygulanan ötekileştirme, cadı avı ve homojenleştirici politikalar halen 21. yüzyılda da uygulanıyorsa ve insanlar bunu sorun olarak görmüyorsa, bu geçmişin arkeolojisini yapmamak, bu yapının devamına hizmet eder. Başka bir deyişle, bugün yaşanan haksızlıkların köklerinde, Ermenilere, Rumlara, Süryanilere, Alevilere ve Kürtlere yapılan eziyet ve zulümler var! Bunlarla yüzleşmeden düzelemeyeceğiz. Alternatif tarih okumaları yapmazsak bu rezil rejim her on senede yirmi senede bir kendisini yeniden üretecek ve yeni kurbanlar olacak! Empati kurmak, cesur olmak, dayanışma ile hareket etmek zorundayız.