HABER ANALİZ | MUHSİN AHMET KARABAY
Seçimin kapıya dayandığı bir dönemde en çok cevabı aranan soru, Tayyip Erdoğan’ın yeniden seçilip seçilmeyeceği konusu. Bu yazının konusu, bir daha kazanıp kazanmayacağı değil, toplumun Erdoğan’ı niçin sevdiğinin altında yatan nedenleri irdelemek olacak.
2000 yılında hayatını kaybeden Kemal Sunal, beyaz perdeyle tanışmadan önce tiyatroda sevilen karakterdi. Tiyatroya profesyonel olarak yıllarını veren sanatçı, Kenterler Tiyatrosu’ndan, Ulvi Uraz’a, Ayfer Feray Tiyatrosu’ndan Devekuşu Kabare Tiyatrosu’na kadar farklı tiyatrolarda roller oynadı.
Sonra kendisinden önce sinemaya geçmiş olan Zeki Alasya, bir gün “Dün-Bugün” isimli oyunu oynadıkları sırada, yönetmen Ertem Eğilmez’i yeni filmi için oyuncu seçmesi amacıyla tiyatroya davet eder. Dönemin en ünlü birkaç yönetmeninden biri olan Eğilmez, Kemal Sunal’ın oyunculuğunu çok beğenir.
Kemal Sunal, “Tatlı Dillim” filmiyle sinemaya adım atar. Sonrası tabiri caizse çorap söküğü gibi gelir.
1972’de çektiği ilk filmden sonra asıl şöhretini ise “Hababam Sınıfı” film serisinde yakalar. İlk Hababam filminde aşağı yukarı bütün oyunculara aynı ölçüde rol verilir. Film vizyona girdikten sonra seyircinin en çok “İnek Şaban” tiplemesini canlandıran Kemal Sunal’a güldüğü dikkat çeker.
Bunun üzerine sonraki bölümlerde Kemal Sunal’a canlandıracağı karakterin komedi tiplemeleri olduğu kesinleşir. Yönetmenler farklılaşır; Zeki Öktem olur, Kartal Tibet olur, Memduh Ün olur, Natuk Baytan olur, Ergin Orbey olur, Atıf Yılmaz olur, Osman Seden olur…
Değişmeyen Kemal Sunal’ın canlandırdığı tiplemelerdir. Adı bazen Şaban olur, bazen Niyazi, ama güldüren şahıs olduğu hiç değişmez.
Sanatçı, şöhrete kavuştuktan sonra canlandırdığı tiplemelerle ilgili bir soruya verdiği cevap hayli ilginçtir:
“Bundan sonra filmlerde Şaban adını koymasak bile, değişen bir şey olacağını zannetmiyorum. Millet Şaban olarak biliyor… Bir filmde adım Niyazi idi. Adının Atla Gel Niyazi olması lazım. Afişler, lobiler hepsinde Atla Gel Şaban oldu. Seyircilerden bir kişi de çıkıp ‘Filmdeki adın Niyazi, afişte Şaban’ demedi. Farkına bile varmadı.”
Bu toplumun Kemal Sunal’ı sevmesinin temelinde, “kendisinden biri görmesi” algısı yatıyor. Onun “saf” gibi görünen ama aslında “uyanık” biri olduğu hissi var. Dahası, çoğu zaman Anadolu’dan gelen taşralı tipin İstanbul’da dışlanmışlığını ortaya koyuyor olması görülüyor.
KEMAL SUNAL İLE ERDOĞAN’IN SEVİLMESİNİN NE ALAKASI VAR?
Refah Partisi’nde Genel Başkan Necmettin Erbakan’ın partideki “hegemonyasına” başkaldırı başlatan bir tek Tayyip Erdoğan değildi. Kendilerine “Yenilikçiler” diyen asiler arasında Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener gibi isimler de vardı.
AK Parti’nin, 14 Ağustos 2001’de Afyon’da kuruluşu açıklandığında bu isimlerin parti içinde eşit ağırlıkları olduğu özellikle vurgulandı. AK Parti’nin isim değil, bir “kadro hareketi” olduğu, ortak akılla hareket edileceği vurgulandı.
Önceleri, bazı konularda Erdoğan’ın görüş beyan etmesi, sonrasındaysa genel başkan olması, “eşitler arasında birinci” olarak tanımlanmıştı.
Peki bu toplum, bu isimler arasında niçin en çok Erdoğan’ı sevdi? Bu sorunun temelinde yatan düşünce, Erdoğan’ı kendinden biri olarak görmesiydi.
Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener, akademisyendi. İkisi de doçentti. Konuşmaları toplumun hoşuna gitse bile tam anlamıyla kendinden biri değildi. Bu isimlerin belli bir birikime sahip olmaları, toplum tarafından aralarında bir perde olarak görüldü.
Aynı yaklaşım Bülent Arınç için de geçerliydi. Avukat olmasını, belli bir birikimle konuşuyor olmasını toplumun bilinçaltı hep itiverdi.
Bütün bunların yanında Erdoğan toplumun kendi gibi biriydi. İmam hatip mezunu olması, toplum karşısında dini referanslı konuşmalar yapmasına kafi geldi. Bunun dışında yaklaşımı, birikimi, olaylar karşısındaki tepkisiyle tam kendi gibiydi.
Toplum, gücü eline geçirdiğinde yanındakine nasıl dirsek gösteriyorsa, Erdoğan’ın da “eşitler arasından birinci” konumunu terk edip ötekileri saf dışı bırakması, toplumu rahatsız etmedi. Dile getirmese de “Ben de olsam öyle yaparım” dedi.
“Bal tutan parmağını yalar”, “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” gibi hırsızlık ve yolsuzluğa zihni asırlardır hazır olan bu toplum, Erdoğan’ın bir yüzükle gelip servet edinmesinde bir sakınca görmedi.
Her hafta namaz için gittiği camide, hutbeye çıktığında imamdan “Allah akrabaya vermenizi/yardım etmenizi emreder” ayetini (Nahl suresi 90. ayet) duyan bu toplum için, Erdoğan’ın kendi çevresindekilere ülkenin bütün nimetlerini önlerine sermesinin bir engeli yoktu.
Neticede, kendi gibi bir yetki eline geçtiğinde onun nimetlerinden yararlanmayı hakkı sayan, kendi deveyi hamuduyla götürürken etrafındakilere de tadımlık olarak dağıtmasıyla Erdoğan tam kendileri gibi birisiydi.
Bütün bunların yanı sıra bir de kendinde yüzyıllardır kompleks olarak gördüğü Batı karşısındaki ezikliği giderecek bazı çıkışları da vardı. Erdoğan’ın öfkeyle söyleyip ülkeyi yük altına sokması, sonrasında ise perde arkasından binbir özür dileyerek ilişkileri düzeltmeye çalışmasında da toplum kendini buluyordu.
Kendisi de kızgınlık anında ağzına geleni söyleyip yüreğinin öfkesini boşalttıktan sonra, yeniden ilişkiyi düzeltmek için araya aracılar koyması girişimlerinde de kendini gördü.
ERDOĞAN İLK KEZ, ÖNGÖRMEDİĞİ ŞEYLERLE KARŞILAŞIYOR
Ülkenin soyulup, kendi yandaşlarına peşkeş çekilmesinin boyutları, son iki yıldan bu yana kontrolden çıkmış olarak topluma yansıyor. Bunun sonucu artan fukaralık, Erdoğan’ın 20 yıldan bu yana yürüttüğü sistemi temelden sarsıyor.
Yaşadığı hayat pahalılığı, toplumun Erdoğan’ı artık kendinden biri olarak görme noktasından hızla uzaklaştırıyor. Seçim ortamına girilmesiyle dağıtılacak olan ulufeler, yeniden son dönemde araya konulan kara perdeyi ortadan kaldırır mı bunu önümüzdeki aylar gösterecek.