SALİH HOŞOĞLU | YORUM
Daha önce dost, akl-ı selim ve insaflı olarak bildiğimiz bir çok kişi 17/25 Aralık sonrasındaki ayrışma ve yıkım döneminde Hizmet‘in tasfiyesine ciddi destek verdi. ‘Onlar bunu niye yaptılar, onları bu haksız mecraya ne sürükledi, bu süreç başka türlü ilerleyemez miydi’ gibi sorular artık tarihin konusu olmaya doğru gidiyor. Bu yazıda onları tartışmak niyetinde değilim.
Ancak süreç daha bitmediği ve etkileri de bütün hızıyla devam ettiği için hadiseler bizi bu ayrışma sürecine ve sonrasında yaşananlara götürüyor, oralara atıf yapma ihtiyacı doğuyor. Türkiye’de Hizmet’in tasfiyesine ciddi destek olmuş, daha sonra muhalif saflara katılmış bir yazar geçenlerde bir anlamda sürecin mağduru oldu. Kendi ifadesine göre yazarın babası 6 gün boyunca gittiği her sağlık kurumunda, “Bir şey yok!” denilerek eve gönderilmiş, 7. gün adeta “Umut yok!” denilerek hastaneye yatırılmış ve bir gün sonra vefat etmiş.
Bu durumda tıbbi bir hata var mıdır, yok mudur; bunu bilmek ve bir şey söylemek bizim açımızdan imkansız, konumuz da bu değil. Ölene Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır dilemekten fazlası elimizden gelmiyor. Yazar esas problemin sağlık çalışanlarının eğitimi ve sağlığa ayrılan paranın doğru kullanımı (sağlık yatırımlarının kalitesi) olduğunu söylüyor. Benim kanaatim sağlık dahil her alanda yaşanan gerilemede temel insani değerlerden uzaklaşmanın merkezi bir rol oynadığı yönündedir.
Dünyanın her yerinde sağlık hizmetlerine ulaşım insanların en hassas oldukları alanların başında gelir ve sağlık hizmetleri hükümetlerin en önemli kazanma/kaybetme nedenlerindendir. Sağlık, eğitimli işgücünün iyi bir organizasyon ve doğru yatırımlarla desteklenmesi durumunda, kısa zamanda çok olumlu sonuçlar alınabilen bir alandır. Esas belirleyici olan eğitilmiş ve iyi motive edilmiş insan gücüdür. Şayet iyi eğitim almış, yüksek motivasyonla çalışan bir kadronuz yoksa yaptığınız pahalı yatırımlar size ciddi bir fayda sağlamaz.
Bunun tipik örneğini bazı Orta Asya Cumhuriyetlerde bizzat görmüştüm. Sovyetler döneminde batıdaki Sovyet Cumhuriyetlerine nispeten daha düşük eğitim düzeyine sahip olan bu cumhuriyetler, Sovyetlerin çöküş sürecinde ve sonrasındaki dönemde eğitim alanında dünyadan koptular ve tıp eğitiminde ciddi gerileme yaşadılar.
Eğitime yatırım yapan toplumlar gelişiyor
Gelir kaynakları yetersiz olduğu için eğitime para ayıramayan devletlerin durumu anlaşılabilir ancak Türkmenistan gibi çok yüksek gaz ve petrol gelirleri olan ülkelerin tıp alanında adeta Ortaçağda yaşaması benim için gerçekten şaşırtıcıydı. Eğitimli sağlık personeli olmadığı için çok modern cihazlarla donatılmış hastanelerde hiç bir sağlık hizmeti verilemiyordu.
Gelişmiş toplumlara bakılırsa kaliteli ve yaygın eğitime çok ciddi yatırım yaptıkları görülür. Eğitim yatırımı sadece okul yapmak, öğrenci yurdu açmak yahut laboratuvar kurmakla sınırlı değildir. Öncelikle insana yatırımdır, insanı değiştiren ve geliştiren süreçlerdir. Türkiye’de ikibinlerin ilk on yılında yaşanan iyileşmeleri sadece yöneticilerin organizasyon yapmadaki becerilerine ve para bulmadaki maharetlerine yoranlar bu tahminlerinde ne kadar hata ettiklerini gördüler.
Türkiye’nin az bir gayretle güçlü bir gelişme ivmesi yakalaması sürpriz değildi. Zira Türkiye eğitilmiş genç bir nüfusa sahipti ve birçok altyapı yatırımlarını da yapmıştı. Böyle bir ülkenin kalkınmaması adeta imkansızdı. Ülkeyi yönetenlerin pozitif katkıları olmasa bile ülke kendi dinamikleri ile hızla gelişebilir(di). Benzeri hızlı gelişme dönemlerini ve sonrasındaki geri çekilme periyodlarını daha önceleri de defalarca yaşadı ve ülkenin gelişmesini tabir yerindeyse devlet kendi eliyle engelledi.
Türkiye’de Cumhuriyet kurulduğunda bile hatırı sayılır bir eğitilmiş nüfusu vardı ama devlet bu kadroları asla verimli kullanamadı. Devleti yönetenler daha ilk yıllardan itibaren rejime sadakatı her şeyin başına koydular ve bu kritere uymayanları en azından dışladılar.
Küçük bir örnek; 1933 yılındaki üniversite reformu bahanesiyle iyi akademisyenlerin çoğunun üniversiteden uzaklaştırılmasıdır. Sonra bu uzaklaştırmalar tekrarlanıp durdu. ‘100 yılda ne değişti’ diye baktığımızda hiçbir şey değişmemiş, devlet refleksleri aynı fütursuzlukla devam etmektedir. Daha da kötüsü aynı kafa yapısı bütün toplum kesimlerinde hakim vaziyettedir. Sağcısından solcusuna, dinsizinden dindarına her grup ve kesimden gücü eline geçirenler iktidarlarını asla paylaşmak istememektedirler. 100 yıldır savaş yaşamayan ve ciddi bir iç çatışması olmayan bu ülkeyi yoran problemlerin çoğu devlet eliyle göğertilen suni problemlerdir. İşte bu ahval ve şeraitte iktidarlar eğitimli nüfuslarını her 10-15 yılda bir biçmeyi milli bir görev addetmektedirler.
Bir ülkenin nüfusunun çok genç olması birçok ek zorluk getirir, ek yatırım yapmayı zorunlu kılar. Ancak genç nüfusu eğitmeyi başarırsanız ve iyi organize edebilirseniz kalkınma için çok büyük bir motor gücü oluşturursunuz. İşte ikibinlere gelindiğinde Türkiye ihtiyaç miktarınca eğitilmiş erişkin nüfusa sahip, ciddi bir yaşlı nüfusu olmayan, nüfusu en üretken yaş aralığında olan dinamik bir ülkeydi. Doğrusu Türkiye şimdiye kadar nüfus avantajını kısmen kullandı ama son kertede, 2015 sonrası, tam da nüfus artışı durma noktasındayken eğitimli nüfusunu adeta yok etmeye girişti.
Öncelikle bütün yalanlar çöpe atılmalı!
Bir milli mutabakat havasında icra edilen Hizmet gönüllülerinin devletten uzaklaştırılması, yokluğa mahkum edilmesi ve hapisle cezalandırılması büyük bir başarı olarak empoze edildi. Ancak bu işlemin yol açtığı tahribat sayılarla sınırlı kalmadı. Sayısal olarak bakıldığında sağlık hizmetlerinde çalışanlardan devletten uzaklaştırılanlar çok büyük bir yekun tutmasa da yıkımı büyük oldu. Zira bu uygulamalar hukuksuzluğu meşrulaştırdı, masumiyeti, çalışmayı, hak etmeyi, üretmeyi anlamsızlaştırdı.
Tembel, çıkarcı, şahsiyet yoksunu ve yalaka tiplerin öne çıkıp yönetici olmasının önü açıldı. Böyle bir ortamda hakkaniyetle iş yapılmasını beklemek saflıktır. Başlangıçta iktidarın gazına gelip baştakilerin her söylediğini tekrar eden bir kısım aydınlar bir müddet sonra ayılır gibi oldular ama artık ipin ucu çoktan kaçmıştı. Şimdilerde dürüstçe dönüp yanlışlarını da itiraf edemiyorlar, hala iktidarın söylemleri ile kendilerine meşruiyet üretmeye çalışıyorlar.
Bu girdaptan çıkmanın ilk şartı hakkı söylemek, herkesin hakkını teslim etmek ve yanlışa yanlış diyebilmektir. Ancak böylece kamu vicdanı uyanır. Öncelikle bütün yalanlar çöpe atılmalıdır. Amasız, fakatsız herkese aynı kriterlerle muamele edilmesi talep edilmelidir. Şu ana kadar ülkeden gidenlerin döneceğini pek sanmıyorum ancak ciddi bir iyileşme meyli olursa ülkeyi terk etmeye hazırlanan eğitimli insanlar kalmaya karar verebilirler.
Hakkı söylemek, herkese adalet talep etmek Hizmet Hareketi için değil halkın menfaatleri için yapılmalıdır. Hassaten Hizmet yahut başka bir grup belirtilmek şart değildir. Hak herkes için olmalıdır. Bir ülkede bir topluluğa açıkça haksızlık ve zulüm yapılırken ülke iyileşemez
Bu paragrafı çok beğendim. “Hakkı söylemek, herkese adalet talep etmek Hizmet Hareketi için değil halkın menfaatleri için yapılmalıdır. Hassaten Hizmet yahut başka bir grup belirtilmek şart değildir. Hak herkes için olmalıdır. Bir ülkede bir topluluğa açıkça haksızlık ve zulüm yapılırken ülke iyileşemez”
Hocam söylediklerinizin tamamına katılmakla birlikte yazınızın son iki paragrafındaki teklifler o kadar naif ki… Bir hekim olarakTürk toplumunu ve yönetici taifeyi tanıyor olmalısınız! Yine de düşünce ve üzüntü ürünü olan bu yazı vesilesiyle saygılar sunarım!
Tarihi nakaratlar manzumesi içerisinde ortaya dökülmüş bir tekrar
Mehmet Akif de aynı dertten müzdaripti Nurettin Topçu da
Türkiyeden sürgün yiyen günümüze kadar diğer bütün aydınlar(solcusu-sağcısı) hepsi hayatarını bu uğruda harcadılar ama devlet mekanizmasını yenemediler. Çünkü halk bu
şimdi ilahi bir fırsat doğmuş ve ilahi yönlendirme ile bütün dünyaya dağılmışız hala o anadolu bataklığıda anadolu bataklığı deyip duruyoruz ve bulunduğumuz mekanların hakkını vermediğimiz gibi ömürlerimizi heba ediyoruz ve çoluk çocuğumuzu yeni mekanlara uygun hale getirmiyoruz
Niye Kader Taş atıyoruz
Niye Allaha taş atıyoruz
Artık dünyanın her yerindeyiz
Türkiye toraklarının dışındaki bizlerin her hangi bir gırdabımız yok
Tek gırdabımız ordaki arkadaşların derhal ve ivedilikle titanikten kurtarılmasıdır. aslında ordakilerin ordan kurtarılmaya ihtiyaçları olduklarını onlara da anlatmaktır. Farkında değilller nasıl bir rezillik içinde yaşadıklarının. Ordaki her saniye rezillik kepazelik
İslâm Medeniyetinin kurulması için üç evre vardır ve bu bir sünnetullahtır.
ilk evre iman ile küfür ve şirk mücadelesi. Zamanla imanın makuliyeti ve güzelliği küfre ve şirke galip gelir. Mü’minler hakim olur.
ikinci evre iman ve nifak mücadelesi: İmanında sadık olanlarla yalancılar arasında bir mücadele başlar. Bu evrede sistem odaklı ve insan odaklı iki grup kendi arasında mücadeleye başlar. Nihayetinde sistem odaklı grup iktidarı eline geçirir ve zamanla asıl hedefi unutup nifaka sapar. İnsanlar nifakın çirkinliklerini de bizzat yaşayarak müşahede ederler. Ve zamanla nifak ehli de savrulup gider.
Üçüncü evre ise, Adaleti mahza ile adaleti izafiyenin mücadelesi başlar. Zamanla ihsan şuuruna sahip insanların kurduğu bir medeniyette her düşünceden insan özgür ve adil bir ortamda hayat yaşar. İslâm zahire göre hüküm verdiğinden bu durum da uzun ömürlü olmaz. önce duraklama sonra yıkılış dönemi kaçınılmaz olur.