Prof. Dr. SALİH HOŞOĞLU | YORUM
Hizmet Hareketi kendine yönelen kökünü kazıma eylemine (tenkil) nasıl karşı koymalıydı, şimdi nasıl karşı koymalı? Hizmet’i yok etme niyeti/gayreti 28 Şubat döneminde de vardı ve bu gayeye matuf birçok hazırlık ve girişimler oldu ancak bugünkü şekliyle uygulamaya girişi 2011 seçimleri sonrasında yaşandı. Önceleri tekil olan söylentiler o tarihten sonra koroya dönüştü ve sahaya indirildi. O süreçte gerçekte ne olduğu ve kimlerin hangi kararları hangi saiklerle verdiği hâlâ önemini koruyor.
Hizmet’e yönelik planların sahipleri ve bu işin motivasyonu bilinmeli ki doğru stratejiler geliştirilebilsin. Görebildiğim kadarıyla bu konu kamuoyu önünde çok az konuşuluyor. Bu saldırılar sonrasında Hizmet’in savunma reflekslerine bakarak nasıl bir okuma yapıldığını anlamak kısmen mümkün olsa da bu hususta tam bir açıklık yok.
Bugünden bakınca o günleri yaşamamış veya bir çok detaya vakıf olmamış kişiler için bazı konular anlaşılmaz gelebilir. 2011 Seçimleri sonrasında iktidar çevrelerinin tavrına bakıldığında 2010 referandumu öncesine göre çok bariz bir değişiklik olduğu görülüyordu. Özellikle dindar kitleleri iknayı hedef alan ama toplumun her tabakasında etkili, çok yoğun, gizli-açık bir Hizmet düşmanlığı/kara propaganda programı devreye sokulmuştu. Bu tarz propagandalar uzun zamandan beri derin odaklar tarafından farklı aracılarla tekrarlanıyordu ama bu defa hükümet çevreleri de bu işe dahildi.
Maalesef o günün şartlarında Hizmet adına bu sinsi ve uzun soluklu propaganda derinliğine fark edilemedi. Fark edildiği kadarının da etkisi kırılamadı. Geriye dönüp bakıldığında bu derin propagandanın çok iyi planlandığı ve toplum psikolojisini iyi tahlil etmiş uzmanların yönlendirmesiyle orkestra edildiği anlaşılıyor.
Bugünden geçmişe hayıflanmak doğru değil
O zaman şu andaki bilgi ve yaşanmışlıklara sahip değildik ve şimdi geriye bakıp “Niye bu konuda şöyle yapmadık!” diye dövünmek ekseriyetle gerçekçi olmamaktadır. Demokrasi ve hukuk adına ittifak ettiğiniz iktidar sahiplerinin, gerçekte içten içe size karşı derin bir düşmanlık beslediğini elbette bilemezsiniz. O güne kadar kamuoyu önünde Hizmet’le yakın görüntü vermeye çalışan bu ekip, bu aşamadan sonra kendi yaptıkları yanlışları bile Hizmet’e isnat ederek kitleleri inandırdılar.
O zaman bu güruhun kimlerle ve hangi niyetlerle işbirliği içinde olduğu da bilenemediği için Cemaat ne kendi içine ne de çevreye bu konularda net bir açıklama yapamıyordu. Bu gel-gitler uzun zaman devam etti ve Cemaat olayları yorumlamakta ciddi sıkıntı yaşadı. Buna karşılık devasa bir medya gücüne hükmeden iktidar sahipleri basit ama kolay satın alınabilecek iftira ve yalanlarla kendi ajandalarını ustalıkla hayata geçirdiler.
Yaşanan ihtilafın sebebini ve olayların seyrini açıklamadaki sıkıntılar şu anda da tamamen bitmiş değil, zira Hizmet düşmanlığında birleşen dinli-dinsiz, sağcı-solcu bu geniş cepheyi bir araya getiren temel motivasyonu anlamak/anlatmak kolay değil. Aslında bu aptalca düşmanlığın anlamsızlığı ve haksızlığı nedeniyle derin bir şaşkınlık yaşandı ve hala da yaşanıyor.
Hizmet’e karşı kirli ittifak kuruldu
Erdoğan ve yakın ekibinin gücü ve organizasyon yeteneği ne kadar fazla olsa da Hizmet’i toplum nezdinde itibarsızlaştırmaya ve devlet içindeki operasyonları yürütmeye yetmiyordu. O nedenle başta Ergenekoncular olmak üzere dışarıdan, sözde muhaliflerden, çok sayıda kişi Erdoğan’ın ekibine katıldı ve çok farklı çevreler Hizmet’e karşı güç birliği yapmaya başladılar.
Erdoğan ve ekibi Hizmet’i yok etmeye kendi inisiyatifleri ile mi karar verdiler, yoksa daha önce devlete hakim olan yapı ile anlaşırken o yapı tarafından bu husus anlaşmanın bir şartı olarak mı önlerine kondu? Bunun cevabını bilmiyoruz. Ancak muhalif olarak görünen laiklerin kritik zamanlarda “Aman Erdoğan gitmesin!” dedikleri de bir gerçek!
Nitekim 17/25 Aralık sonrasında ve takip eden seçimlerde muhalefet çevrelerinin Hizmet’e özellikle mesafeli durduğu çok açık olarak görüldü. Bu aşamada Hizmet mensuplarına yapılan haksızlık ve saldırıların ülkeyi nasıl bir hukuksuzluk girdabına götüreceğini görüp tavır alabilirlerdi ama bunu yapmadılar. Hizmet’e zarar vermek söz konusu olduğunda iktidara destek verdiler ve veriyorlar.
Anlayabildiğimiz kadarıyla devlet içindeki bir odak dini grup ve cemaatları Hizmet’ten uzaklaştırmak için çok önceden gerekli hazırlıkları yapmıştı. Kendi ifadeleri ile çok geniş bir yığınak yaparak Hizmet’i yalnızlaştırdılar. Muhafazakar çevreden ikna edilemeyen elitler “iltisak” kılıcı kullanılarak susturuldu, susturulmaya devam ediliyor.
Aradan geçen on yılı aşkın sürenin sonunda Türkiye’de, Hizmet mensuplarına karşı yürütülen soykırıma ek olarak, din ve dindar algısı ciddi anlamda zarar gördü. Dindar kitle adeta pusulasız gemi gibi farklı yerlere toslayıp duruyor. Hizmet gönüllüleri, dindarların bu iftira ve saldırılara katılması veya sessiz kalması karşısında önce şaşkınlık sonra da derin bir hayal kırıklığı ve kırgınlık hissettiler. Bu küskünlük ve kırgınlık hali hâlâ devam ediyor.
‘Laiklerin’ hukuk diye bir derdi yok!
Laik kesim zaten sağlıklı bir yerde değil. Haksızlığa karşı olma ve hukukun üstünlüğü gibi bir dertleri hiç yok. Erdoğan muhalefetinin asıl sebebi dine ve dindarlara karşı olmaları. Bu kesimin içinden, ‘amasız, fakatsız’ haksızlıklara itiraz eden birkaç yürekli insan çıksa da ekseriyet sadece kendi mahallesi için hukuk istiyor.
Bu aşamada Türkiye nasıl hukuka dönebilir?
Kanaatimce Türkiye’yi dönüştürecek olan laikler değil, yine muhafazakâr tabanın sağduyuya yönelmesi olacaktır. Son tahlilde dindarların uzun yıllar uzak oldukları iktidara kavuşma ve laikçi baskıdan kurtulma uğruna Erdoğan’a ödedikleri bedel her gün kabarıyor ve bundan ciddi rahatsız olan samimi dindarların oranı az değil.
Dindar çevrenin Erdoğan’dan uzaklaşması, dini grupların önderlerine rağmen olabilir mi? Muhafazakar toplulukların özellikle önde gelenlerinin devletin özel ilgisine ve yönlendirmesine mazhar oldukları bir sır değil. Ancak devlete angaje olmamış eğitimli dindarlar tabanı uyarabilir ve dindar mahalleyi yaşadıkları kabustan uyandırabilirler.
Bu kolay değil ancak imkansız da değil. İşin kötüsü, başka bir yol da görünmüyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi sol, Kemalist, laik kesimin gerçek manada ‘hukuk, insan hakları ve özgürlükler’ gibi bir derdi yok!
Burada bir nüansa dikkat edilmeli. Dindar veya laik, hukuka dönülmesini talep edenler, bu taleplerini Hizmet Hareketi’ni kurtarma adına yapmayacaklar ve yapmasınlar da… Zaten kimsenin böyle bir beklentisi ya da ayrıcalık talebi de yok. İnsanlar sadece ‘hukukun’ uygulanmasını, adil yargılanmayı bekliyor. Zira hukuk herkese lazım.
Bediüzzaman’ın Hz. Ali’nin evladının Emeviler karşısındaki başarısızlığının izahı, “Türkiye’nin hukuka dönmesi, dolayısıyla Hizmet’e yönelik soykırımın bitmesi laikler eliyle ol(a)mayacak, yine dindarların intibahı ile olacak.” kanaatimle örtüşüyor diye düşünüyorum. Bediüzzaman bu konuda şöyle diyor:
“Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.
….. İşte, Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.
Eğer denilse: “Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve rahmet-i İlâhiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?”
Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfi ve parlak mesleklerine halel verip mağlûbiyetlerine sebep olmuş.”
Ümit
Ümitli olmak güzel ve de doğru, ancak ‘samimi’ (ki çok su götürecek bir tanımlamadır) muhafazakar kitleden böyle bir çıkışın gerçekleşmesini zor görüyorum.
2002’deki ekonomik buhran ve öncesinde dindarlara medya eşliğinde uygulanan 28 Şubat zulmünün oluşturduğu tepkisel birikim AKP iktidarının yolunu açtı. Bunun yanında AKP’nin estirdiği olumlu havanın bir bölümü de, parti tüzüğüne konan ve bolca reklamı yapılan 3 dönem sınırlaması üzerinden, bunun artık bir lider partisi değil, bir kadro hareketi olacağı yönündeki kanaat idi. Muhafazakar kitle, Erbakan ve Türkeş gibi figürlerin arkasında sıkışıp kalan kısır ideolojilerden bezmiş, buralardan zihinsel olarak kopmuş ve öncesinde olumlu ve ılımlı imajları ile ön planda olan Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener, Özal döneminden tanınan Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu ve hatta güncel zamandan iz bırakan Erkan Mumcu ve benzeri isimlerin doldurduğu kadroya tav oldu. O günün şartlarında bu yanlış bir yönelim değildi. Hizmet hareketinin de bu trende uyması ve elden geldiğince güç zaafına uğramış gibi görünen laikçi derinliğe karşı AKP’yi koruma görevini üstlenmesi normaldi. O dönem Erdoğan, kadrodaki tüm diğer kuvvetli isimler arasında yer alan figürlerden biri idi ve bu denli ön planda değildi. Denebilir ki, eşzamanlı olarak Putin’in tüm Avrupa parlamentolarını dolaşıp konuşmalarıyla mavi boncuk dağıttığına benzer bir manzarayı, Erdoğan -en azından ülkemiz çapında- vermeyi başarmıştı. Her iki lider de arka plan ajandalarını (ki ben baştan böyle bir şey olduğunu düşünüyorum) ustalıkla gizlemeyi başarmışlardı.
Zaten partinin hükümet etmeye başlaması da gerçekten böyle bir kadro harekatı ile yaklaşık 10 yıl süren bir başarı hikayesine de imza attı. Gerçi bu 10 yıl henüz dolmadan Abdüllatif Şener, Erkan Mumcu ve farklı bir dünyadan gelen Turhan Çömez gibi isimlerle (bazı perde gerisi uyumsuzluklar ya da bir tür ‘aydınlanma’ nedeniyle olsa gerek) gemiden inmeler başlamıştı.
Hizmet hareketi de esasen daha AKP’nin ilk döneminde, Cemil Çiçek’in adalet bakanlığındaki orkestra şefliği eşliğinde Terörle Mücadele Kanunu’na zorlaya zorlaya ‘silahsız terör örgütü’ şeklindeki bir tanımlamanın sokulmaya çalışılması sırasında bir şeylerin göründüğü gibi gitmediğini fark etmişti aslında. Ne var ki, merkez sağın tamamen boşaltıldığı siyasi tabloda o gün için (ki halen öyle) ciddi bir alternatif de yoktu.
Esas üzerinde çokça durulması gereken sosyolojik olgu, Erdoğan’ın bir kadro hareketi reklamı ile arkasına aldığı %50’lik kitleyi 10 yıl içinde liderine tapan körler ve sağırlardan oluşan bir sürüye dönüştürmeyi nasıl becerdiğidir. Bu konuyu sosyolaglara bırakalım.
Bu körler/sağırlar topluluğu şu an için öyle bir hale geldi ki, Erdoğan’ın açıktan söylediği yalanları, bir gün ara ile hatta bazen aynı gün aynı konuşma içinde birbirine zıt açıklamalar yapmasını, ülkenin kendi dönemi öncesinde en asgari beyaz eşya ile bile tanışamamış bir nevi taş devri yaşadığı imajı veren propaganda konuşmaları, ülkedeki tüm üniversiteler ve tüm havalimanlarının kendisi tarafından açıldığı yönündeki söylemleri, dış politikadaki dün şöyle bugün böyle salvoları (daha çokça uzatmak mümkün) kolayca hazmedip yola devam edebiliyorlar. Ortada kendisine yapılan en ufak eleştirinin en kısa sürede hapisle cezalandırıldığı, kendisinin ise herkese en ağır hakaretleri alkışlar eşliğinde yapabildiği, toplumun en az yarısı tarafından kabul edilmiş ve onaylanmış bir gerçeklik var. Durum Orwell’in 1984 romanında betimlediğinden bile daha vahim bu yönüyle. Keşke ‘öğrenilmiş çaresizlik’ diyebilseydim ama çaresizliğe yönelik bir farkındalık bile yok ki öğrenilsin, muzaaf cahillik, onay, destek, doğrulama, delicesine bağlılık ve kabullenme var.
Hasılı, elbette ümit var, elbette bu düzen böyle sonsuza kadar gitmeyecek… ama ‘samimi’ muhafazakarların samimiyetinden ve samimi olsalar bile böyle bir çıkışa yeltenebileceklerinden şüpheliyim. Ayrıca ülkenin çöküş sürecini daha tamamlamadığı kanaatindeyim. 1994 ve 2001 ekonomik krizlerinin şartlarını mumla aratacak derinlikte bir buhran bekliyorum; siyaseten ve ahlaken. Sonrasında ise yeniden kurulacak temiz, pırıl pırıl bir düzenin hayalini kuruyorum. Bu düzeni ise ancak ve ancak tüm ideolojilerin anlamsızlığını idrak etmiş ve uzaklaşmış temiz gönüller, temiz kafalar kurabilir vesselam…
Proje daha bitmedi. O yüzden kurtulmadan önce kitap gibi yazılan projenin nereye gideceğine bakmalı. Adam önce bunları bitireceğim dedi. Demektir ki daha tarikat ve cemaatlerde bitecek. Müslümanları hukuk devletinden uzaklaştırıldı. Birde onlara cihat diye suç işlettirilecek. Yani en büyük tuzak müslümanların hiç ummadığı yerden gelecek. En güvendikleri yerden darbeyi yiyecekler. Birde müslümanları hukuk devletinden uzaklaştırdığı için açıkta yakalanacaklar. Şaşkınlar kendilerini devlet sanarken bir bakacaklar suç üstü yakalanıyorlar.
Hırsızlar, katiller ve darbecilerin ittifakı : biri devletin gücünü, biri sokağın gücünü, diğeri de devletin kılcal damarlarındaki zayıf gücünü bir araya getirdi. Müthiş bir şeytanı plan yaptı ve Hizmetin üst kademesini de bu işin içine çekti ve aldattı. Ama iş işten geçmişti. Eyvah dediler ama son pişmanlık fayda etmedi. Olan bu işten habersiz kişilere oldu. Bu işe karar verenler çoktan sınırı geçmişti. Şimdi hiçbirinin sesi soluğu yok. Sesi soluğu çıkanlar ise bir avuç bu işten habersiz olanlar. Anlamadığım devletin içinde bu kadar kişi var bu şeytani plan nasıl farkına varılmadı. Halbuki bu şeytanlar hep benzer senaryoları uygulamış. Her defasında inananlar bu işten zarar görmüş fakat ders çıkaran yok . Nasihat ise çok; “müslüman aldanmaz aldatmaz iki defa aynı delikten sokulmaz” bu kaçıncı delik.
Bu adaletsizliği laikler bitiremez, doğru.
Ama bu adaletsizliği dindarlar da bitiremez.
Bu adaletsizliği dürüst, vicdanlı, karakteri açgözlülüğünün önene geçen insanlar bitirecek.
İsme ve kime yaradığına, kimlerin sözkonusu olduğuna bakmadan kanunların metnini önemseyenler bitirecek.
Bunlar laik de olabilir, dindar da.
Laikler dindarları sevmediği için adalet, hukuk devleti talebi yok demenin altı yazıda doldurulamamış.
Ayrıca yazar laiklerin dindarları sevmediğini düşünüyorsa bunun nedenlerini de sormalı sorgulamalı değil mi?
Acaba neden sevmiyorlar? Neden korkuyorlar?
Bu irrasyonel bir antipati mi?
Yoksa dindarlarda içselleştirilmemiş kuru kuru bir laf dindarlığı gördükleri için mi sevmiyorlar, güvenmiyorlar, korkuyorlar?
Bu korkunun arkasında kendini yenileyemeyen, çağ dışı kalmış bir dindarlık anlayışı görmeleri olmasın? Dindarlar gücü tamamen ellerine geçirse torpilin, liyakatsızlığın, şeyh ve tarikat lideri sultasının bitmeyeceğini, ama sözde dini değerler öne sürülerek türkülerin, şarkıların, sinemanın biteceğini, kültürümüzün elinin kolunun kesileceğini görmeleri olmasın bu korkunun altında?
Anlamıyorum, bunca olup bitenden sonra biz neden özeleştiriyi hep başkalarından, laik kesimden vs. bekliyoruz? Biz her problemi çözdük de laiklerde bunu görecek göz, anlayacak akıl olmadığı için mi bugünkü tablo ile karşı karşıyayız?
Yazarın Bediüzzaman´a atıfta bulunması, Hz. Ali taraftarlarının yenilgisini açıklama şekli de bence oldukça tartışmalı ve inandırıcıklıktan uzak. Ne diyor?
Hz. Ali taraftarları dini önemsiyordu, karşı taraf Arap milliyetçiliğini. Hz. Ali taraftarları arasına başka milletlerden Arapları sevmeyenler karıştığı için ihlaslarını bozdu, bu nedenle de dini önemseyen Hz. Ali taraftarları yenildi.
Mantık bunun neresinde? Allah niçin kendi yolunda gidenlerin arasına samimi olmayanlar karıştığı için tamamen farklı hesaplarla hareket edenler karşısında yenilgi yaşatsın?
Ayrıca bu argüman belki dinler kadar eski bir argüman. Taa eski Yahudiler dünyevi alandaki yenilgilerini hep “Biz samimi olmadığımız için, dini yeterince yaşamadığımız için başımıza bunlar geldi” diye açıklamada bulunmuş.
Bu argüman her devirde söylenegelmiş. Sonra buna Hıristiyanlar da başvurmuş, Müslümanlar da.
Çok doğru bir tesbit. Yurekten katılıyorum, Turkıye dışında yaşayanlar buradaki gelişmelere çok muttali değiller..
Her ne kadar gençlerde genel bir dinden uzaklaşma olsa bile dindar olarak kalmayı başarabilen gençler bizim nesilerimize göre çok daha hür düşünceli, İslamı bizden çok daha orijinaline uygun bilme şansına sahipler ve babalarına şeyhlerine cemaat önderlerine körü körüne bağlı olma oranı çok düşük..
Dolayısıyla ancak bu yeni dindar nesil Türkiyeye hukuk getirebilir