YORUM | MAHFİ ŞAHİN
Balkonda gökyüzünü seyrediyorum.
Kollarım koruma duvarından aşağı sarkmış, öylece Bruno’yu düşünüyorum.
Hani şu Kilise’nin Engizisyon mahkemesinde yargılayıp, sapkın ilan ettiği ve Roma’da diri diri yakılarak idam edilen İtalyan filozof Giordano Bruno.
Serin bir sessizlik var havada. Gökyüzü mavi tonunu hiç kaybetmek istemiyormuş gibi ısrarlı duruyor gecenin bu ilk çeyreğinde. Yıldızlar bile çocukluğumdaki kadar pürüzsüz bu akşam. Fakat görünürde ay yok henüz. Oysa çocukken tozlu yollardan karşı mahalleye yürürdüm aya bakarak. Sanki ona yaklaşacak ve yakından daha net görecekmiş gibi. Ama o, hep aynı noktada dururdu da hiç kapanmazdı bu muğlak mesafe. Demek ki hiç kapanmıyormuş bazı mesafeler. Ben şimdi öğrendim. Bahçede yeşermeye durmuş ve uzansam dokunamayacağım şu koca söğüt ağacı da olmasa, neyin özlemini yaşardım bilemiyorum. Salkım salkım bir durgunluk var dallarında söğüdün. Sair zamanlarda rahatsızlık vermeyen bir gürültü gelirdi karşı apartmanlardan. Şimdi derin bir sessizlikte, matem tutuyor gibi bütün mahalle. Öyle ya salgın matemi bu! Sanki hiç yakın olmamıştı ölüm bu kadar. Şuraya da ahşap bir tabure alıp, uzun uzun oturmalıyım artık balkonda. Belki sonbaharı görürsem, elveda diyerek dökülen yaprakları da yazarım. Bütün bu duygular içinde bir de türkü dinliyorum iyi mi! Türkü dinlemek, birikmiş suskunlukların isyanı gibi geliyor bana. Ve şöyle devam ediyor türküsünde şair:
“Karanlıklar içinden, şafakla gel günle gel,
Kan ve barut içinden, dirençle gel kinle gel.”
Evet hâlâ balkonda düşünüyorum. Belki de suç işliyorum! Bilemiyorum. Çünkü Bruno’nun da suçu düşünmekti ve şöyle diyordu: “Evren sonsuzdur, eşdağılımlıdır ve evrende dünyadan başka birçok gezegen bulunuyor.” İşte bu görüşü aykırı bulan ve gözlerini yeniçağa açamamış karanlık bir ortaçağ toplumu, onu 1600 yılında Roma’da Campo de Fiori meydanında diri diri yaktı.
Filozoftu Bruno. Gökbilimciydi, okültistti, şairdi ve edebiyata çok yakındı. Fikirlerinden ötürü hiçbir yerde kalıcı olarak yaşayamadı! Düşünce adamı Cemil Meriç ifadesiyle, “düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı” bir toplumda sürekli yer değiştirdi, hep kovalandı. Önce Cenevre’ye geçti, Paris, Londra derken tutunamadı. Oradan Almanya, sonra Zürih, ardından Venedik. Sonra Venedik’te yine lanet bir aristokratla çatışınca Roma’ya engizisyona teslim edildi. Evet, tek suçu düşünmekti Bruno’nun. Düşünmüş, düşündürmüş ve düşünerek gitmişti zemheri bir şubat fırtınasıyla. Öyle ki, ölüm kararını kendisine bildiren yargıca: “Ölümümü bildirirken, siz benden daha çok korkuyorsunuz.” demiş, karanlığın bağrına son bir hançer daha saplamıştı. O hançer ki, yaklaşık üç asır sonra aydınlanmanın temsili bir heykeli olarak Bruno’nun yakıldığı yere; yine fırtınalı bir dönemde, kiliseye rağmen 1880’lerin başında, Victor Hugo, Herbert Spencer ve Silvio Spaventa’nın da bulunduğu uluslararası bir komisyon tarafından dikilmişti. Kabzası yakuttan hançeri tutan elleri görüyor musun ey karanlık!..
Evet hâlâ türkü dinliyorum. Türkü dinlemek, birikmiş suskunlukların isyanı gibi gelirken bana, devam ediyor şair:
“Doluşunca alanlar, şehirde gel kırda gel,
Haykırınca zindanlar, zincirleri kırda gel.
Gel gülüm, gel…”
Türkü dinlerken başka bir türküyü mırıldanıyor, Helin’i düşünüyorum. Türkü dinlemenin yasak olduğu bir coğrafyada büyüdüm ben. Varın siz düşünün türkü söyleyenin işlediği suçun büyüklüğünü! Şimdilerde Campo de Fiori meydanında elinde bir kitapla kurtarıcı gibi duran o heykeli, autumn Brown renkli binaların altında bulunan kafelerden, bacak bacak üstüne oturmuş, Macchiato içerek hayretle seyrediyor insanlar! Bazı günler halk pazarı kuruluyor o meydana ve yaktıkları adamın gölgesinde dinleniyor yine insanlar…
Helin’i düşünüyorum…
Uzun bir köprüden yalın ayak geçiyor; ipek bir mendil gibi sürüklenip uçuyorum. Türkü olup uçarken uzak kentlere, uğramak istemiyorum dostun köyüne. İstemiyorum kerpiç duvarlı evleri görmek artık. Ve türkü için kendini feda eden bir insanın sanatsal duruşunu hayranlıkla seyrediyorum. Sonra “feda etmek üzerine” derin düşüncelere dalıyor, üzülüyor, öfkeleniyor ve yadırgamıyorum feda edilen o kutsallığı. Neden yadırgansın ki? Dün fikir uğruna idam edilen canlar, bugün türkü söylediği için ölüyor… Keşke daha büyük bir sebep mi olsaydı dediniz?
“Türkü söylemek bir aşk halidir!” Aşk ise, tutkuyla yapılan herşeydir. Hem sonra yaşamın en büyük tutkusu da aşktır. İnsanın tek sebep olduğu bir dünyada daha hangi büyük bir amaç var ki 28 yaşında bir kadın onun uğrunda can versin! İşte bu, tutkunun özgürlük arayışıdır. Ve yüzyıllar boyu süregelen savaşların çıkış noktasıdır. Tam olarak tutkudan aşka, aşktan özgürlüğe uzanan bir yolculuk bu. Her yaşam bir yolcu, her ölüm büyük bir mesafe…
Evet! Türkü söyleyip giderken Helin, şöyle devam ediyor son sözlerine Bruno: “Bilgisizliğin azgınlığına karşı savaştım. İnanın ki dünya nimetleri ya da öz saygı için bu acıya katlanmıyorum, yaşamı ben de çok seviyorum; fakat inançlarım bunun üstündedir.”