YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Modern döneme gelinceye kadar bütün medeniyetlerin bir peygamber öğretisine dayandığı, bunun tek istisnasının modern Batı medeniyeti olduğu çoklarınca dile getirilir. Batının Hristiyanlık ve hatta İslam medeniyetinden ciddi etkilendiği ve yararlandığı inkâr edilemez. Bununla birlikte Batı aydınlanmasının temelinde rasyonalizm, pozitivizm ve hümanizm gibi akımlar vardır. Birçok Batılı, bugün elde ettiği bilim, teknoloji ve medeniyeti, Kilise babalarıyla ve Hristiyanlığa ait dogmalarla giriştiği mücadeleden galip çıkmasına bağlar. Bu mücadelenin sonunda akıl vahyin önüne geçti, dünya ahirete tercih edildi, Allah tasavvuru ciddi değişime uğradı ve insan her şeyin ölçüsü hâline geldi. Bir taraftan din ve geleneklerden büyük bir kopuş başladı, diğer yandan da dine ait fikirler, algılar ve yaklaşımlar radikal bir değişim geçirdi.
Modern dönemdeki pek çok gelişme din aleyhine vuku buldu, dinin altını oydu ve dini düşünceye ciddi bir darbe vurdu. Fakat bunlardan hiçbiri dinin, akıl ve bilime düşman gösterilmesi ölçüsünde dine zarar vermedi. Din ile akıl ve bilim arasında var olduğu zannedilen çatışma, gerçekte Kilise ile akıl ve bilim arasında yaşanmıştı. Gerçekten Ortaçağ boyunca, Hristiyanlığı temsil eden din adamları, akılla izah edilemeyecek yorum ve uygulamalar ortaya koymuştu. Bilime ve bilim adamlarına düşmanlık yapmıştı. İnsan onurunu, özgürlükleri, temel insan haklarını hiçe sayan acı tecrübeler yaşanmıştı. Kilise babalarının uzun asırlar boyunca ortaya koydukları yanlış ve kötü temsilin faturası modern dönemde “din”e kesildi. Din-bilim çatışması Müslümanların hiç duymadığı ve tanışmadığı bir tecrübe olsa da, Hristiyanlık için kurulan darağacında İslâm da idama mahkûm edildi.
Günümüzün modern ve seküler değerleri, bilim anlayışı ve popüler kültürü hiç olmadığı kadar dinlere meydan okuyor. Ortaya atılan şüphe ve itirazların hadd ü hesabı yok. Din, en muhkem meselelerine varıncaya kadar sorgulanıyor. İtikadî, amelî ve ahlakî sahalarda üst üste sapma ve kaymalar yaşanıyor. Yeni yeni bid’atlar icat ediliyor, modern hurafeler vücut buluyor. Din, vicdanlara, olmadı mabetlere hapsedilmek isteniyor. Dinin, anlam ve rolü değişiyor… Bütün bu problemlerin temelinde yanlış ve eksik Allah tasavvuru yatıyor. Allah, isim ve sıfatlarıyla doğru tanınmayınca, insan-varlık-Allah arasındaki münasebet de doğru kurulamıyor. Yani Hâlık-mahluk ilişkisi anlaşılamıyor ve varlığın dili doğru okunamıyor.
İddia edilen din-bilim çatışmasının temellerini de burada aramak lazım. Günümüzde bilim ile din arasına kalın duvarlar örülmesinin ve bunların her birinin birbirinden müstakil ayrı birer gerçeklik alanı olarak görülmesinin başlıca sebebi de budur. Son bir iki asırdır literatüre giren ve zaman zaman dillendirilen “Boşlukların Tanrısı” (God of the gaps) iddiası ve bu başlık altında tartışılan konular da yine Allah hakkındaki yanlış düşünce ve tasavvurlardan kaynaklanmaktadır.
‘BOŞLUKLARIN TANRISI’ NE DEMEKTİR?
Boşlukla kastedilen mana, insanoğlunun bilim yoluyla henüz açıklayamadığı olay ve olgulardır, epistemolojik ve ontolojik bilinmezlerdir. Ateistlerin iddiasına göre teistler, bilimin mevcut imkânlarıyla keşfedemediği ve bilemediği olayları Tanrı’ya bağlamakta ve kendilerince bir açıklama yapmaktadırlar. Yani “boşlukta” kalan varlık ve hâdiseleri Allah’ın ilim ve kudretiyle açıklamakta ve O’nun icraatı olarak görmektedirler. Ne var ki bilim ilerledikçe dünün bilinmezleri bugünün malumu olmakta, yani boşluklar yavaş yavaş bilimsel açıklamalarla dolmaktadır. Boşluklar doldukça bir Yaratıcıya duyulan ihtiyaç da yavaş yavaş ortadan kalkmaktadır.
Bu fikri Hipokrat’a kadar götürenler vardır. Çünkü o şunları söyler: İnsanlar epilepsinin ilahî olduğunu zannediyor. Çünkü epilepsinin nedeniyle ilgili bir fikre sahip değiller. Öyle inanıyorum ki bir gün epilepsinin sebebini bulacağız. İşte o zaman onun ilahî olduğuna dair inancımız son bulacak. Evrende bilemediğimiz her şey için aynı şeyi düşünüyorum.
Görüldüğü gibi bu düşüncenin kökleri çok eski olsa da, “boşlukların Tanrısı” kavramı modern dönemde ilk defa Henry Drummond tarafından kullanılmış ve akabinde konu etrafında önemli tartışmalar yapılmıştır. Mesela bu konuda inançlı insanlara önemli eleştirilen yönelten Richard Dawkins, The God Delusion isimli eserinde yaratılışçıların bilim alanında boşluklar bulmak ve bu boşlukları Tanrı ile doldurmak için can attıklarını öne sürer. “Bir şeyin nasıl işlediğini anlayamazsanız dert etmenize gerek yok: Tek yapmanız gereken pes etmek ve bunu tanrı yapmıştır demek” sözleriyle “boşlukların Tanrısı argümanını” eleştirir. Ona göre bilimin ilerlemesiyle birlikte Tanrı’ya ait alan gittikçe daralacak ve nihayetinde O, görevsiz ve sığınaksız kalma tehdidiyle karşı karşıya kalacaktır.
Gerçekten Müslümanlar boşlukların Tanrısı’na inanıyor olabilirler mi? Ateistlerin iddia ettiği gibi, bilimin izah edemediği bir kısım olayların var olması, Allah’ın varlığına bir delil olarak mı kullanılmaktadır? Yani Allah’ın varlığını ispat eden hüccetlerden biri olarak da boşlukların Tanrısı argümanı mı kullanılmaktadır? Daha da önemli soru şu: Şayet insanoğlu, bilimin ilerlemesiyle birlikte varlığın hakikatine ve kâinatın işleyişine dair tüm muammaları çözerse Allah’ın varlığına inanmak için elimizde bir gerekçe kalmayacak mıdır? Gerçekten bilimin zamanla tüm bilinmezleri bilinir hâle getirmesi mümkün mü? Şunun da üzerinde durulması lazım: İnançlı insanlar Allah’ın varlığını ispatlamak için bilim tarafından açıklanan sebepler, varlıklar veya olayları mı kullanıyor; yoksa Big-Bang, ilk canlının ortaya çıkışı, şuur/bilinç, hayat gibi mevcut bilimin imkânlarıyla açıklayamadığı olayları mı?
‘BOŞLUKLARIN TANRISI’ ARGÜMANI
Yukarıda da ifade edildiği üzere ateistlerin iddiasına göre inançlı insanlar, bilimin açıklayamadığı gizemleri, sebebi bilinemeyen olayları, mekanizması çözülemeyen sistemleri Allah’ın varlığına dair bir argüman olarak kullanırlar. Ne var ki bu iddiayı kabul etmek mümkün değildir. Kelam kitaplarında zaman zaman bu tür mucizevi varoluşlardan bahsedilse de Allah’ın varlığına dair deliller serdedilirken hiçbir zaman “boşlukların Tanrısı argümanı” üzerinde durulmaz. Kelamcılar, “Biz şu hâdiselerin gerçekleşme şeklini anlayamıyoruz, o hâlde Allah vardır.” gibi bir mantık yürütmezler.
Allah’ın varlık ve birliğine dair Akait kitaplarında zikredilen delillere bakıldığında bunların, insanoğlunun henüz keşfedemediği mucizevi varoluşlardan ziyade, gayet iyi bildiği, gözlemlediği ve anladığı varlık ve olaylara dayandığı görülür. Kelâm âlimleri Allah’ın varlığına en büyük delil olarak kâinatta mevcut olan nizam ve intizamı, ahenk ve düzeni, hassas dengeleri, sanatlı ve harikulade varoluşları, hikmet ve gayeyi, yardımlaşma ve dayanışmayı gösterirler. Kâinattaki düzenin, işleyişin, ahengin anlaşılması ve keşfedilmesi ise akla ve bilime bağlıdır.
Allah’a inanan Batılı bilim adamları da aynı nokta üzerinde durmuşlardır. Mesela matematik profesörü John Lennox, benim Tanrım boşlukları dolduran bir Tanrı değil ve beni O’na inanmaya yönlendiren şeyler bilimsel olarak anlayamadığım şeyler değil bilimsel olarak anladığım şeylerdir.” derken, biyokimyacı Prof. Dr. Michael Behe de şunları söylemiştir: “Akıllı tasarım bilmediklerimize değil, bildiklerimize, hücrenin içinde son 30 yıldır keşfettiklerimize dayanıyor.” Kısacası hem Müslüman âlimler hem de Allah’a inanan Batılı bilim adamları Allah’ın varlığına dair delilleri en temelde bilimin sunduğu verilere dayandırmış; varlık hakkındaki cehaletimize bağlı üretilen argümanları çok da ciddiye almamışlardır.
Kur’ân, sürekli sayfa sayfa kâinat kitabını önümüze sererek bunun üzerinde düşünmeyi, akletmeyi, araştırma ve inceleme yapmayı, yeni keşiflere yönelmeyi teşvik eder. Aklını kullananları, mantık ve muhakemesini çalıştıranları metheder. Hiçbir zaman bilgisizlikten cehaletten medet ummaz. Asla bilimsel keşiflerden korkmaz. Kâinat kitabı üzerinde tefekkür, tezekkür ve tedebbürde bulunanların Allah’ın varlık ve birliğini çok daha iyi anlayacaklarını salıklar. Dolayısıyla ateistler, bilimsel gelişmelerin Allah’a duyulan ihtiyacı ortadan kaldıracağını zan ve iddia etseler de, Kur’an’a göre bilim ilerledikçe Allah’ın varlık ve birliği daha iyi anlaşılacaktır.
Kur’ân nazarında Allah’ı tanıtmaları yönüyle teşri ve tekvini ayetler (Kur’an ve kâinat kitabı) arasında fark yoktur. Teşri ayetler gibi tekvini ayetler de dikkatle ve tefekkürle okunması gereken birer kitaptır. Bir mü’minin kâmil manada Rabbini tanıması da bu iki kitabı birlikte okumasına bağlıdır. Bu yönüyle laboratuvarda tekvini ayetleri anlamaya çalışan bir mü’min ile mescitte Kur’an tilavet eden bir mü’min aynı şekilde ecre nail olacaklardır.
Kur’an ayetlerini okumayan, tefekkür etmeyen, anlamayan ve gereğiyle amel etmeyen mü’minler Allah katında mesul olacakları gibi, kâinat kitabının ihmal edilmesi de aynı şekilde mesuliyet sebebidir. Zira her iki kitabın mütalaasını emreden de Allah’tır. Hatta kâinat kitabını (tekvini ayetleri) ihmal edenler ilerleyemeyecek, ihtişamlı medeniyetler kuramayacak, bilim ve teknolojide geri kalacak, başkalarının güdümüne girecek ve bu sebeple daha dünyada iken perişan ve derbeder olacaklardır.
SEBEPLERİN MAHİYETİ
Ateistlerin, bilimin gelişmesiyle birlikte bütün “boşlukların” dolacağı ve dolayısıyla Tanrıya yer kalmayacağı şeklindeki düşünceleri de bütünüyle temelsizdir. Böyle bir yaklaşımın altında, sebepleri keşfedilen ve bilimsel izaha kavuşan olayların Yaratıcıyla irtibatlandırılmasına gerek kalmayacağı şeklinde bir düşünce yatar. Sözgelimi onlara göre eskiden insanlar yağmurun nasıl yağdığı, depremlerin nasıl meydana geldiği, gece ve gündüzün nasıl deveran ettiği gibi tabiat olaylarını sebep ve sonuçlarıyla izah edemediklerinden Allah’a bağlarlardı. Fakat bugün bilim bu tür tabiat olaylarının oluş şeklini izaha kavuşturmuştur. Dolayısıyla bunları Allah’ın icraatına bağlamaya gerek yoktur.
Modern bilimin yaklaşımına göre sanki canlı vücutlarında, doğada veya uzayda meydana gelen olaylar açıklandıkça esrarını kaybetmekte ve insanda bıraktığı hayret duygusu yok olmaktadır. Bilim adamları gayet derin ve hikmetli cereyan eden olayları sebep-sonuç münasebetiyle anladıktan sonra, bunlara bilimsel bir ad vermekte, onlar hakkında farklı ıstılahlar üretmekte ve onların mahiyet ve hakikatini anladıklarını zannetmektedirler. Dahası baş döndürücü nice mucizevi varoluşları sıradanlaştırmakta ve manasızlaştırmaktadırlar.
Buradaki temel problem, sebeplerin mahiyetinin doğru anlaşılamamasıdır. Gerçekten bizim sebep olarak gördüğümüz şeyler sonuçları ortaya çıkarmaya güç yetirebilir mi? Sebeplerin böyle bir potansiyeli var mıdır? Cereyan eden doğal olayları sebep ve sonuçlarıyla açıkladığımız takdirde Yaratıcı’ya gerek kalmayacak mı? Bu durumda her bir sebebe bir ilahlık gücü vermiş olmuyor muyuz? Veya bir olayın nasıl gerçekleştiğini veya bir canlının nasıl vücut bulduğunu anlamamız, onlarla ilgili her şeyi anladığımız anlamına mı geliyor? Bir çocuğun yumurta ve spermin birleşmesiyle meydana geldiğini anladıktan sonra, bu hadise bizim için bütünüyle bilinir bir hüviyet mi kazanıyor? Güneş sistemindeki gezegenlerin niçin uzay boşluğuna dağılmadan Güneş etrafında döndüklerini bilim sayesinde öğrendiğimizde başka soru sormaya gerek görmeyecek miyiz?
Tabii ki öyle değil! Bilim adamları kâinatta cereyan eden bir olayı sebep ve sonucuyla açıkladıklarında işleyiş, sistem ve mekanizma hakkında bilgi sahibi olurlar. Fakat bu sistemin niçin kurulduğunu ve nasıl var olduğunu bilemezler. Örneğin bir arabayı inceleyen bir mühendis, onun çalışma sistemini çözebilir. Arabanın nasıl hareket ettiğini, hangi parçanın ne işe yaradığını anlayabilir. Fakat onun bu bilgisi, bu sistemin nasıl ortaya çıktığını, nasıl olup da bütün parçaların mükemmel bir şekilde birbirine monte edildiği, arabayı inşa eden tasarımcının hedef ve maksadını açıklayamaz. Aksine arabadaki sistemi, mühendisliği, tasarımı gören bir insan, bu arabanın bir ilme, şuura, iradeye, plan ve projeye dayalı olarak üretildiğini anlar, dolayısıyla da arabadan arabanın banisine giden yolu bulur.
Araba misali üzerinden devam edelim. Aslında sebep, süreç ve işleyişi keşfedilen olayların bir Yaratıcıya ihtiyaç duymayacağını iddia eden kişinin, arabanın çalışma prensiplerini ve kurallarını keşfettikten sonra arabanın varlığını bunlara bağlayan, yani “Araba kendi kendini bu şekilde yapmıştır.” diyen bir kişiden farkı yoktur. Sebeplere yaratıcılık ve zorunluluk atfeden, yani gözlemlenen varlık ve olayların sebepler sayesinde vücut bulduğunu zanneden kişinin, arabanın işleyiş mekanizmasını keşfettikten sonra onun bu mekanizma sayesinde zorunlu olarak halihazırdaki gibi olacağını, başka türlü olamayacağını iddia eden kişiden farkı yoktur.
Bir arabanın, tasarımcısı olmadan sebeplerin ve tesadüflerin eliyle meydana gelemeyeceğini kabul eden insanoğlunun, arabanın sahip olduğu sistem ve mekanizmadan çok daha kompleks, mükemmel ve ahenkli yapılara sahip olan canlı organizmaların sebep ve tesadüfler eliyle meydana geleceğini zannetmesi büyük bir yanılgıdır.
Öte yandan kâinattaki olaylara baktığımızda çok büyük neticelerin minik sebeplere bağlandığını görürüz. Gözle görülemeyen sperm ve yumurtadan her yönüyle mükemmel bir insan çıktığı gibi, minik bir çekirdekten de kocaman ağaçlar vücuda gelir. Şekli, rengi, kokusu ve tadı farklı farklı meyvelerin sebebi ağaçlardır, yani odun parçalarıdır. Veya ağaçları da ayakta tutan su, güneş ışınları ve havadır. Gerçekten anne karnında teşekkül eden yavrular veya ağaçlarda asılı duran meyveler bizim “sebep” dediğimiz olayların “yaratabileceği” varlıklar mıdır? Her şey bu kadar basit midir? Maddi sebepler ve kör tesadüfler bir canlı organizmayı vücuda getirebilir mi? Bunu kabul ettiğimiz takdirde sebeplere fevkalade bir güç ve harikulade bir ilim atfetmiş olmuyor muyuz?
İşin doğrusu şu ki, sebepleri de neticeleri de yaratan Allah’tır. Esasında bizim sebep zannettiğimiz hadiseler sadece zahiri/görünen sebeplerdir; hakiki sebep ise Allah’ın yaratmasıdır. Her an vücut bulan mükemmel varlıkları, kâinatta cereyan eden baş döndürücü olayları belirli sebeplere bağlayan Allah’tır. Zannedildiği gibi kâinatta mutlak bir determinizm yoktur. Belirli sebeplerin varlığı, zorunlu olarak sonuçları ortaya çıkarmaz/çıkaramaz. Sebeplere bu gücü veren, onları da yaratan Müsebbibü’l-Esbâb’tır.
Bilim adamları, sebepleri, tümevarım yoluyla bulurlar. Mesela binlerce kez ateşin yaktığını gördükten sonra, yanmanın sebebini ateşe bağlarlar. Aslında gözlemlenen şey iki olay arasındaki zamansal yakınlıktır, iktirandır, korelasyondur. Fakat bu iki olay istisnasız bir şekilde sürekli birbirine bağlı olarak cereyan ettiği için biz birini diğerinin sebebi kabul ederiz. Kâinatta yaptığımız gözlemler neticesinde olaylar arasındaki nedensellik ilişkilerini de bu şekilde buluruz. Bu aynı zamanda bize kainatta müthiş bir düzen olduğunu gösterir. Zaten böyle bir düzen olmasaydı ilimlerin vücut bulması mümkün olmazdı.
Bilim adamları her ne kadar araştırma ve çalışmalarını sürdürebilmek ve bilimsel keşiflere imza atabilmek için nedensellik ilişkisini kabul etmek ve buradan hareket etmek zorunda olsalar da, aslında, iki olay arasında zorunlu bir ilişki olduğunu objektif olarak ispatlamak mümkün değildir. Bizim gözlemlediğimiz şey, B’nin sürekli A’dan sonra geldiğidir. Biz A’nın B’yi vücuda getirecek bir ilim ve kudrete sahip olmadığını bildiğimize göre şuna inanırız: İlim ve irade sahibi dış bir güç bu ikisi arasında bir ilişki kurmaktadır. Bu sebeple aslında Allah’tan başka hiçbir varlığın nihai ve hakiki anlamda “sebep” olması mümkün değildir.
Bizler, kâinatta cereyan eden olaylar arasında zorunlu ilişkiler bulunduğunu, yani ortaya çıkan varlık ve olayların maddi sebepler eliyle vücut bulduğunu kabul ettiğimiz takdirde; baş döndüren düzen ve ahengi ve bu baş döndüren düzen ve ahengin devam etmesini olasılık hesaplarıyla bile izah edilmesi mümkün olmayan kör tesadüflere, şuursuz sebeplere ve akılsız maddeye bağlamış olacağız. Eğer bilim adamları olayların gerçek sebeplerini buluyor olsalardı bir Yaratıcıya gerek kalmazdı. Fakat biz biliyoruz ki “doğa yasası” dediğimiz olaylar sadece Allah’ın birer yaratma kanunudur, yani sünnetullah ve âdetullahtır.
BOŞLUKLAR DOLACAK MI?
Burada şu soru da sorulmaya değer: Gerçekten ateistlerin iddia ettiği gibi bir gün bilim kâinattaki bütün muammaları çözecek, bütün karanlıkları aydınlatacak ve bütün boşlukları dolduracak mı? Farz edelim ki kâinatın, insan aklının ve bilimin açıklayamadığı gizem ve esrarla dolu olması da Allah’ın varlığına önemli bir delildir. Ateistlerin buna karşı geliştirdikleri argüman, bilimin yavaş yavaş varlık ve hadiselerin dilini çözdüğü ve bilinmezleri bilinir kıldığıdır. Gerçekten öyle mi? Varlık bilgimizin artması insanoğlu için boşlukları azaltıyor mu, yoksa daha da mı artırıyor?
Bilim adamlarının sözlerine bakılırsa, bilim ilerledikçe bilmediğimiz ne kadar çok şey olduğunu daha iyi öğreniyoruz. Keşfedilen her bir ilmî hakikat, bizim gözümüzde keşfedilmeyi bekleyen alanı daha da büyütüyor. Canlılık hakkındaki bilgimiz arttıkça, önceki insanların hayal bile edemeyeceği komplekslikle karşılaşıyoruz. Günümüzde bilmediğimizin farkına vardığımız varlık ve nesnelerin sayısı, önceki insanlara göre çok daha fazla.
İşin garibi, henüz neyi bilip neyi bilmediğimizin de yeterince farkında değiliz. Bugün çok iyi bildiğimizi zannettiğimiz şeyleri, daha sonra hiç de bilmediğimizin ya da eksik veya yanlış bildiğimizin farkına varıyoruz. Bilimin açıklamaları belli bir dönemin insanlarını fazlasıyla tatmin ederken, daha sonraki dönemlerde bu açıklamalar bütünüyle ikna edici özelliğini kaybediveriyor. Tarihte yaşanmış tecrübeler, bilim adamlarının mümkün olduğunca iddiadan uzak durmaları gerektiğini ders verse de, mevcut tablo bunu yansıtmıyor. İnsanoğlu, Allah’ın mutlak ilim ve kudret sahibi olduğunu, kendi aklının ve bilgisinin ise sınırlı olduğunu anlamadığı ve kabul etmediği sürece bu tür iddialardan vazgeçmeyecektir.
Son olarak bilimin alanına girmeyen bir çok boşluk olduğunu da hatırlatmakta fayda var. İnsan ve varlık dünyasında öyle boşluklar var ki, bunları gözlem ve deneye dayanan objektif bilimsel verilerle doldurmak mümkün değildir. Mesela ahlakî yargılarımız ve değerlerimiz bilimden ziyade felsefe ve dinin alanına girmekte ve bu alanlarda yapılacak değerlendirmeler de sübjektif bir karakter sergilemektedir. İnsanın yaratılış gayesi, anlam arayışı, varlığın ve hayatın kökeni gibi konulara bilimin vereceği cevaplar yoktur veya sınırlıdır. Aynı şekilde ruh, şuur, bilinç gibi varlıklar hakkında bilimin imkânları içinde objektif değerlendirmeler yapmak hiç de kolay değildir.
YARATICIYA İNANMA BİLİMİN ÖNÜNDE ENGEL MİDİR?
Ateistlerin konuyla ilgili diğer bir iddiaları da şudur: Kâinattaki varlık ve hâdiseleri Allah’a bağladığınız anda, artık onların sebep ve mahiyetlerini araştırmanıza gerek yoktur. Çünkü bildiğiniz ve anladığınız bir olayı araştırmaya gerek duymazsınız. Madem her şey Allah’ın yaratmasıyla meydana geliyor, o hâlde ne diye bunlar üzerinde araştırma yapalım ki? Modern bakış açısına göre bilim yapmanın yolu, varlığı ve tabiatı her türlü metafizik etkiye ve “Tanrı müdahalesine” karşı özerkleştirmektir. İşin başında varlık-insan-Allah ilişkisi doğru kurulamayınca, maalesef bu tür yanlış yargıların önüne geçilemiyor.
Bu iddianın doğru olmadığını gösteren en büyük delil, yaşanmış tecrübelerdir. Müslümanların en büyük ilmi keşiflerini yaptıkları yüzyıllarda, dini ilimler de zirvededir. Hatta matematik, astronomi, tıp gibi bilimsel alanlarda eser veren bir çok Müslüman bilim adamının aynı zamanda dini ilimlere dair verdiği eserler de vardır. Onların Kur’an’a bağlılığı, vahyi referans kaynağı olarak almaları, Allah’a inanmaları hiçbir şekilde bilimsel çalışmalarının önünde engel teşkil etmemiştir. Sadece Müslümanlar da değil, son birkaç yüzyıla gelinceye kadar Batı’da yetişmiş en ünlü bilim adamları da dindar birer Hristiyan’dır.
Şunu net olarak ifade etmek gerekir ki, kâinattaki varlık ve olayları yaratanın Allah olduğunu kabul etme, hiçbir şekilde varlık üzerinde araştırma ve inceleme yapmanın önünde bir engel değildir. “Ateist bakış açısıyla daha iyi bilim yapılacağı” şeklindeki iddia hiçbir tutarlı ve objektif delile dayanmaz. Bir cümlenin yazarı olduğunu kabul etmek, dil bilgisi kuralları açısından onu tahlil etmemize, bir sanat eserinin banisini bilmemiz onu incelememizi mani olmadığı gibi, kâinattaki varlık ve olayların Allah tarafından yaratıldığına inanmamız da onlar hakkında araştırma yapmamıza mani değildir.
Mani olma bir yana, Allah inancı bir mü’mini daha fazla araştırma ve incelemeye sevk eder/etmelidir. Çünkü Allah, eserleriyle bilinir. Eserin kemali, müessirin de kemalini gösterir. Her bir parçası ayrı bir sanat harikası olan varlık hakkındaki inceleme ve araştırmalar ilerledikçe, Allah’ın tecellileri, yaratması ve icraatları hakkında daha detaylı bilgilere ulaşılacak ve marifetullah konusundaki bilgimiz de artacaktır. Kelam uleması da Allah’ın varlığı hakkında bilgi sahibi olma vasıtası olarak “nazar ve istidlali” göstermiş, yani mü’minleri varlık üzerinde düşünmeye, tefekkür etmeye, inceleme ve araştırma yapmaya sevk etmişlerdir. Bu sebepledir ki Allah inancının bilimsel çalışmaların önünde engel olması bir yana, onları teşvik edici bir rolü vardır.
SONUÇ
Ateistlerin, “boşlukların Tanrısı argümanına” yönelttikleri itirazların hiçbir haklı gerekçesi yoktur. Onlar, Müslümanlar içindeki en kötü örnekleri alarak veya kendi zan ve vehimlerini seslendirerek ortaya bir kısım iddialar atmakta, sonra da bunlara cevap vermektedirler. Ne var ki bilimsel ilerlemelerin neticesinde Yaratıcıya gerek kalmayacağını iddia etmek kadar mantıksız bir argüman olamaz. Çünkü onlar belki de farkına varmadan, bilimin çalışma alanına girmeyen bir konuyu, bilim ile yıkmaya çalışıyorlar.
Bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, onun verilerinden hareketle bir Yaratıcı olmadığı sonucuna varılamaz. Çünkü Allah’ın yokluğu bilimsel olarak ispat edilemez. Kaldı ki, ateistler aksini iddia etse de, biz apaçık bir şekilde görüyor, anlıyor ve bu anlayışın neticesinde öyle inanıyor ve Kur’an’ın haber vermesiyle çok iyi biliyoruz ki bilim ilerledikçe Allah’ın varlığına ve birliğine daha güçlü şahitlik edecektir.
Son olarak şunu da ekleyelim ki Allah, sadece boşlukların değil; maddi-manevi, bilinen-bilinmeyen, küçük-büyük bütün varlıkların, sistemlerin, sebeplerin, yasaların, olayların, zaman ve mekânların yaratıcısıdır. Çünkü yasa koyucu olmadan yasa olmaz. Kâtip olmadan yazı açıklanamaz. İlim ve irade olmadan düzen ve ahenk ortaya çıkmaz.
Güzel bir yazı ama şu ifadeye katılmıyorum: “Din-bilim çatışması Müslümanların hiç duymadığı ve tanışmadığı bir tecrübe olsa da”. Hayır din-bilim çatışması bizde de var. Belki dinimizin kaynaklarında yok. Ama aynen “kilise babalarının akıl almaz yorumları” ifadesinde belirttiğiniz gibi hocalar da kendilerine gösterilen saygının verdiği ego ile öyle bir çoşuyorlar ki, saçma sapan yorumlarda bulunabiliyorlar. En basitin de basiti, yeni birşeyler öğrenmek için gayret gösteren bir gence “bu boş şeyleri bırak, Kur’an oku, ezberler, asıl ilim buradadır” gibi ifadeler kullanan birilerine hiç mi denk gelmediniz? Ben nice absürt ifadeler duydum ki burada o detaya girmeyeceğim. Fakat Müslüman toplumların ilimle ağır bir savaşı var. İnanmıyorsanız Nijerya’da okuduğu için kızları kaçıran boko-haram’ı açıklayın. “Gerçek İslam bu değil” dediğinizi duyuyorum ama bunların içimizden çıktığı gerçeği de yok olup gitmiyor. O zaman hristiyanlar da “Gerçek hristiyanlık bu değil, bazı papazların yanlış yorumu” deyip sıyrılabilir. Gerçek din, akılla çatışmaz ama din adamlarının ilime karşı açtığı savaşı görmezden gelirsek te çözüme ulaşamayız
Gerçekten de gerçek Hristiyanlık bu değil:) Müntesiplerinin de bunu diyebilmesi gerekiyordu ama diyecek pek kimseleri kalmayınca Hz. Muhammed(sav) göderildi. O’nun(sav) ümmeti içinde hala ‘gerçek’ dinin ihyası için gayret gösterenler var. Öte taraftan dini şahsi çıkarlarına payanda yapan yığınlar var. Hristiyanlık dünyasının düştüğü tehlikeye Müslümanlar da düşebilir ve düşüyorlar da. Gerçeten samimi inanan bir müslüman kevni ilimleri Allah’a götüren yollar nazarıyla bakar ve samimi bilim insanlarına içten saygı duyar. Münafıklar ise akıl ve mantıktan çok korkarlar. Zira akıl ve mantık foyalarını ortaya döker.
Müslümanlar hakiki dini değerleri ihya etmezler ise ortaçağ Hristiyanlarının uğradığı mualemeleden kaçamıyacaklardır. Birşeyin taklidi uzun soluklu hayatta kalamaz. Ya gerçeği ile yer değiştirir ya da safdışı bırakılır.
Yartıcıyı kabul etmeyip şuursuz zerrelere yaratıcılık vasfı yakıştırmak kadar akıl dışı, bilim dışı ve mantık dışı bir iddia ile hareket ettiklerinin bilmem ne kadar farkındadırlar! Emek verip böylesine krtik bir konuyu irdelediğiniz için çok teşekkür ederim.
Çoğu sorun Allahın kim yada ne olduğunun idrak edilememesinden kaynaklanıyor. Bilim ise el attığı bir olay yada nesneyi sonuna kadar bulma gayretinde olduğunu gösteriyor ve böyle inandırıyor. Bu sebeble bir çakışma var.
Mesela İslam yada savunucuları Allahın sonsuz kudrerinden söz ediyor. Öyle bir kelimeyi kullanıp altını boş bırakmak olmaz işte. Bilim sonsuzluk kavramını hala araştırıyor. Madem öyle Allah kendi kaldıramayacağı bir taş yaratsın. Al sana paradoks. Sence yaratabilir mi?
İlahiyatçılara çok iş düşüyor lakin üstüne alınan da çok yok gibi…
…. “Madem öyle Allah kendi kaldıramayacağı bir taş yaratsın. Al sana paradoks.”
1. Tanımı gereği Allah’in gücü herseye yeter.
2. Gücü herseye yetmiyor ise o Allah (yaratici) değildir.
3. Allah (tanri) birdir (iman).
4. Gücü herseye yeten “bir sey” varsa, tanım olarak O’ndan daha güçlü “başka bir” şey (taş, başka bir tanrı, güç, vs) olamaz. Bu bir paradoks değil, eğer olsaydı çelişki olurdu (bakınız madde 1, 2 ve 3).
5. Bu şuna benzer …. önüne çıkan herseyi yıkıp geçen sonsuz bir güçle, önüne çıkan hiçbir şeyin kendisini yikamadigi sonsuz bir güç carpisirsa ne olur. Cevap: soru yanlis ve mantıka aykiri, zira birincisinin tanımına göre bu ikisi aynı zaman / mekan / uzay / düzlem / koordinat sistemi / vs vs icinde birlikte bulunamaz.
6. Sonsuzluk yavaş yavaş artarak ulaşılan bir büyüklük / şey olarak dusunmemek lazim. Artarak büyüyen şeyler sonsuza ulaşamaz. Bir şey sonsuzdur veya değildir.
7. Başlangıcı olan şey sonsuz olamaz.