YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Ahmet İnsel, “Erdoğanizm kurumların içini boşaltıyor…” diyor, haklı olarak. Haklı, ama eksik bir tespittir. Erdoğan ve AKP, özellikle mutlak güce yöneldikten sonra devleti ele geçirmeye yönelik adımlar atmaya başladı. Devlet kurumlardan oluşur. Bakanlıklar, adalet sistemi, akademi, emniyet teşkilatı, istihbarat, milli eğitim, ordu; aklınıza ne gelirse, çalışan bürokratlarla ve memurlarla doludur. AKP bu kurumlara atamalar yaptı. Bundan normal bir şey olamaz zaten. Her iktidar, kendi döneminde memur alımlarında bulunur. Bir gereksinim varsa, bu telafi edilir. Normal olmayan bunun partizan bir şekilde yapılması!
AKP, kendisinden önceki hükümetlerin geleneğini izledi. Türkiye’de devlette “yapılanmak” çok beylik bir stratejidir. İktidara gelen parti, önceki iktidarların döneminde atanmış olan memurları kızak görevlere çeker, kendi elemanlarını devlete alarak onları karar alıcı kilit makamlara getirir. Elbette bunu durup dururken yapmaz. Kendisine sadık olacak kadrolar, bir dediğini iyi etmeyecek, “tık dedi mi şık diye yapacak” bürokratlar olması işine gelir. Hükümet ve devlet sentezlenir. Hükümet devleti yalnızca yönetmekle yetinmez; devlete hâkim olmak da ister. Türkiye siyasi tarihi bir kadrolaşma tarihidir. Kadrolar devlette iktidardaki ideolojiyi benimsemiş partizan ve hatta militan memurlardan oluşur. Bu memurların sadakatleri anayasaya değil, kendilerini atayanlaradır. Bir terim vardır, “tırpanlama” diye. Yeni hükümet gücünü konsolide ettikçe devletteki kadroları “deşer”. Bu deşme operasyonuna tırpanlama denir. Tırpanlamanın temelleri fişlemelere dayanır. Fişleme, bir memurun “kimden” veya “neci” olduğunu belirlemeye yönelik, yasadışı ve hatta anayasaya aykırı bir istihbari faaliyettir. Memur kimin tarafından atanmış, kimin altında görev yapmış, kime hizmet etmiştir; bunlar fişlemede bellidir. Aynı zamanda memurun Alevi mi Sünni mi olduğu, dindar mı seküler mi olduğu, cumalara gidip gitmediği, eşinin başını kapatıp kapatmadığı, Ramazan’da oruç tutup tutmadığı, elinde içki bardağı tutan resminin olup olmadığı gibi özel yaşamına ilişkin bilgiler de dosyaya girer. Rezalet bir şeydir, etik bakımdan. Ama maalesef Türkiye bürokrasisi budur; hep bu olmuştur. İktidara gelen herkes bunu yaptı. Bu bir siyasi kültürdür ve iktidardan iktidara değişmeyen bir “devlet pratiğidir”. Bu bağlamda Türkiye bir tür “kabile devletidir”.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Yani Profesör İnsel’in bahsettiği “iç boşaltılması” durumu, daha önce “doldurulmuş” bir bürokrasinin “içinin boşaltılmasıdır” ki bu, yukarıda açıkladığım üzere, Türk devlet ve siyaset kültüründe adeta gelenekleşmiş bir uygulamadır. Partizan kadrolar boşaltılıyor. AKP tabanı bundan çok memnundur. Eskilerinin yerine onların değimiyle “müspet” (olumlu) kadrolar alınıyor. Nedir? Kendi İslamcı profillerine daha uygun görünümde bir devlet bürokrasisi doğmuştur. Elbette bunun bir şekli değişim olduğu açıktır. Zaten tırpanlama başladı mı, onunla eş zamanlı olarak bir kamufle olma da başlar. Mesela döneme göre oruç tutulur veya tutulmaz, cumaya gidilir veya gidilmemeye başlanır ya da bakmışsın eşlerin başı kapanır yahut da sarkık ülkücü bıyığı bırakılır. Tespih gibi aksesuarlar kullanılır veya kullanılmaz. Makam odalarının arkasına abdesthane yapılır veya dairenin duvarlarına Atatürk’e atfedilen vecizeler falan işlenir. Bu arada devamlı “dönemin ruhuna uygun” profilde yeni memur alımları yapılır. Bu memur alımlarında “yaş tahtaya basmamak” için “referans” sistemi devreye sokulur. O bunu, bu şunu, şu filancayı tanıyordur, ona kefil olur falan filan! Anlayacağınız, tam bir Ortadoğu rejimidir, tam bir muz cumhuriyetidir, başarısızlığa endekslenmiş, meritokrasinin tam tersi bir organize yolsuzluktur.
İçi boşaltılan devlet budur. İçi yeniden doldurulan devlet de budur. Devlet budur. Bu devlet midir peki? Bizim Türkiye’deki ölçülerde devlettir.
YÖK’ü ele alalım mesela. Her muhalefet YÖK’e karşıdır. Ama hiçbir yeni iktidar, YÖK’ü kaldırmaya veya onu reforme tabi tutmaya girişmez. Enteresan değil mi bu sizce? Bakın üşenmezseniz iktidara talip siyasal partilerin YÖK’e ilişkin söylemlerini okuyun. Çok şaşıracaksınız. Fakat YÖK, iktidara bir kez geldiniz mi, sırtınızı yere getirmeyecek kadar faşizan ve merkeziyetçi bir bürokratik kurumdur. Üniversiteler iktidarlar için en tehlikeli kurumlardır. Bu kurumlarda genelde çok konuşan, her meseleye ahkâm kesen egosu şişkin ve her şeye muhalif zihniyette birileri vardır. YÖK gibi kurumlar, bu “kakofoniyi” intizamlı ve kontrol edilebilir hale getirmek için kurulmuştur. 12 Eylül darbesi ürünü olduğu için YÖK bir tür genelkurmay gibi hareket eder. Muhalefetteyken iktidarın kontrolünde olduğu için karşı pozisyon alınan bu yapı, iktidar olunca tadından yenmez olur. YÖK Ahmet Necdet Sezer Türkiye’sinde de aynı YÖK’tü. Değişen içi! O dönemin kadrolarının yerine bugünün rejime sadık kadroları geldi. YÖK Kemalistken mesela ulusalcılar için YÖK’ün demokratikleştirilmesi ve özerk üniversite gibi konular çok ikincil, üçüncül konulardı. İslamcılar muhalefetteyken, YÖK’teki ve akademideki kadroların seküler olması ve mütedeyyinlerin akademiye girmekte zorlanması çok popüler bir mevzuuydu. Sanırım dediğim netleşmiştir: mesele YÖK değildir, YÖK’ün içidir, ona yüklenen anlam ve işlevdir, onun kimi filtre ettiğidir! Bu YÖK’teki durumu tüm devlete uyarlayabilirsiniz. Durum ana hatlarıyla aynıdır!
Oysa devlet ve hükümetin ayrı konseptler olması ve hükümetlerin devletleşmemeleri, tam da yukarıda anlattığım felaket ötesi durumdan dolayı elzem! Devletin birilerinin devleti değil, tüm vatandaşların devleti olması, ancak tüm vatandaşların devlette kendileri gibi olanlarca temsil edilmeleriyle sağlanır. Toplum yeknesak olmadığına göre, devlet de tek tip olmamalıdır. Devletler vatandaşlarını mutlu ettikleri oranda başarılıdırlar. Eğer bir devletin başarısı büyüklüğü veya gücü olsaydı, Rusya veya Çin gibi ülkelerin en fazla göçmen, öğrenci, işçi çeken, en etkili yumuşak güç kullanabilen ülkeler olması gerekirdi. Oysa ne Rusya ne de Çin, vatandaşlarını mutlu etmeleriyle ön planda olan ülkeler değil. Demek ki güç de büyüklük de, vatandaş mutluluğu ile doğrudan doğruya bağlantılı olan özellikler değil! Esas olan güç veya büyüklük değil, insanların yaşam kalitesidir. Türkiye’deki gibi işleyen kabile devletleri, vatandaşlarını ancak kısmen mutlu edebilir. Dahası, vatandaşlarının ancak sınırlı bir bölümü, kendilerini bu tür bir devletle özdeşleştirebilir. Mesela bugün Kürtler, KHK’lılar, Gülen Cemaati, gayrimüslim azınlıklar, LGBT, liberaller, yeşiller vs. kendilerini mevcut devletle özdeşleştiremiyor. Daha başka bir ifadeyle kendilerini dışlanmış hissediyorlar, bu devlete ait olmadıklarını düşünüyorlar. Haksızlar mı?
Devlet bürokrasisinin devamlı boşal-dol-boşal sarmalında gidip gelmesi, bir zafiyettir. Devletin partizanca bir kadrolaşmaya tabi tutulması, tüm sorunların gelip düğümlendiği bir mesele. Mesela 15 Temmuz sonrası kamuda yapılan “temizlik” (ki bu biliyorsunuz bir soykırım dili!) sonrasında yüz binlerce kamu görevlisi bir gecede, yasalara aykırı olarak görevinden alındı. Bu basit bir hükümet tasarrufu değildi. Bir sivil darbe yapıldı ve rejim, yetki aşımı yapan hükümet marifetiyle bürokrasiyi tırpanladı. Hep bahsettiğim bir örnek var – TSK’daki amiral-generallerin toplam sayısının ½’si (%50’si) terörist olarak yaftalanarak hapse atıldı! Bu bile tek başına işlevsel ve ölçeği bakımından Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması gibi sonuçları olacak bir olaydır. Olumludur demiyorum. Ama önemlidir, çünkü bu aslında fiilen yeniden bir devlet kurulmasıdır! 170,000 kadar kamu görevlisi atıldı. Yerlerine partizan ve fanatik kadrolar alındı. Liyakate falan hiç girmiyorum. Doğrudan bu rakamlar (yani 170,000 insanı at, yerine 170,000 yeni insanı yerleştir) bir darbedir zaten. Neymiş? Ahmet Hoca’nın söylediği gibi bir boşaltma olayı gerçekmiş. Fakat bundan da öte, boşalan yerlere yapılan atamalarla, devlette güç berkitme ve iktidarı konsolide etme gibi, çok daha önemli, daha kalıcı ve maalesef daha kalıcı bir sorun ortaya çıkmış!
Şimdi inanın, eski rejimin elitleri, yeni bir tırpanlamanın hayallerini kuruyor. Bu “azan kuduran dincileri” alaşağı etmenin hesapları dönüyor. Önümüzde YAŞ var mesela. TSK’daki durumlar ne olacak? Derin devlet istediği atamaları yaptırabilecek mi? Tamam, istedikleri “temizliği” (!) yaptırdılar ve devleti boşalttılar da, acaba yerlerine kimler atanıyor? İşte benim hep vurguladığım sonuca bir başka yoldan varıyoruz yine. İktidardaki parti veya baştaki adam kim, bunun çok fazla bir önemi yok. Önemli olan, yapısal sorun. Yapısal sorun nedir? Kim iktidara gelirse gelsin, meritokratik bir devlet hayal etmiyor! Yani liyakate göre atama yapılan, devleti herkesin devleti haline getirecek, demokratik ve insan haklarına saygılı bir devletin hayalini kimse kurmuyor. Kimseden kastım, şu an meclis içi partiler elbette. Yoksa tabi ki bazı insanlar – bu satırların yazarı gibi – bunu talep edebilir. Ama oranları çok ama çok düşüktür (<%1).
İçi boşaltılsın, doldurulsun, yeniden boşaltılsın, sonra tekrardan doldurulsun, bir şey değişmez. Bu devlet bu zihniyetle hep boş kalacak.
Sayın Hocam, nasıl klasik demokrasiden Marksist demokrasiye kadar çok çeşitli “demokrasi” tipleri varsa ve demokrasinin -adeta- bir tabu olduğu yakın ve şimdiki dönemimizde, en baskıcı yönetimler bile “demokrat” olduklarını iddia ediyorlarsa aynen öyle de iktidarı ele geçiren herbir grup da “meritokrat” olduğunu iddia etmiyor mu?
Sorun biraz da ülkenin kuruluş kodlarının, toplumsal yapının temel değerlerini “koruyup kollayandan” çok o değerlerle “çatışan, değiştiren, dönüştüren” olmasından kaynaklanmıyor mu? Temel değerlerde uzlaşı olmadığı dönemlerde, liyakatin ilk kriterinin “benim temel değerlerimi paylaşmayan memur, devlete de millete de zarar verir” olması hiç de garip durmuyor…
Sözün özü olarak şöyle diyebilir miyiz?
Katranı kaynatsan olmaz şeker, cinsine tükürdüğüm cinsine çeker.
Bence tam yerine uydu 🙂