Adalet Bakanı Bekir Bozdağ büyük konuşmuş. “Bir yerde kötü muamele ve işkence var olduğunu söyleyenler lütfen o yerin adını bize versinler, kimin yaptığını, kime, nasıl, ne zaman yapıldığını söylesinler. Eğer biz üzerine gidip gereğini yapmazsak, o zaman kalkıp Türkiye’yi suçlasınlar” demiş.
Hâlbuki daha geçen ay Anadolu Ajansı’na işkence görüntülerini yayınladığı için soruşturma açanlar kendileri değil mi? Diğer yandan Birleşmiş Milletler İşkence Özel Raportörü Juan E. Méndez’in Türkiye’ye 10-14 Ekim’de yapacağı ziyaret, hükümetçe engellenmemiş miydi? Emniyet müdürlüğü bağlı birimlere resmi yazı yazarak ‘Avrupa İşkenceyi İzleme Komitesi (CPT) geliyor, mekanları uygun hale getirin!’ talimatı vermemiş miydi? Üstelik İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Türkiye’de işkenceyi örnekleriyle birlikte raporlaştırmamış mıydı?
Sayın Adalet Bakanı “Biz üzerine gidip gereğini yapmazsak…” diyor ama yaptığı ortada. Havuz medyası ve devletin ajansı tarafından ‘kazaen’ sızdırılan ve aslında yaşananların pek azını yansıtan fotoğraf ve görüntüler işkencenin rutin hale geldiğinin apaçık ispatı. Bu arada işkencecilere soruşturma açıldığına dair bir şey duymadık. Aksine işkenceciler devletin en üst makamları tarafından alenen teşvik edildi, ediliyor.
Bakan neden büyük yalanlar söylüyor?
Peki, hem ilahiyat hem de hukuk diplomasına sahip Adalet Bakanı (ve benzerleri) doğru olmadığını bile bile sabah akşam kamera önüne geçip bu yalanları neden uyduruyor?
Günümüzde, algı ve yanılgının gölgesinde kalan gerçekleri görmekte zorlanan bir Türkiye ile karşı karşıyayız. Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’in de ifade ettiği gibi, “Söylediğiniz yalan ne kadar büyük olursa insanların o yalana inanması o kadar kolaylaşır. Bir yalanı ne kadar çok tekrarlarsanız insanlara o kadar çok inandırıcı gelir.” Birilerinin hırsızlık yaparken suçüstü yakalandığından beri havuz medyasının yaptığı da tam anlamıyla budur.
Erdoğan yönetimindeki AKP’nin ‘algı operasyonları’, geçen 14 yıl boyunca artarak devam etti: ‘Derin devletin tasfiyesi’ algısı, ‘vesayetten kurtulma’ algısı, ‘seçilmezsek kaos gelir’ algısı ve uzun süredir vizyonda olan ‘başkanlık gelmezse ülke bölünür’ algısı…
Okumuşların şerrinden…
Kutsal kitabımızın ilk emri ‘OKU!’ olduğu halde, Erdoğan’ın da bulunduğu cenazede bir imam; ‘sen bizi okumuşların şerrinden koru ya Rabbi’ diye dua ediyor, cemaat de âmin diyebiliyor bu akla ziyan duaya. Daha da ironik olan, “profesör” unvanı taşıyan birisi, ülkedeki okuma oranı arttıkça kendisini hafakanların bastığını, cahil ve okumamış halka daha çok güvendiğini belirtmekten geri durmuyor.
Yine yandaş basın ve sosyal medya üzerinden ‘hapishanelerdeki cemaat mensuplarının toplu firar planı’ adlı algı operasyonu ile aslında kanunen devletin koruması altında bulunan hapishanedeki binlerce masum insanı ve yakınlarını endişeye sevk ediyor. (Allah’tan ki sayın Adalet bakanı, ‘onların öyle bir şeyi başarma şansları kesinlikle söz konusu değildir’ diyerek bu haberleri yalanlamış. Sanki havuz medyasına bu haberleri kendileri yaptırmamış gibi işi pişkinliğe vuruyor.)
Böyle bir şey mümkün mü? Bir hukuk devletinde elbette mümkün değil. Ama sudan bir bahane ile insanların canına kastedilmesi ihtimali akla uzak gelmiyor. Normal bir hukuk devletinde ‘yok artık!’ dedirtecek bu gibi haberlerin inandırıcılığı, her türlü kirli ve karanlık odaklarla tam işbirliği içine girmiş olan AKP yönetimi başta olunca ister istemez artıyor. Kim bilir belki de bu tür haberlerle yapacakları toplu katliamların alt yapısını hazırlıyorlar.
Kaldı ki 15 Temmuz’dan bu yana cezaevlerinde ve gözaltı mekânlarında intihar ettiği iddia edilen 26 kişinin hesabını kimse vermeye yanaşmıyor. Diyelim intihar ettiler. Devletin bunda sorumluluğu yok mu?
Bütün şahitleri yok etmek…
İlk akla gelen, AKP’nin kendi kirli iktidarını tehdit eden bilgilere sahip her kurumu yok ettiği gibi, bu bilgiyi dillendirme cüretine sahip herkesi ortadan kaldırma ihtimali! Hatırlanacağı üzere, çalarken suçüstü yakalandıkları tapeler bir daha ortaya çıkmasın diye Telekomünikasyon İletişim Başkanlığını (TİB) kapatmakla yetinmeyip üzerine beton dökmeyi kararlaştırmışlardı. Şimdi de yüzlerce masum insanı toplu firar teşebbüsü gibi gösterip topluca katletmek isteyebilirler. Çünkü ülkenin beyni ve hafızası şu anda hapishanelerde yatıyor. Bu hafızayı silmek için birilerinin vahşice planları olabilir!
Ancak şu an hipnozla büyülenmiş halkımız uyanmazsa korkarım ki, bunlar daha başlangıç, zulüm dalga dalga artacak, zulmü meslek edinen bu zihniyet eliyle, milletvekilleri dâhil biat etmeyen herkes tutuklanacak, ülkenin modern dünya ile bağlantısı kopartılacak, TSK büyük operasyonlara sokulup iç savaş çıkartılacak, kontrollü kaostan beslenmeye devam edilerek halk üzerinde korku ve sindirme politikası sürekli hale getirilecek vs. Peki bunların hepsi ne için…
Freni patlamış diktatör
İngiliz tarihçi John Dalberg-Acton’nun veciz ifadesiyle ‘Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır.’ Şu anda bin bir hileyle Türkiye’de mutlak gücü ‘kendi hesabına geçirmiş’ olan Erdoğan, Türkiye’de tek ses haline getirilmiş yandaş medyasının desteği ile algı operasyonlarına tam gaz devam etmekte ve oluşturulan bu algıların potansiyel gücünün ivmesiyle diktatörlük yolunda hızla yol almaktadır. Aslında başka seçeneği de yoktur. Çünkü ‘diktatör bisiklete binen adama benzer, durursa devrilir’. Ancak freni patlamış olduğu için zulüm hızını gün geçtikçe artıran Erdoğan’ın tekerinin patlaması an meselesi.