YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Siyasal sistemlerin birincil amacı insanın mutluluğudur. Hangi siyasal sistem insanları daha fazla mutlu eder? Bu sorunun yanıtı, ister istemez insanın doğasına – fıtratına – yükleyeceğimiz özelliklerle ilgili. İnsanın doğası tanımlanırken en çok önem atfedilen özelliklerin başında onun özgür oluşu gelir. Diğer bir özellik ise adalete ve eşitliğe – hukuksal ve ekonomik bağlamlarda – duyduğu ihtiyaçtır. Bir yanda özgürlük var, diğer yanda ise adalet ve eşitlik! Modern politik sistemler, insanın bu gereksinimlerine yönelik çözüm önerileri sunuyor.
İnsanın özgürlüğü farklı biçimlerde tanımlanmış olsa da, içinde bulunduğumuz dönemdeki zamanın ruhu, özgür insanın mümkün olduğunca otonom bir birey olduğu anlayışını kulaklarımıza fısıldıyor. Kolektivist siyasal modellerin kolektif yararı için birey özgürlüklerini ikincil planda algılaması ve bireysel özgürlüğe değil, kolektif bağlamdaki ekonomik eşitliğe önem vermesi, reel sosyalizmin zayıf yönüydü. Sovyet sosyalizmi temelinde kurulan yirminci yüzyıl sosyalist devletleri, bireysel otonomiyi sağlayamadıkları için başarılı olamadı. Yoksa sosyalizm kuramı gayet mantıklıdır. Zira evde tek bir buzdolabı var. İsteyen kapısını açar ve istediğini alır, yer. Kimse “bu yoğurt benim”, “şu peynir senin” türü bir ayrım yapmaz. Yani aile, yapısı gereği komünaldir. Tüm bireylerin ekonomik eşitliğine dayalı, herkesin ihtiyacına göre aldığı, paylaşım temelli bir ünitedir. Toplumun temel çekirdeği kabul edilen aile bu basit sosyalist sisteme dayanıyorsa, neden geniş toplumsal düzeyde, yani kapsayıcı ölçekte sosyalizm denemesi başarılı olmadı? Bunun da sanırım insan doğasıyla ilgili bir nedeni var. Aile etrafında tanımlanan kimlikler (en dar anlamda anne-baba ve çocuklar) arasında ekonomik eşitlik düşüncesi kimliksel kodlarla bir nesilden diğerine geçmekteyken, bu dar grup dışında paylaşım meselesi o kadar basit çözülememekte. Marksist sosyalizm yaygın toplumsal seviyedeki paylaşım konusunda yaşanan sorunu sınıfsal temelde kurulacak bir diktatörlükle çözmeye çalıştı. Bir diğer ifadeyle yerleştirmek istediği normu zor kullanarak hayata geçirmeye kalktı. Bundan dolayı bireyin otonomisi ister istemez birincil hedefi oldu. Bu nedenle kolektivizm üzerinden bireyin otonomisine giden alternatif bir özgürlük yolu ortaya çıkmadı.
Devleti önceleyen ve bireyi enstrümanlaştıran faşizan sistemlerde de benzer bir sorun vardı. Alman Nazizmi ve İtalyan Faşizmi güçlü devlet adına bireyin otonomisine karşı siyasal hareketler olmak durumundaydı. Hatta sosyalizmin “ulvi” eşitlik amacı gibi etik bir ideal de ortaya koyamadılar. Devlet kurucu ulus inşası hedefli yerel siyasal hareketler de, bireyin otonomisine tıpkı sosyalizm ve faşizm gibi karşı pozisyon aldılar. Amaçları otonom bireylerden oluşan toplumu korumak değil, otonomileri törpüleyerek üniformist aidiyetler inşa etmekti. Dolayısıyla bireyin özgürlüklerini devletin varlığı karşısında önceleme gibi bir niyetleri olamazdı. Baas tipi ulus inşası hareketleri, Kemalist ulus inşası modeli, Orta Asya ve Kafkasya’daki post-Sovyet ulus inşası modelleri gibi örnekler, bu kategoriyi somutlaştırmamızda yararlı olabilir.
Tüm bu saydıklarım, seküler ideolojilerdir, dolayısıyla meşruiyetini siyasal zeminde sağlamaya çalışan siyasal hareketlerdir. Tarih bunlar gibi birçok politik deney ve denemeyi sinesinde barındırır. İdeolojik değerlerin üzerine inşa edilen bu tür siyasal birimler, uzun süreli etkilerde bulunur, etkisi altına aldıkları toplumların siyasal kültürlerini etkiler, şekillendirir, değiştirir, yerlerine yenilerini inşa edebilir. Örneğin Sovyet ardılı ülkelerdeki politik kültürün demokrasiye evrilmeyip otoriter rejimleri doğurması tesadüf olamaz. Aynı şekilde post-Baas rejimlerinin Ortadoğu’daki ilgili toplumları demokratikleştirememesi de bununla alakalıdır. Kemalizm Türkiyesi’nden bugüne Türkiye’de hukukun üstünlüğüne dayalı, demokratik bir devletin bir türlü yerleşememiş olması da bununla ilgilidir. Tüm bu farklı modellerde toplumu dönüştürmek isteyen bir devlet modeli vardır. Bu rejimler ideallerine ve siyasal hedeflerine ulaşmak adına, kendilerine direnen – bireysel otonomilerinden hareket eden, o otonomiyi koruma gayretinde olan – toplumsal kesimlere karşı güç kullanmışlardır. Marksist sosyalizm denemelerini, faşizmin tonlarını ve farklı ulus inşası projelerini böylelikle bireysel otonomiye karşı rejimler kategorisi altında toplayabiliriz.
İdeolojilerden söz ederken, genellikle siyasal olanın alanına giriyoruz. Ancak siyasal olanla sınırlı kalmak zorunda değiliz. İdeolojilerin işlevi, toplumun nasıl yönetileceğine ilişkin politik ve ekonomik yaklaşımların/düşüncelerin/fikirlerin toplum idaresi amaçlı bir araya getirilmesidir. Bu bir araya getirilen fikirlerden bir kurallar bütünü meydana gelir. Sosyalizm veya Nazizm gibi örnekler yanında, daha yumuşak – ana çerçevesi çok katı olmayan – ideolojiler vardır. Kemalizm bunlara bir örnek oluşturur. İdeolojilerin tüm farklılıklarına karşın ortak bir özelliği vardır: Ya onları desteklersiniz, ya da desteklemezsiniz. Destekleme ya da desteklememe yaklaşımınızın siyasal fiile dönüşmesi, bireysel otonominiz olup olmamasına bağlıdır. Mesela Kanada’da sosyalizm ideolojisine eleştiri getirmek, 1930’ların Sovyetler Birliği’ne ya da günümüz Çin’ine göre çok daha kolaydır. Çünkü Kanada’da bireysel otonominizi ve dolayısıyla temel hak ve özgürlüklerinizi garanti eden bir politik sistem vardır. Aynı şekilde bu tür bir siyasal sistemde sosyalizmi savunmanızda da bir sakınca yoktur. Dediğim gibi, düşünce özgürlüğünüz, bireysel otonominizin en temel özelliği kabul edilir. Kime karşıdır bu otonomi? Temelde bireysel otonominin en tehlikeli düşmanı devlettir. Özellikle de gücü sınırlandırılmamış iktidarlara kapı aralayan bir devlet modelidir. Gücün sınırlanması bireyin otonomisini sağlamak yönünde en önemli sigortadır. Tam da bu nokta, otoriter/totaliter rejimlerle liberal demokrasiler arasındaki farkı ortaya koyar.
Buraya kadar siyasal ideolojilerden bahsettim. Fakat dediğim gibi ideolojiler salt siyasal alanla sınırlı değildir. Siyasal alanı da kapsayan dinsel ideolojiler de vardır. İslam dini, diğer dinler gibi, siyasal ve ekonomik yaklaşımlar, düşünceler, fikirler içerir. İslam, Hıristiyanlık’tan farklı olarak “Sezar’ın hakkı Sezar’a” anlayışının olmadığı bir din olan, bir diğer ifadeyle kuramsal ve pratik bağlamda politik ve ekonomik bir ideal sistem ortaya koyan, holistik bir dindir. Bunun Hristiyanlık ve İslam’ın doğuş dönemi şartlarıyla olduğu kadar, İslam’ın yapısıyla da alakası vardır. Hristiyanlık bireysel mesajları kilisesel bir organizasyon yapısıyla kurumsallaştırır. Devlete paralel bir dinsel örgütlenmeyi kast ediyorum. Oysa İslam, dinsel ve devletsel olarak doğmuş, diğer bir ifadeyle din olarak geldiğinde, hukuksal, politik ve ekonomik bir arada yaşam koşullarının kuramsal (teolojik) ve uygulamalı (pratik) esaslarını oluşturmuştur. Bu nedenle Hristiyanlık ideolojik bir damara sahip değilken, İslam teolojisi içerisinde teolojik alanın klasik konuları hariç çok ciddi bir siyasal, hukuksal ve ekonomik yaklaşımlar, düşünceler, fikirler alanı vardır. Dahası İslam inanışı, bunların yaratıcının tercihleri olduğu esasına dayanır. Yani ideolojik kaideler, Tanrısal bir meşruiyete dayanır.
Tam da bu özelliğinden dolayı, İslam’ın siyasal, hukuksal ve ekonomik kurallarının eleştiriye açık olup olmaması, günümüz İslam dünyasında ve Müslümanlar arasında bir tartışma konusudur. İnananların büyük bölümü, bahsettiğim teoloji dışı ideolojik alanın, ideoloji değil, teolojik alanın parçası olduğunu düşünüyor. İşte bu noktaya bireysel otonomi bakımından yaklaşmak gerekiyor.
İnanan bireylerin İslam’ın siyasal, hukuksal ve ekonomik doktrinlerini (öyle değil ama yine de) tümüyle kabul ettiklerini düşünelim. İslam toplumlarında devlet inşasında İslami esaslara göre tercihler yapılırsa, ya aynı toplumun inanmayan fertleri bireysel otonomilerini nasıl koruyacak? Kaldı ki, yukarıda söylediğim gibi, inananlar arasında İslam’ın siyasal, hukuksal ve ekonomik kurallarının Tanrısal emir olarak kabul edilip edilmediği konusuna çok göreceli yaklaşan, bunu sorgulayan insanlar da vardır. Bugün Taliban Afganistanı’nda veya daha önce IŞİD kontrolündeki yerlerde yaşanan önemli sorunlardan biri, bu bağlamdaki “bireyin otonomisi” sorunudur. Eğer bu İslami bagaj siyasal sisteme uygulanacaksa, İslam ister istemez ideolojik yönü baskın olan bir tür politik sisteme – devlete – indirgenmiş oluyor. Bu devletin kadın haklarına, devletlerarası ilişkilere, “ötekinin” (inanmayanların) statü, konum ve hukukuna, ekonomik düzene, yirminci yüzyılın insan hakları bakiyesine ve diğer birçok toplumsal, politik, hukuksal ve ekonomik konuya yaklaşımı, diktatoryal/totaliter refleksler içermek durumunda kalıyor. İnanılan ideallerin doğru olup olmadıklarını sorgulamıyorum. Sadece bu tür bir hipotetik (ya da tarihsel) devlette yaşayan insanlardan, bu devletin tercihlerini onaylamayanların bireysel otonomileri çerçevesinde akıl yürütmeye çalışıyorum. Afganistan’daki Taliban yönetiminden kaçan insanlara bir de bu çerçeveden bakmak gerekmez mi? “Afganistan’daki (ya da diğer bazı İslam ülkelerindeki) yönetim İslam’ı temsil etmez” argümanı bu soruna kanımca çözüm üretmiyor.
Müslümanlar yaşadıkları İslam toplumlarında bireyin (kendileri gibi olmayan bireylerin de ama!) otonomisini savunacaklar mı? Bunu yaptıklarını düşünelim. Bu ne kadar İslami gelenekle uyumlu olacak? Uyumlu olmayan yerlerde “gerek duyulan” değişiklikler yapılabilecek mi? Bu değişiklikler yapılırsa, bu değişiklikleri onaylamayanların otoriter bir yönetim kurmaları durumunda (Afganistan örneğinde olduğu üzere) nasıl bir tavır içinde olunması gerekli? İslam’ın ideolojik bagajına (politik rejimsel tercihlerine, hukuksal normlarına ve yasalarına, ekonomi modeline vs.) bireysel otonomi çerçevesinde eleştiri getirmek ne derece mümkün olacak?
Bireyin otonomisini reddeden hiçbir siyasal sistem, bu yüzyılda ve bundan sonraki dönemlerde küresel düzeyde başarılı olamayacak. Bu konunun demokrasi ve demokratikleşme konusunda önemli bir tartışma olduğuna inanıyorum. İçinde yaşanılan dönemde kendilerini Müslüman olarak tanımlayan düşünürlerin, yazarların, akademisyenlerin, gazetecilerin, entelektüellerin, ilahiyatçıların, özellikle de fıkıhçıların, bu konulara çok daha fazla eğilmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Eskiden her yüzyılda bir müceddit gelir dini yeniden hurafe ve bidatlerden temizler ve hayatı içtimaiyeye ait konularıda devrinin gereklerine göre yeniden yorumlardı ( mücedditin gelmesi Hadisi şerif le haber verilmiş ). Günümüzde müceddit bir kişi olmayabilir, hatta bir think-tank gibi oluşum bile olabilir. Ortak akıl, makul yol bu şekilde işletilebilir ve günün-insanın gereksinimlerine göre yeniden yorumlanabilir.
İslam fıkıhı tekrar ele alınmalı..en basitten deniz aşırı bir ülkede balık harici caiz mi değil mi ? Tartışması bile günümüz şarlarında ciddi sıkıntı olabiliyor.. bunun yanında “Çoğunluk için azınlığın hakkından feragat edilebilir” gibi anlayışlar daha düne kadar irdelenmemiş , ele alınmamış konular.Ne her mezheb imamının dediği %100 doğru nede gereksiz.. sadece bunlar “zamanının” doğruları olarak tarihte yer alabilirler..halen hristiyanın kestiğini yemede şüphe halinde olan bir toplum ..okuduğu ile amel edemeyen bir toplum bu gibi konuları elbette bir iki günde çözemez ama işin tuhafı islam dünyası en güzel fetva makamı olan “ vicdanına sor” kısmını dahi uygulayamıyor.. hangi vicdanda makes bulabilir “namaz kılmayanın cezası ölümdür diye” bu gibi aşırıya kaçan fetvalar günümüzde İşid veya Taliban gibi örgütlerin kullandığı bir yöntem olarak karşımızıa çıkıyor.. bu fetvalar adeta birer “ münafık üretim merkezi” gibi insanlar oluşturuyor. Bunu dahi sorgulayacak bir akıl kalmamış .. ama işe bir yerden başlayıp bu aziz dini talibanın işid’in elinden kurtarmak gerek.. Bu konuda Ahmet Kurucan hoca gibi fıkıh alimlerine büyük iş düşüyor.. tabi yüreği varsa
İyi ki varsınız, ve burada yazıyorsunuz. Yine çok önemli bir konuda gerekli soruları yöneltmissiniz. Diğer yazarlarımız da konuyu gündemlerine alsalar, onların fikirlerini de öğrensek, ufkumuz açılsa.
her turlu problemin ve ilgili cozumun tesbitinde pivot point olacak cok onemli bu konu. `nasilsaniz oyle idare edilirsiniz` hadisini tefsir etmis yazarimiz. tesekkurler. Insani hakiki mumin hakiki insan yapma cabasindaki bir toplulugun neden hedefe konuldugu soykirima tabi tutuldugunu da anlamamizi sagliyor.