YORUM | M. NEDİM HAZAR
Ters kronoloji evrenine hoş geldiniz!
Christopher Nolan filmlerine daha teorik yaklaşıp çözümleyebilmek için bazı kavramları, genel hatlarıyla da olsa bilmek gerekiyor. Birazdan okuyacağınız bölümde göreceksiniz ki, bu sadece film ya da sanat alemi için değil, güncel gerçek yaşamda da olayları ve toplulukları çözümlememizde yardımcı olabilir. Örneğin, Gülen Cemaati’nin son dönemde başına gelenler ve hemen her sosyal grubun istisnasız Gülen Hareketi’nden en azından hoşlanmamasının sosyolojik ve bilimsel bir temeli vardır.
Hepsini adım adım ele alalım.
Önce Arketip kavramına bir göz atmamız lazım. Bu köşeyi sürekli takip edenler daha önce Gustav Jung ve Dört Temel Arketip’inden bahsettiğimizi hatırlayacaktır. Hatırlamazsanız bile çok önemli değil, çünkü bu kavramı tekrar ele alıp, bu düzlemde biraz daha derine ineceğiz.
Her insan apayrı ve son derece karmaşık bir bilişsel yapıya sahip. Bu, bizi her ne kadar biricik kılsa da bazı ortak özelliklerimizin varlığını inkâr etmek doğru olmayacaktır. Söz misal, küçüklük çağlarında karanlıktan korkmak insanlığın ortak özelliğidir. Ya da duygulu bir anda gözlerimizin yaşarması… İşte Analitik Psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung’a göre tüm insanlar buna benzer deneyimlere sahip. Kutsal kitaplardan, mitolojik metinlerden, günümüz insanlığına kadar her yerde rastlanan bu deneyimler, esasen kaynağını kolektif bilinçdışımızdan alır.
Jung, uzun süre ünlü Freud ile beraber çalıştığı ve benzer düşündüğü için Kolektif Bilinçdışı Freud’un bilinçaltı kavramı gibi bilinç düzeyine çıkarılması da oldukça zor olan düşünceler ve imgelerle doludur. Ancak kişisel bilinçdışımızın aksine kolektif bilinçdışımızdaki imge ve düşünceleri bastırmak için yoğun bir enerji harcamamız söz konusu değildir. Hepimiz bu imgelerle doğarız ve bu imgeler herkeste benzer özellikler sergiler. Jung’a göre (Ki bu konuda giderek Freud’dan ayrılmış, hatta ters düşmüştür) ruhsal özelliklerimizi de tıpkı fiziksel özelliklerimizi aldığımız gibi atalarımızdan alırız. Jung, kolektif bilinçdışında “arketip” adını verdiği imge ve düşünceleri tek tek disipline etmeye çalışmıştır.
Şimdi belli başlı arketiplere bir göz atalım.
Anima ve Animus ile başlayabiliriz.
Freud’a göre her erkeğin içinde bir parça dişil ve her kadının içinde bir parça eril özellik bulunmaktadır. Bu karşı cins özelliklerinin temel işlevi, eş seçiminde karşımıza çıkar. Jung, buna; “Bir erkek, eşini seçerken kendi bilinçaltındaki dişiye karşılık gelen, kendi ruhunun yansıması olan bir kadını seçer” der. Bu, Jung’a göre, erkeklerin içindeki dişiye (Anima) ve kadınların içindeki erile (Animus) karşılık gelir.
Gölge, ise kişiliğimizin karanlık yönüdür. Gölgenin bir kısmı kişisel bilinçdışımızda bastırılmaya çalışırken bir kısmı da atalarımızın ortak mirası olarak kolektif bilinçdışımızda varlığını sürdürür. İnsanlığın içindeki kötülük, kaynağını gölge arketipinden alır. Kötülük, en kadim davranışların başında gelir. Tarihi iyilik ile eşit olmasa bile yakındır. Keza yine semavi metinlerden antik yazıtlara ve hatta güncel bilgisayar oyunlarına kadar birçok yerde işlenen bir temadır.
İnsanlık ne kadar eskiyse gölge arketipi de o kadar eskidir.
Semavî dinlerdeki şeytan tasviri, gölge arketipine farklı bir bakış açısının eseridir.
Gelelim Persona’ya…
Persona, kişiliğin dışarıdan görünüşünü daha net bir ifadeyle kişiliğin dışarıya sunulma şeklini ifade eden arketiptir. Her insan, kendi sosyal hayatında birbirinde farklı pek çok role sahiptir. Bir kadın; evinde bir eş, bir anne rollerine sahipken iş yerinde bir işveren ya da çalışan rolüne sahip olabilir. Persona arketipi sayesinde birey, sosyal rollerine uyum sağlar ve belki de en önemlisi benliğini olumsuz imajlar sergilemekten korur.
Bir de “Ben” vardır…
Aslında “Ben” arketipi genellikle ve sıklıkla Freud’un “ego” kavramıyla karıştırılır. Oysa ve elbette öyle değildir. Ben arketipi, diğer arketiplerin düzenli bir bütün oluşturması için çalışır. Jung’a göre yaşamın temel amacı, benliğin gelişmesidir. Benliğin gelişmesi içinse kişiliğin diğer bütün parçalarının gelişmesi gerekir.
Yukarıdaki arketipler, kolektif bilinçdışımızdaki dört temel arketiptir.
Jung, başka arketiplerden de bahseder. Örneğin otorite ve güç figürü olarak baba arketipi, varoluşsal rahatlığı simgeleyen anne arketipi, bilgi ve tecrübeyi simgeleyen bilge yaşlı adam arketipi, masumiyet figürü olarak da çocuk arketipi sayılabilir.
Arketip, belirli bir kişiyi, yeri veya şeyi simgeleyen bir modeldir.
Bu işin babası İsviçreli psikolog Carl Jung, tüm insanların ruhunda belirli kalıpların mevcut olduğu teorisini popüler hale getirmiştir. Edebiyatta ve sanatta arketip, insan doğasının evrensel kalıplarına dayanan bir hikâye öğesidir. Bir duygu (misal karşılıksız aşk), bir karakter (misal trajik bir kahraman), bir tür hikâye (misal sefaletten zenginliğe) veya bir sembol (misal hayatı temsil eden bir ağaç) olabilir. Bir arketip, izleyicinin bir olay veya karakterle neden ilişki kurduğunu düşünmesine gerek kalmadan ilişki kurmasına olanak tanıyarak anında bir aşinalık duygusu inşa eder. İçgüdülerimiz ve yaşam deneyimlerimiz sayesinde arketipleri hiçbir açıklamaya ihtiyaç duymadan tanıyabiliriz.
Arketiplerle ilgili en yaygın anlayışlardan biri ise temel karakterlerle ilgilidir. Zira bu bakış açısına göre karakter arketipleri belirli ve tanımlanabilir bir dizi özellik üzerine kuruludur. Günümüz kitaplarının ve filmlerinin kahramanları ve kötü adamları, peri masallarında, Charles Dickens’ın romanlarında, John Milton’un şiirlerinde ve antik Yunan tiyatrosunda bulunan aynı kahramanlık ve kötü niyetli arketiplere dayanıyor olabilir mesela. Ya da Kur’an-ı Kerim, İncil vs gibi kutsal metinlere. Edebi eserlerdeki bazı ortak arketip karakterler arasında kahraman, anti-kahraman ve düzenbaz (fitneci) şeklinde yer alır.
Stereotiplere gelecek olursak…
Meseleyi çok dallandırıp budaklandırmadan söyleyecek olursak, bir stereotip, aşırı basitleştirilmiş bir kavram veya karakterizasyona denilmektedir. Arketipten farkı; stereotipler bir kişiye veya bir grup insana uygulanabilir. Bazı basmakalıp karakterler olumsuzdur (“aptal sporcu”), diğerleri olumludur (“masum çocuk”), ancak hepsi edebiyatta aşırı derecede basit ve istenmeyen kabul edilir. Stereotipler, olumsuz çağrışımlar taşıyabilecek kinayelere başvurarak sanatı zayıflatır. Gerçek hayatta insanlar karmaşıktır ve çoğu zaman basmakalıp karakter özelliklerine uymayabilir. Güçlü karakter gelişimi, zararlı stereotiplere dayanmak yerine insan karmaşıklığını kopyalamayı amaçlar.
Aradaki farkı anlıyorsunuz değil mi:
“Arketip” terimi, varsayılan ideal bir modeli, yani evrensel bir niteliğe sahip bir karakter özelliğini veya duyguyu ifade eder. Öte yandan stereotip, insanlıktan çıkarma potansiyeli taşıyan indirgemeci bir kavramdır. Literatürde arketipler, tüm insanlığın anlayabileceği bir çerçeve sağlamaya yardımcı olur. Bunun tersine, basmakalıp karakterler aşırı basitleştirilmiş ve potansiyel olarak zarar verici insanlık kavramlarına dayanmaktadır.
Örneğin, arketipsel bir bilge karakterin, hikâyenin ortaya çıktığı kültür ve zaman diliminden bağımsız olarak, muhtemelen benzer özelliklere sahip olması ve benzer bir işleve (bilgelik, içgörü, kahramana yardım etme yeteneği) hizmet etmesi muhtemeldir. Öte yandan, basmakalıp bir bilge karakter yüzeysel olarak bu kişilik özelliklerine sahip gibi görünebilir ancak yeterince gelişmemiş olacaktır. Uzun sakalları veya kişiliğe dayandırmadan bilgeliği ifade eden tuhaf, mistik bir konuşma tarzları olabilir.
Bu konuya devam etmeden önce Memento’ya bu perspektiften bakalım.
Christopher Nolan’ın, karısının katilini ararken hafızasını yeniden inşa etmeye çabalayan bir adam hakkındaki çok sıkı dokunmuş bir bilmece olan Memento, çok az ana akım filmin taklit etmeye çalıştığı bir anlatı karmaşıklığı standardındadır. Ancak final sahnesiyle başlayıp geriye doğru ilerleyen zorlu yapısı bir hile değil; aynı zamanda tematik bir amaca da hizmet eder ve bizi kahramanımız kadar karanlığa sürükler. Film, büyüleyici kara suç hikayesiyle bizi heyecanlandırsa da bizi insan hafızasının güvenilmezliğini ve kendimizi kandırma eğilimimizi düşünmeye zorlar. Kıvrımlı bir ucuz kurgu parçası gibi görünen varoluşsal bir trajedinin çok sağlam ekimlerini görürüz filmin katmanlarında.
Christopher Nolan’ın bu benzersiz çalışmasını, hikaye anlatma yaklaşımını, geleneksel yöntemlerle karşıtlık oluşturan bir şekilde ele almak gerekiyor. Bu sebeple filmi analiz ederken anlatı tekniklerinin kombinasyonunu, karmaşık hikayelerdeki gerilim tasarımını, karmaşık hayal gücü arasında özlü düzenlemeyi ve zaman ve mekanın inşasına yakından bakmalıyız.
Bir kere Memento için genel anlamda “Nolan’ın sinematik bulmaca inşa etmesindeki ilk büyük örneği” demek mümkün. Bu tarz Nolan için bir yol açıcı misyonu da üstlenir Memento’da. Daha sonra “The Prestige,” “Inception” ve “Dunkirk” gibi filmleri de doğrusal olmayan anlatı yapıları ve mantıklı labirentleriyle izleyicileri büyüler.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Nolan’ın filmleri, bulmaca tarzı çekim ve anlatım teknikleriyle karakterizedir. Tarzı, Alman dışavurumculuğu ve Bertolt Brecht’ten etkilenmiştir ve psikolojik gerçekçiliği doğrusal olmayan anlatı, mantıklı düşünce ve felsefi içgörülerle entegre eder.
Ancak, Nolan’ın genel tarzı ve yaklaşımları üzerine pek çok çalışma yapılmasına rağmen bu araştırmalar anlatı bilimi, psikanaliz ve Amerikan kültürü gibi çeşitli perspektiflerden yürütülmekle sınırlı kalmıştır. Kanaatimce bunda en büyük etken, sektörün ve bilim dünyasının Nolan’ın yönetmenlik sonrası film hayatına fokuslanması olsa gerek. Zira baktığımızda görüyoruz ki, Hollywood’a girmeden önce Nolan’ın daha önceki çalışmaları üzerine kapsamlı araştırma neredeyse hiç yoktur.
İşte tam da bu noktada Princeton Üniversitesi’nden Susan T. Fiske ve asistanları tarafından yapılan ve 2002 yılında Kişilik ve Sosyal Psikoloji Dergisi’ yayınlanan “Stereotip İçeriğinin (Sıkça Karışık) Modeli: Yetkinlik ve Sıcaklık Sırasıyla Algılanan Statü ve Rekabetten Kaynaklanır” (“A Model of (Often Mixed) Stereotype Content: Competence and Warmth Respectively Follow From Perceived Status and Competition) başlıklı makale oldukça kıymetlidir.
Bu araştırma stereotiplerin içeriğinden ziyade sistemli süreçlerine vurgu yapar. Ancak, stereotiplerin içeriği de sistemli olabilir. Misal, Stereotip içerik modeli şunları önermektedir:
Stereotiplerin iki ana boyutu; yetkinlik ve sıcaklıktır.
Yaygın karışık stereotipler yüksek sıcaklıkla düşük yetkinlik (korumacı) veya yüksek yetkinlikle düşük sıcaklık (kıskanç) şeklinde kombinlenir.
Farklı duygular, yetkinlik ve sıcaklık kombinasyonlarını ayırt eder.
Statü, stereotipik olarak yüksek yetkinlikle ilişkilendirilirken, rekabet düşük sıcaklıkla öngörülmektedir.
Çalışma, stereotip içeriğinin kökenlerini anlamayı amaçlamaktadır ve stereotip içeriğinin sistemli ilkelere cevap verebileceğini öne sürmektedir.
Stereotip içerik modeli, stereotiplerin sadece antipati hakkında olmadığını, sıcaklık ve yetkinlik olarak iki boyutta anlaşılabileceğini önermektedir. Bir boyutta olumlu stereotipler, diğer boyutta olumsuz stereotiplerle bir arada bulunabilir.
Model ayrıca, uzun süre boyunca gruplar arası ilişkilerde önemli olduğu belirlenen statü ve rekabetin, stereotiplerin boyutlarını öngörebileceğini de önermektedir.
Araştırma, korumacı ve kıskanç stereotipler üzerine odaklanarak karışık stereotip içeriği kavramını tartışır. Korumacı stereotipler, grupların sıcak ama yetkin olmadığı şeklinde görüldüğü; kıskanç stereotipler ise grupların yetkin ama sıcak olmadığı şeklinde görüldüğü stereotiplerdir.
Çalışma, stereotiplerin içeriğini ve toplumda nasıl işlediklerini anlamanın önemini vurgular, özellikle de mevcut durumu sürdürme ve toplumsal referans gruplarının konumunu savunma açısından ele alır. Son bölümlerinde, bu modelin nasıl test edildiği, hangi yöntemlerin kullanıldığı ve elde edilen sonuçların neler olduğu detaylı bir şekilde ele alınır.
Prof. Fiske’nin tespit ve tanımları şahsen zihnimde muazzam açılımlara vesile oldu.
Şu muazzam sınıflandırma oradan:
Fiske, “Behaviors from Intergroup Affect and Stereotypes (BIAS) Map – Gruplararası Duygulanım ve Stereotipler Haritası ve davranışlar” olarak nitelendirdiği sınıflandırmanın tepesinde Yüksek sıcaklık vardır.
Yüksek Sıcaklık – Yüksek Yetkinlik modelinin duygusu hayranlıktır ve davranışı aktif kolaylaştırmadır.
Fiske bu gurubun izahını şöyle yapıyor: İç grup, yani gözlemcinin kişisel olarak ait olduğu grup, yakın müttefikler ve toplumsal referans grupları (örneğin, orta sınıf, heteroseksüeller gibi kültürel varsayılan gruplar) her iki boyutta da yüksek olarak derecelendirilme eğilimindedir. Bununla birlikte, Batı ve Doğu kültürleri arasında grup içi algılar arasında farklılıklar vardır ve yalnızca Batı kültürleri bu grup içi kayırmacılığı sergiler.
Yüksek Sıcaklık – Düşük yetkinlik sınıfı ise daha ziyade acıma hissine sahip oluyor ve pasif olarak kolaylaştırıyor.
İzahı ise şöyle: ABD’de yürütülen stereotip araştırmalarına göre, genel olarak acınan bazı dış gruplar arasında yaşlılar ve zihinsel engelliler yer alıyor. Acınan dış gruplar, iç grubun ahlaki çerçevesinde yer alır, ancak çoğu zaman toplumdan izole edilirler. Örnek olarak, acınan yaşlılar ya çoğunlukla huzurevlerinde tecrit şeklinde pasif zarara maruz kalacak ya da yaşlılara yönelik yardım kuruluşları veya toplum hizmeti aracılığıyla gösterilen aktif kolaylaştırma şeklinde olacaktır.
Her şeye rağmen bu iki sınıf pozitiftir, olumludur. En azından negatif ve olumsuz değildir, diyelim.
Birazdan göreceksiniz Gülen Cemaati’nin sosyolojik yapısı bu tür refleksleri gösterir. Yüksek sıcaklık/Yüksek Yetkinlik daima aktif kolaylaştırmayı getirir getirmesine ama bu durum diğer toplum stereotipleri açısından düşman olarak görülmeye yetebiliyor.
Birazdan izah edeceğim, önce şu sınıflandırmayı bitireyim.
Üçüncü grup ise Düşük Sıcaklık/Yüksek yetkinlik içerir. Sıcaklığın düşmesi ise haseti doğuruyor. Bu da aktif olmasa da pasif bir zarar refleksine yol açıyor. Söz yine Fiske’de: Sıcaklıktan yoksun ve yüksek yetkinliğe sahip olarak görülen gruplar kıskançlık uyandırır. ABD stereotipleri üzerine yapılan araştırmalar, zengin Amerikalıları, Asyalı Amerikalıları ve Yahudi cemaatindeki üyeleri yüksek yeterlilik/düşük sıcaklık grup dışı kategorisinde tanımlanabilir.
Ve son grup ve en fenası: Düşük sıcaklık ve düşük yetkinlik!
Düşman başına olsun…
Siyasal İslamcılar tam da bu gruba girer.
Bu grubun temel duygusu aşağılama ve eylemi de aktif zarar vermedir.
Bu grup en fazla düşmanlığı yapar ve en kavgacı gruptur.
Nolan filmlerinin kahraman ya da anti-kahramanları bu gruplarda yaşamlarını sürdürürler. Seyirci bunu ne yazık ki pek bilmez ama olay örgüsü ve zaman bükümlemesi ile Nolan bu hissiyatı eksiksiz oluşturur.
Hemen güncel olarak Gülen Cemaati’nden neden bu kadar nefret edildiği sorusunun cevabına değinip devam edeceğim.
Kadim bir kavram olan “Önyargı” yaklaşır bir asırdan beri sosyal psikologlar tarafından yeniden yapılandırılıyor ve tartışılıyor. Bu konuda Gordon Allport’un 1954 yılında yaptığı çalışma benzersizdir. Allport, bu konuda Aristotales’ten bir kavram ödünç alır: Proprium. Kelime mantıkta anlaşılmaz, karmaşık ve tuhaf bir mantıksal yüklemi ifade ediyor. Proprium, cins, tür, farklılık ve tesadüf ile beraber beş temel yüklemden biridir.
Tamam…
Çok zorlaştırmayacağım.
Gelişim ise şöyledir.
Bebeklik çağında bedensel “ben” duygusuyla başlar.
Kişisel kimlik duygusu ise ikinci yaştan itibaren oluşur.
Üçüncü yıl, benlik saygısı duygusu aktif olmaya başlar.
Bir sonraki aşama kendini geliştirme, ardından karakterizasyon duygusu gelir. Ve bunların akabinde (6-12 yaş arası) benlik mantık ile birleşmeye başlar.
Ardından karaktere uygun çaba ve bilen benliğin doğuşu.
Buradan genotipler ve fenotiplere (Allport bu ismi verir çünkü) gideriz ki, şimdilik burada bırakalım.
Yine Allport, bir dürtünün, bir güdüye tepki olarak oluştuğunu ileri sürer. Bu durumda dürtü ister içgüdü ister başka bir şey olsun bağımsız bir hissiyata dönüşür ve buna güdü demek artık çok zordur.
Allport tam bu aşamada üç özellikten bahseder:
Temel, merkezi ve ikincil özellik.
Temel özellikler nadirdir ancak kişinin davranışına hâkim olan ve onu şekillendiren özelliktir. Bunlar para, şöhret vb. gibi egemen tutkular/takıntılardır.
Merkezi özellikler ise her insanda bir dereceye kadar bulunan genel özelliklerdir. Bunlar, temel özellikler kadar baskın olmasalar da davranışlarımızın çoğunu şekillendiren temel yapı taşlarıdır. Davranışı etkiler ancak belirlemezler. Merkezi bir özelliğin örneği dürüstlük olabilir mesela.
Ve ikincil özellikler…
Bunlar hiyerarşinin en alt kademesidir ve merkezi özellikler kadar belirgin değildir. İkincil özellikler, yalnızca belirli durumlarda görülen özelliklerdir (örneğin, çok yakın bir arkadaşın bileceği belirli hoşlandığı veya hoşlanmadığı şeyler). İnsan karmaşıklığının tam bir resmini sağlamak için bunların dahil edilmesi gerekir.
Genel olarak toplumlarda, özel olarak son dönem Türk toplumunda sosyal grupların çoğunun bu özelliklere uygun refleksler ile hareket ettiğini söylemek mümkündür.
Gülen Cemaati, varoluşsal ve davranışsal olarak Yüksek sıcaklık/Yüksek Yetkinlik sınıfında (yüksek sıcaklık/Düşük Yetkinlik sınıfına da koyulabilecek refleksler de göstermektedir) olduğu için, kendisine karşı takınılan neredeyse tüm tanımlar, kıskançlık, aşağılama eksenlidir. Bu eksen pasif ve aktif zararı güdüler ve harekete geçirir.
Siyasal İslam doğası gereği hasettir ve aktif zarar vermeyi kovalar. O mahallede değilsen, aşağılama ve karalama peşindedir. Keza bu grubun simetrisi diyebileceğimiz, laik/ulusalcı kesim de yine bu özelliklerinden dolayı cemaat(ler)ten nefret eder ve daima aktif kötülük peşinde koşarlar.
Diğer bazı İslamcı sosyal gruplar ise (Misal Nurcular) herhangi bir davranışı bahane ederek (sözgelimi Risaleleri tercüme etme girişimi) aktif boyuta ulaşabilecek bir zarara kadar işi yükseltirler. Misal, 15 Temmuz girişiminde gizli/açık olarak cemaatten gördükleri insanlara zarar vermeyi sosyal bir vazife bilirler.
Bu sıcaklık/yetkinlik meselesi ilerleyen zamanlarda epey mesafe kat etti. Örneğin Bogdan Wojciszke’nin laboratuvarında 1997’de yapılan ve sıcaklık ve yetkinliğin günlük davranışlara ilişkin sosyal algılardaki varyansın % 82’sini açıkladığını ortaya koyan bir çalışmaya ikili sıcaklık/yeterlilik modelini benimseme kararlarını da atfetti filan.
Bir sanat yazısında sosyolojiye bu kadar girmek ne kadar doğru bilemiyorum ama bu bilgilere genel olarak hâkim olmadan Nolan filmlerinden haz almak mümkündür ama çözümlemek pek mümkün değildir.
Hemen yönetmenimiz ve filmimize dönelim.
Nolan ve Zaman
Christopher Nolan genellikle doğrusal olmayan anlatıları kullanmayı tercih eder ve iç içe, parçalı, yankı ve çok iplikli anlatı yapıları gibi çeşitli anlatı yapılarını birleştirir.
Nolan’ın filmleri, karmaşık gerilim tasarımlarıyla bilinir. Film başında genel bir gerilim belirler ve film boyunca daha küçük gerilim unsurları ekler. Bunu yaparken arketiplerden ziyade stereotipleri kullanır. Nolan’ın filmleri (özelde Memento) genellikle daha karmaşık olmasına rağmen, etkileyici bir izleme deneyimi sunar. Nolan, karmaşık hayal gücü ile özlü düzenlemeyi ustaca dengeler. Öte yandan bu enteresan yönetmenin filmlerindeki zaman ve mekanın ele alınışı dikkate değerdir. Zaman, filmin anlamını sürekli olarak erteleyen tipik bir “farklı gecikme” özelliğini sunar.
Gerçi sırası geldiğinde detaylı şekilde ele alacağız ama örneğin, “Inception” (Başlangıç) filminde, Nolan beş katmanlı bir hikaye alanı ve zamanı (gerçekliği dahil) oluşturur. Her katmanın özellikleri, izleyicilere hızla tanıtılır, böylece hangi rüyada olduklarını tanımlayabilirler. Nolan, izleyicilere yönetmenle izleyiciler arasında bir “zihinsel oyun” sunar.
Memento’da bu katmanlama sayısı ikidir.
Ayrıca, onun filmlerinde mekan sadece “bölge” kavramını yüceltmez, aynı zamanda hayali ile gerçekliği birleştirerek yayılım yapısı gösterir ve sonunda çok şekilli, dinamik ve esnek film tarzları oluşturur. Nolan, zaman ve mekan boyutlarıyla film anlatısına iki boyut oluşturur ve bu iki boyutun kıvamını sayısız spesifikasyon belirler. Zaman boyutu, Nolan’ın filmlerini belirsizlik ve açıklıkla doldururken, mekan boyutu anlam ve içeriğin sürekli değişmesine ve tetiklenmesine olanak tanır. Zaman ve mekanın farklı gecikmeleri, sadece çeşitli anlatı modlarına ve gerilime hizmet etmez, aynı zamanda filme kendi başına canlılık da katar.
Memento’yu bir sonraki yazıda bitirip yolumuza devam edeceğiz.
Bu arada Memento ile ilgili özellikle zaman ve kronoloji izahını şuradan izleyebilirsiniz.
Filmi izledikten sonra ise şu doğrusal çözümleme işinize yarayabilir.
Eveeet bir sinema yazısı içine neden bu siyasi meseleyi karıştırdığızı anlıyorum fakat gereklilik/gereksizlik noktasında şahsi yorumum bana kalsın.
Keşke sadece sinema disiplini ve yönetmeni anlatmayı tercih etseydiniz sinema yazılarınızı zevkle okuyan bir okur kitlesi olduğuna inanıyorum.
Olmamis hocam wikipedi gibi olmus.
Katiliyorum Bekir’e .Daha kisa, ozet , yormayan bir yazi olabilir.