Ana Sayfa HABER Bir yönetmenden çok daha fazlası: Christopher Nolan (12)

Bir yönetmenden çok daha fazlası: Christopher Nolan (12)

Batman serisinde kötülük problemi!

YORUM | NEDİM HAZAR

“Seni o hapishanede bulduğumda kaybolmuştun. 
Ama sana inandım. 
Korkunu ortadan kaldırdım ve sana bir yol gösterdim.”
Ra’s al Ghul

Eğer bir kahraman hikayesi anlatıyorsanız şu üç kavrama mutlak ihtiyacınız olacak: Kötülük, korku ve cesaret. 

Birbiriyle alakalı, çoğu zaman sebep/sonuç ilişkisi olan bu üç kavram insanlık tarihinin özeti gibidir de.

Korku, kötülük ve cesaret, insanın içsel ve toplumsal yaşantısını derinden etkileyen üç temel olgudur. Bu olgular, bireyin iç dünyasını ve toplumsal yapıyı şekillendirirken, aynı zamanda felsefi ve psikolojik perspektiflerin de merkezine oturur.

Korku, bireyin iç dünyasında doğan, onun eylemlerini ve düşüncelerini sınırlayan bir duygu durumu. Freud, korkuyu, bireyin bastırdığı içsel çatışmaların bir sonucu olarak ele alırken, Jung, bireyin gölge yönüyle ilişkilendirir. Korku, aynı zamanda toplumsal bir fenomen olarak da karşımıza çıkar. Bu hissiyat, toplumsal normların, değerlerin ve yasaların oluşumunda belirleyici bir rol oynar.

Korku, insanın içsel savaş alanında, cesaretle sürekli bir mücadele içindedir. Cesaret, korkuyla yüzleşme ve ona rağmen hareket etme kabiliyetidir. Ancak, bu iki olgu arasındaki bu basit karşıtlık, kötülüğün doğasıyla iç içe geçtiğinde daha karmaşık bir hal alır.

Felsefeci ve yazarlar, korkunun doğasını ve etkilerini çeşitli açılardan ele almışlardır. Örneğin, ünlü yazar H.P. Lovecraft, “Korkunun en eski ve en güçlü duygu olduğunu, bilinmeyenin korkusunun ise en eski ve en güçlü tür korku olduğunu” belirtmiştir. Lovecraft’a göre, bilinmeyenle yüzleşmek, bireyin kendi içsel korkularını anlamasını sağlar ve bu, edebiyat ve sanatın da merkezine oturur.

Kötülük ise tarih boyunca var olmuş ve birçok felsefi tartışmanın merkezini oluşturmuştur. Kötülüğün doğası, kökeni ve varlığı, etik ve ahlaki değerlerle sürekli bir çatışma içindedir. Kötülük, bireyin ve toplumun moral değerlerine, normlarına ve yasalarına aykırı olan her türlü düşünce ve eylemi ifade eder. Ancak kötülüğün, insanın doğasında mı, yoksa toplumsal yapıların ve kurumların bir ürünü mü olduğu sorusu, felsefi düşüncenin en büyük muammalarından biridir.

Aynı zamanda ahlaki bir problemdir de kötülük. Zira bu olgu bireyin ve toplumun ahlaki değerlerini sarsar. Hannah Arendt, “Eichmann in Jerusalem” adlı eserinde, kötülüğün sıradanlığı konseptini ortaya atmış ve kötülüğün olağan ve sıradan insanlar tarafından nasıl işlenebileceğini vurgulamıştır. Arendt’e göre, kötülük, büyük bir şeytanlıkla değil, düşüncesizlikle gerçekleşir. Kötülüğün bu banalliği, toplumların ve bireylerin, ahlaki değerlerini ve etik sınırlarını sorgulamalarını zorunlu kılar.

Üçüncü kavramamız da tam bunlarla ilgili aslında.

Cesaret, korku ve kötülükle olan ilişkisi içerisinde, bireyin ve toplumun moral ve etik değerlerini koruma mücadelesinde önemli bir rol oynar. Bireyin korkularını, şüphelerini ve endişelerini aşmasını, kötülüğe ve adaletsizliğe karşı durmasını kişinin cesareti sağlar. Ancak cesaretin doğası da korkunun ve kötülüğünki gibi, karmaşıktır. Cesaret, sadece fiziksel eylemlerle değil, aynı zamanda düşünceler, inançlar ve değerlerle de sınanır.

Cesaret, korku ve kötülüğe karşı duran bir direnç olarak karşımıza çıkar. Ernest Hemingway, cesareti, “korkuya rağmen hareket etmek” olarak tanımlar. Hemingway’in bu tanımı, cesaretin, bireyin içsel korkularıyla yüzleşmesini ve bu korkulara rağmen hareket etmesini vurgular. Aynı zamanda, Viktor E. Frankl, “İnsanın Anlam Arayışı”nda, insanın, çektiği acılara ve karşılaştığı zorluklara rağmen anlam bulma ve yaşama cesareti gösterme kapasitesine dikkat çeker. Frankl, insanın içsel özgürlüğünün ve yaşama anlam katma cesaretinin, en karanlık anlarda bile var olabileceğini belirtir.

Batman yaklaşık 80 yıl önce ilk kez yayınlandığında insanların içindeki adalet hissiyatının tam karşılığına denk geldi. Adalet için suçla savaşan, acımasız (çok da iyi olmasa adaleti tesis ediyordu nihayetinde) kahraman olarak doğan Batman, zamanla barındırdığı cüruflardan arınarak temel arketiplerden birine dönüştü.

Batman’in karakter olarak idealize edilmesi belki çok sürmedi ama Batman’in öyküsü iniş/çıkış ve hep yalpalı oldu. Bunda yayıncıların döneme göre macera ve karakter tasarlamak gibi kaygılarının da azımsanmayacak etkisi vardı şüphesiz.

Klasik Batman karakteri, kötülere karşı savaşarak onları alt eder, mevcut düzenin koruyucusu olan süper kahramanımız teknolojinin nimetlerinden de yararlanarak suçluları cezalandırır. Batman 1940’lı yıllardan itibaren tekrar tekrar Hollywood sinemasının kullandığı bir süper kahraman klişesidir. İzleyicinin özdeşleşmesini sağlayan, düğümün çözülmesiyle birlikte büyük büyük katarsislerin yaşandığı klasik bir filmdir Batman serisi. Hollywood sinemasının kahramanı olan Batman, Nolan ile birlikte bambaşka bir şeye evrilir. Teorik arka planına baktığımızda özdeşleşmeyi sağlayacak temel unsurlar barındırsa da Nolan’ın Batman’i adalet, yasa ve kurtarıcı fikrinin sorgulanmasına izin verir. Yine Nolan’ın Joker karakteri sistemin verili bütün değerlerine, öznelliğe, Kartezyen Cogito’dan (Düşünüyorum o halde varım)  beri oluşturulan öznelliğe karşı bir sorgulama imkânı verir.

Çalışmamızın başlarında Gustav Jung’tan bahsettiğimizi hatırlayacaksınız. (BKNZ)

Batman’ın kalıcı olabilmesi için sadece karakter olarak mükemmelleştirilmesi yeterli değildi şüphesiz. Ona yazılacak olan geçmiş ve hayat hikayesi de dramanın temel kaidelerinden sapmamalıydı. Öyle ya, yoksa bir fantastik kahramanın uzun yaşaması mümkün değildi.

Batman bunu aşabilmek için bilinen en eski hikâye olan monomitin, bir kahramanın yolculuğunun bir tasviri olarak karşımıza çıkması gerekiyordu.

Peki neydi bu monomit veya Kahramanın miti ve onun yolculuğu?

Orijinal yazılımıyla Monomyth, Joseph Campbell tarafından geliştirilen ve dünya mitolojilerinde ortak olarak bulunan temel bir kurgusal yapının ismidir. Monomyth, “tek mit” veya “tek öykü” anlamına gelir. Campbell, “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” adlı eserinde bu kavramı açıklar.

Buna göre bir anlatıda bir kahramanın öyküsü genellikle üç ana bölümden oluşur: Ayrılma, inisiyasyon (bunun tek kelimelik karşılığı yok, açıklayacağım) ve dönüş…

Başlangıçta kahraman, dengede giden hayatının bir şekilde kırılmasıyla bir yolculuğa çıkmak durumunda kalır. Bunu bazen isteksizce de yapabilir. Hatırlayalım William Wallace’ın mücadelesini. İskoç direnişçiler onu aralarına katmak istediklerinde bunu reddetmiş, evlenip kendi hayatını kuracağını açıklamıştı. Ancak karısının öldürülmesiyle işler değişti ve Wallace kahramanın yolculuğuna çıkmak zorunda kaldı.

Bu yolculuktaki ikinci aşama ise inisiyasyondur. Joseph Campbell, inisiyasyon kavramını mitolojik ve kurgusal hikayelerin analizinde kullanır. Ona göre, inisiyasyon, kahramanın dönüşüm yolculuğunda önemli bir aşamadır ve kahramanın içsel büyüme ve olgunlaşma sürecini temsil eder. Bir kahramanın inisiyasyon süreci genellikle ayrılma, sınavlar veya zorluklarla karşılaşma, dönüşüm ve dönüş aşamalarından oluşur. Ayrılma aşamasında kahraman, tanıdık dünyasından ayrılır ve macerasına başlar. Sınavlar ve zorluklarla karşılaşarak içsel ve dışsal mücadelelerle yüzleşir ve kendini dönüştürür. Bu dönüşüm sürecinde kahraman, bilgelik, güç veya farkındalık kazanır. Son olarak, dönüş aşamasında kahraman, yeni bilgileri veya güçleri kullanarak evine döner ve toplumu için hizmet eder.

Tekrar Monomyth kavramına dönecek olursak, bu terim kahramanın okununca, dinlenince ya da izlenince insanın etkilendiği yolculuğunu anlatan bir hikâyenin evrensel kalıbını ifade eder.

Joseph Campbell, ilk olarak 1949 yılında “Bin Yüzlü Kahraman” adlı kitabında, bu mitlerin geldiği kültür, din, miras veya ülkeye bakılmaksızın tüm mitlerin belirli bir deseni takip ettiğini savunan yeni bir teori öne sürer. Campbell’in, psikolog Carl Jung ve onun kolektif bilinçdışı teorisinden büyük ölçüde etkilendiğini hatırlatmama gerek yoktur sanırım.

Hatırlayalım; Jung’un teorisi, kolektif bilinçdışının, bize soyut, içgüdüsel kalıplar olan arketipleri tanıma ve oluşturma olanağı sağlayan, tüm insanlık tarafından miras alınan bir psike olduğunu öne sürer. Jung gibi, Campbell bu benzerliklerin, karakterler, konu yapısı ve temaların, tüm insanların kolektif bilinçdışındaki sayısız arketipin temsilleri olduğunu önerir. Yazarların, çoğu zaman hikayelerini, arketiplerin kısıtlamaları veya yapısı içinde bilinçsizce oluşturduklarına ve bu nedenle, yer, zaman, kültür, dil ve insanlar tarafından ayrılmış olmalarına rağmen, çoğu hikâye ve mit arasında benzerliklerin ortaya çıktığına inanmışlardır.

Batman özelinde meseleye bakacak olursak, Batman, bir kahraman olarak, Campbell’in kahramanının her standardını karşılar, aynı zamanda Campbell’in “Bir Kahramanın Yolculuğu”nun üç ana aşamasından da geçer. Trajik bir durumla (Ebeveynlerinin ölümü) karşılaşır ve bu, onun kahraman olarak yolculuğunu başlatır. Ebeveynlerinin ölümü, onun katillerinden intikam almasına ve Gotham şehrindeki suça karşı durmasına neden olur.

Bu hikâye hem Yunan kahramanının monomitine hem de aynı zamanda Amerikan monomitine uyar. 2002’de, John Shelton ve Robert Jewett, Campbell’in monomitine Amerikan tarzında daha çok uyan yeni bir terim olan “Amerikan Monomit”inden bahsettiler. C. Nolan’ın dokunuşuyla Batman, hem Amerikan monomitinin kahramanı olarak Superman’in yerini aldı hem de klasik monomitinin kahramanı olmuştur. Buradaki fark, geleneksel monomit kahramanının toplumun bir üyesi olarak başlamasıydı. Amerikan monomitinin kahramanı toplumdan ayrıdır ve hikâyenin eylemine bir yabancı olarak girer.

“Batman Begins” filminde, “genel ve karakter” anlamında Batman’in hikayesinin köklerini görürüz. Bu tercih, Batman’i daha önce sinemaya uyarlayanların beceriksiz, yetersiz ya da aptal olduğu anlamına gelmez. Aksine, böyle bir yol izlenmesi durumunda Batman’in kahraman olarak gizeminin yitireceğinden duyulan endişedir. Nitekim usta yönetmen Tim Burton bunu açık açık söyler. “Bilmediğimizden değil, istemediğimizden böyle bir şey yapmadık.” der.

Batman’in hikayesi, tüm kahramanların hikayelerini taklit eden bir hikayedir. Batman, bir çizgi roman süper kahramanı olarak, tam olarak etkilendiği mitik döngüyü açıkça gösterir. O bir kahramandır ama aynı zamanda herkes gibi sıradan, hatta defolu bir yanı da vardır. Aslında bu durum neredeyse doğu/batı, tüm mitolojilerindeki kahraman arketipinin tanımına uyar. Campbell, dünyanın mit ve efsanelerine ilham veren sürekli bir desen olduğuna inanır, onların içindeki sayısız çeşitlilik, karakterler, olaylar ve bağlam içermesine rağmen böyle düşünür. Filozof, mitlerin insanlara ve topluluklara hayatı iyileştirme yolu sunduğunu varsayar. Campbell için mitler, hayatın bilgeliği hakkında hikayelerdir aslında!

Kötülük bunun neresinde?

Kahramanımız, tehlikeli bir arayışa çıkmış, karakter olarak büyümüş ve yolculuğu sırasında edindiği bilgelikle eve dönmüştür. O, macera dolu tehlikeli dünyayı atlatmış ve şimdi kendi evinin dünyasında yaşamaktadır. Wayne, babasının şirketini geri kazandığında ve Fox’u yeni CEO olarak atadığında “iki dünyanın da efendisi” olmuştur artık.

Batman ve Bruce Wayne’in aynı madalyonun iki yüzü olduğu açıktır. Carl Jung, çalışmasında Superman’den bahsetmiş, Superman’i gölge ve Clark Kent’i persona olarak görmüştür. Bunu Batman’e uygularsak, Batman Wayne’in Personasının gölgesidir. O halde kalıbı biz uygulayalım: Bruce Wayne’in Batman kimliği, Gölge arketipini temsil eder. Gölge arketipi, kişiliğin karanlık tarafını yansıtır, mutlaka kötü tarafı değil ama ışıktan uzak olan hem dünyadan hem de kendinizden gizlemek istediğiniz özelliklerin toplamıdır bu! Ra’s Al Ghul ise Hilekar’ın arketipidir. Hilekârlar belâ çıkarır, kahramanlara meydan okur ve ölümlülerin daha büyük yüksekliklere itilmesine neden olur, tarih boyunca anlatılan hikayelerde. Jung, hilekâr (düzenbaz) arketipini kurnaz, aptal olarak tanımlar ve toplumun kurallarını bozmasıyla bilinir. Hilekâr arketipi, tarih boyunca kötücül veya komik bir figür olarak yaşar. Kurnazlık ile zekâ sıklıkla birbirine karıştırılır ama Jung bu basitliğe hiçbir zaman düşmez.

Geleneksel (mitolojik) ile Amerikan monomit arasındaki fark şudur “geleneksel monomit, topluluklarından ayrılan, sınavlardan geçen ve daha sonra olgun yetişkinler olarak tekrar entegre olacak bireyler üzerine odaklanır. Oysa Amerikan monomiti, kötülük tarafından tehdit edilen bir toplum üzerine odaklanmıştır, hukuk ve düzenin alışılageldik temelleri bu kötülüğü devirmekte başarısız olur ve işte o zaman Amerikan monomit kahramanı gelir, kötülüğü yener ve toplumu kurtarır.

Bu durum, Gotham Şehri’nde, hukuk kurumları içinde bile suç ve yolsuzluk kokan bir yerde görülmektedir ve Jim Gordon gibi iyi polisler topluma yardım edemez. Batman, Jim Gordon’a yardım etmek ve şehri kurtarmak için gelir. Geleneksel monomit, kahramanın doğaüstü harika dünyaya yolculuk ettikten sonra topluma dönmesiyle sona ererken Amerikan monomiti, kahramanın toplumdan çekilip izolasyonunun başlangıç pozisyonuna geri dönmesiyle sona erer.

Batman, Amerikan monomitinde bir yabancıdır, malikanede, Gotham Şehri’ndeki suçlardan ve yoksulluktan uzakta yaşar. Kötülükle savaşmak için malikaneden Gotham’a seyahat eder ve sonra Wayne Malikânesine geri döner. Batman, Gotham Şehri’nden coğrafi ve sosyo-ekonomik olarak izole edilmiştir.

Buradaki en temel motivasyon ise kötülüktür.

İyileri de kötüleri de kötülük yönlendirmektedir aslında.

Film bağlamında konuşursak, ilk tür kötülük Batman Başlıyor’un açılış sekansında karşımıza çıkar. Bruce ve Rachel’i, masumiyet çağlarında, dünyadaki en temel kötülüklerle karşı karşıya kalan çocuklar olarak görürüz. Bruce, Rachel’dan saklanırken bu durumla karşı karşıya kalır ve kuru kuyuya düşer. Bu izleyiciye ilk başta önemsiz ve sıradan gelebilir. Bu arada bir nüansın ayrımına varmak durumundayız: Her ne kadar ortada bir niyet olmasa da “kötü niyetli bir insan yoksa bu kötülük değildir” denilebilirse de bu, asıl noktayı ıskalamak demektir. Kötülük sadece niyetlerle ilgili değildir çünkü. Kötülük, en geniş anlamıyla, dünyada kötü olayların meydana gelmesi ve insanı kesintisiz mutluluk halinden çıkarması anlamına gelir. En düşük seviyede, istemeden de olsa her an kötü şeyler meydana gelebilir. Beklenmedik durum dünyadaki kötülüğün bir tezahürüdür.

Küçük Bruce’un aynı sahnede karşılaştığı ikinci düzey kötülük, ona saldıran yarasa sürüsüdür. Ona belirli bir amaç için saldırmazlar. Hayvandırlar ve kendilerini tehdit altında hissederek bilinmeyen davetsiz misafire saldırmak fıtratlarında vardır.

Kötülüğü tek düzlemde ele almak belli bir sığlaşmayı beraberinde getirir şüphesiz. Ancak bir inceleme serisinde kötülüğü dallandırıp budaklandırırsak esas meselemizi zayi ederiz diye korkmaktayım da.

Zira kötülük, insanlık tarihi boyunca var olan ve felsefi, teolojik, psikolojik tartışmalara konu olan karmaşık bir kavram. Kötülüğün doğası, kökeni ve varlığı, insan deneyiminin merkezinde yer alıyor ve bu konumlanma, edebiyat ve felsefe üzerinde derin bir etki bırakmış. Kötülük, insanın içsel bir bozukluk mu, yoksa dışsal bir kuvvet mi olduğu sorusuyla başlıyor. İnsan doğası gereği mi kötüdür, yoksa kötülük, insanın içsel bir bozukluk mu yoksa dışsal bir kuvvet mi tetikler kötülüğü?

Platon, kötülüğün cehaletten kaynaklandığına inanıyordu; bir kişi gerçekten bilgiliyse, doğruyu yapacaktır. Aristoteles, insanın doğası gereği rasyonel olduğunu ve dolayısıyla insanın amacının en yüksek iyiyi aramak olduğunu savunur. Ancak bu iki görüş de insanların bilinçli olarak kötü eylemler gerçekleştirdiği ve bazen bilgiye rağmen kötülüğü seçtiği gerçeğiyle çelişir aslında. Peki, bilinçli olarak kötülüğü seçmek nedir ve bu, insan doğasının bir parçası mıdır?

Edebiyat, kötülüğün bu çeşitli yüzlerini keşfetme aracı olarak işlev görür. Dostoyevski’nin “Şeytanlar” adlı eseri, bireyin ve toplumun kötülüğünü, ideoloji ve iktidar arzusunun insan ruhunu nasıl bozabileceğini inceler. Shakespeare’in “Othello”su, kıskançlık ve ihanetin kötülüğünü, insanın içsel karanlık yönlerini ve insan ilişkilerini nasıl zehirleyebileceğini gösterir. Mary Shelley’in “Frankenstein”ı, “yaratıcılığın” ve bilimin sınırlarını, insanın Tanrısal alanlara müdahalesinin sonuçlarını ve “canavar”ın kötülüğünün gerçekten nereden kaynaklandığını sorgular.

Kötülük, aynı zamanda, insanın kendi içsel çatışmalarını, arzularını ve korkularını da yansıtır. Carl Jung, gölge olarak adlandırdığı, bireyin bilinçdışı zihninde bastırılmış olan karanlık yönleri ve arzuları tanımlar. Gölge, bastırılmış öfke, kıskançlık, arzu ve nefreti içerir ve bu, bireyin ve toplumun kötülüğünü açıklamada bir faktör olabilir. İnsan, kendi gölgesiyle nasıl yüzleşir ve bu karanlık enerjiyi nasıl dönüştürür?

Kötülüğün bir başka boyutu da insanın anlam arayışı ve varoluşsal boşlukla ilgilidir. Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi varoluşçu filozoflar, insanın özgürlüğünü, anlamsızlıkla ve varoluşsal kaygıyla nasıl yüzleştiğini incelemiştir. Kötülük, bu anlamsızlıkla başa çıkma, kontrol ve güç arayışı bir yoludur! Ya da insan, kendi anlamını inşa ederken, diğerlerine zarar verme potansiyeli mi taşır?

Kötülük kavramı, insanın kendi doğası, toplum, ahlak ve anlam hakkındaki kümelerin nerede başlayıp, nerede bittiği sorusunu da gündeme getirir. İnsan, kendi karanlık yönleriyle nasıl barışabilir? Toplum, kötülüğü nasıl tanımlar ve onunla nasıl başa çıkar? Ahlak ve etik, kötülüğü nasıl şekillendirir ve sınırlar? Bu sorular, felsefi ve edebi eserler aracılığıyla keşfedilmeye devam edecek ve insan deneyiminin bu karanlık yönü, sanat ve düşünceyi şekillendirmeye devam edecektir.

Kötülükten korkuya giden yol!

Batman Başlıyor’da Nolan’ın korku konusunu ele aldığı net çizgiyi görürüz. Ra’s al Ghul’un Gotham’ı yok etme planı, Bruce’un travmasına neden olan mekanizmanın tamamen aynısına karşılık gelir. Kişisel korku seviyesinde hayata patlayan kötülüktür. Thomas Wayne’in genç Bruce’a açıkladığı gibi: “Bütün yaratıklar korku hisseder. Özellikle korkutucu olanları.” Dolayısıyla korku, tüm canlılar için temel bir önkoşuldur. Kişiliklerimizin karanlık tarafının merkezinde yer alır. Bu içimize derinden işlemiş, çünkü savunmasızız. Korku incinme korkusudur, acı korkusudur.

Bazı zamanlar korku, anlamsız bir öfkeyi de tetikleyebilir şüphesiz. Dolayısıyla kötülük ile korku arasında nasıl bir ilişki varsa, bu iki kavram ile öfke arasında da bir ilintiden bahsetmek mümkündür. Bazen “varoluşsal kaygı” olarak da adlandırılan kaygı ise, korkunun tam tersidir.

Angst sözcüğü psikolojik bir terim olarak 19. yüzyılda Danimarkalı papaz ve filozof Sören Kierkegaard’ın The Concept of Anxiety adlı eserinde ortaya atılmıştı. Varoluşçu felsefenin kurucu babası olan Kierkegaard, insanlık durumunun ön koşullarını araştırırken yaptı bu keşfi. Kierkegaard, Hıristiyan antropolojisinde insanı esasen özgür olarak kabul eder. Kierkegaard, Lutherci bir tavırla, bu özgürlüğün aynı anda hem kutsama hem de lanet olduğunu söyler. İrade özgürlüğü doğru olanı yapmayı seçmemizi sağlar. Ancak her zaman bilinmeyenle karşı karşıya kalırız çünkü kararımızın doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu bilmeyiz. Bu nedenle kararlarımızın sonuçlarından her daim korkarız. Kierkegaard’a göre, sonsuza kadar uçurumun kenarında durup, yanlış gitmesi muhtemel her şeyin derinliğine bakmaktayız. Bu nedenle kaygı, kendi özgürlüğümüzden duyulan korkudur.

Kendi özgürlüğümüze yönelik bu korkuyu birçok durumda görebiliriz. Kendi gerçek kişisel yargımıza güvenmek yerine otoriteye uymak ve itaat etmek, endişenin en belirgin tezahürlerinden ikisidir. Ancak kaygı aynı zamanda kibirli olduğumuz ve sanki bilinmeyene karşı bu korkumuz yokmuş gibi davrandığımız zamandır. Kierkegaard, abartılı kesinlik ve aşırı güvenin artan bir endişe düzeyi olduğunu söylüyor. Çünkü Kierkegaard’ın dediği gibi kaygı her zaman varoluşumuzun bir parçasıdır ve onu görmezden gelebilir ya da üstesinden gelebilirmişiz gibi davranmak yalnızca kaygının kendisinden kaynaklanır. Bu, insanoğlu olarak kendi sonlu ve sınırlı doğamıza karşı bir kin eylemidir.

Alman filozof Martin Heidegger, Kierkegaard’ı anlayan nadir filozoflardan biri. Üstadın “nesnesiz bir korku” olarak kaygı (angst) kavramını genişleterek kavrama genişlik kazandırdı. Heidegger’e göre, korku insanın en iptidai ama lineer hissiyatıdır. Ancak kaygı, varlığımızın genel, kaldırılamaz bir parçasıdır ve dünyada var olmakla ilgilidir.

Bu arada zıttı olmakla karşıtı olmak arasındaki nüansı anlatmak için kelime harcamayacağım. Evet kaygı, korkunun zıttıdır ama karşıtı değildir! Zira korkunun zıttı cesarettir. Peki, kaygının zıttı nedir? Lüteryen bir papaz olan Kierkegaard, bu soruyu “inanç” ile cevaplar. Korku, ancak cesaret ve yüzleşmeyle ile aşılabilir. Korkuyu hissederiz ve yine de korktuğumuz şeylerle; ister kalabalıklar, ister bir yürüyen bir merdiven, ister bir iğne olsun, yüzleşiriz. Ancak kaygı, belirsiz varlığımızın uçurumunda dururken, sadece Kierkegaard’ın inanç sıçramasıyla aşılabilecek bir şeydir.

Batman Başlıyor’da Bruce Wayne intikam peşinde koşan bir adamdan adaleti sağlamaya kararlı bir adama dönüşüyor. Teması korku, herkesi harekete geçiren motivasyon: Bruce’un yarasa korkusu ve kendi karanlığı; Rachel intikam uğruna onu kaybedebileceğinden korkuyor, şehri yöneten gangster korkusu; Korkuluk hastalarını korkutur ve kötü adam, su sistemine halüsinojenik bir madde salarak Gotham’ı “kendini parçalamaya” zorlamayı planlıyor. Bir kez patladığında gecekondu mahalleleri şiddetle tıka basa dolacak!

Anne ve babasının öldürülmesinden büyük zarar gören ruhu ve “suçlunun zihnini” anlamak için çaresiz kalan Bruce, kötülüğün doğasını kavramak için dünyayı dolaşır ve henüz bilmese de onunla en korkunç haliyle karşılaşır. Gezintileri sırasında amacı toplumu geliştirmek olan Gölgeler Birliği’nden idealist Henri Ducard ile tanışır. Ducard, daha yüksek bir varoluş biçimini benimsemesi için ona akıl hocalığı yapar. Bruce’a şöyle diyor: “Eğer kendini bir erkekten daha fazlası yaparsan, kendini bir ideale adarsan ve seni durduramazlarsa, bambaşka bir şeye dönüşürsün.”

Görüldüğü üzere iki önemli nokta var.

Bir; kendini mutlaka bir ideale adamalısın.

İki; önüne çıkan engelleri aşmalısın.

Ben üçüncüsünü de ekleyeyim, eğer aşamıyorsan bile değişme!

Aslında Bruce Wayne değişmiyor, kendini buluyor. Başka bir şey zannederken kendini aldığı eğitim ve geçirdiği süreç gerçek kimliğiyle yüzleşmesini sağlıyor. Oysa hatırlayacağınız üzere babası asla öyle biri değildi, ancak eski Bruce (yaşadığı eğitim sürecinden önce) bile öfke ve intikam dolu bir karakterdir.

Ducard’ın ideallerinden ilham almasına rağmen Bruce, Gölgeler Birliği’nin “Suç tolere edilemez” yönündeki acımasız ideolojisine katılmaz. Ama suçlular toplumun anlayışının hoşgörüsüyle geliştiğini de öğrenecektir. Ducard ondan bir katili infaz etmesini istediğinde Bruce bunu reddeder, Birliğin eğitim kampını yakar ve Gotham’a döner. Onun yokluğunda yaygın yolsuzluk şehri mahvetmiştir.

Bruce, Ducard’ın ona öğrettiği becerileri kullanır ve gölgelerin ve illüzyonların adamı olacaktır. Yarasa sembolünü seçmesinin sebebi elbetteki mağarada yaşadığı korkuları bütün şehre geçirebilmek. Onun için bir korku simgesidir yarasa piktogramı. Fakat öte yandan insanlara umut vererek Gotham’ı dönüştürmeyi de düşünüyor.

Korku insanın içindedir. Batman Başlıyor, Bruce Wayne’in bu olay nedeniyle nasıl travma geçirdiğini ve Batman olarak korkusunu yenmenin nasıl bir yolunu bulduğunu anlatır.

Bruce’un başa çıkma mekanizmalarına daha yakından bakmak bize yol gösterecektir.

Batman Başlıyor’daki Bruce’un dönüşümünü başlatan sahne, (ki buna biz turning point diyoruz) Rachel’a ailesinin intikamını almak için Joe Chill’i öldürmek istediğini itiraf etmesidir. Rachel ona intikamın daha derindeki sorunun çözümü olmadığını, yalnızca öfkesinin çıkış noktası olduğunu söylemiştir. Rachel’ın sözlerinde derin anlamı açmayalım şimdi. Aslına bakılırsa öfke, yalnızca kendi kırılganlık duygularımızı alt etme girişimidir. Başka bir deyişle, Bruce’un öfkesi, hem korkusunu hem de ebeveynlerinin ölümünden duyduğu suçluluk duygusunu örtbas etmeye yönelik bir mekanizmadır.

Rachel, meseleyi öfkeyle çözmeye çalıştığı için Bruce’u azarladıktan sonra alaycı bir şekilde onu Gotham City’de korku yayarak Joe Chill gibi insanlar türettiği için mafya patronu Carmine Falcone’a teşekkür etmeye davet eder. Orada Falcone, Bruce’un yeraltı suç dünyasının korkuyla büyüdüğünü anlamasını sağlar. Ancak Falcone’un konuşmasının muhtemelen en anlamlı kısmı, yukarıda bahsedilen mekanizmanın altını çizen son sözleridir: “Buraya bir şeyi kanıtlamaya çalışan öfkenizle gelmeyin. Bu anlamadığınız bir dünya. Ve her zaman anlamadığın şeyden korkacaksın.”

Bu bahsi kapamadan önce kötülük kavramı üzerine biraz daha derine inmeye ne dersiniz?

Kötülük, insan varoluşunun ve tarihinin en eski ve en karmaşık olgularından biridir. İnsanlık tarihi boyunca, kötülüğün doğası, kökenleri ve varlığı üzerine sayısız teori ve düşünce ortaya konmuş. Kant, Fichte ve Kierkegaard gibi düşünürler, kötülüğün doğasını ve insan psikolojisi ile olan ilişkisini derinlemesine inceleyerek, bu konuda önemli ve etkileyici düşünceler ortaya koymuşlardır.

Kant için kötülük, ahlaki yasa karşısında özgür iradenin bir sapması olarak ele alınır. İnsan, ahlaki yasa karşısında özgür olduğu için, kötülüğü seçme kapasitesine sahiptir. Kant’a göre, insanın kötülüğü seçmesi, kendi özgür iradesinin bir sonucudur ve bu, insanın kendi içsel ahlaki yasasına, yani “kategorik imperatif”e aykırı bir harekettir. Kant, insanın rasyonel bir varlık olarak ahlaki yasayı bilme ve bu yasaya uygun hareket etme kapasitesine sahip olduğunu vurgular. Ancak, insan aynı zamanda duyusal bir varlık olduğu için, kendi bireysel arzuları ve eğilimleri tarafından da yönlendirilir. Kötülük, bu iki yönlülük arasındaki çatışmanın bir sonucu olarak ortaya çıkar: ahlaki yasa ile bireysel arzular arasındaki çatışma.

Fichte, kötülüğü, öz-benliğin bir yansıması olarak ele alır. Ona göre, kötülük, bireyin kendi öz-benliğini, başkalarının varlığına tercih etmesi ve bu şekilde kendi çıkarları uğruna başkalarına zarar vermesi olarak tanımlanabilir. Fichte, kötülüğün, bireyin kendi öz-benliğine olan aşırı bağlılığının bir sonucu olduğunu ve bu bağlılığın, bireyin başkalarına ve topluma karşı olan sorumluluklarını göz ardı etmesine neden olduğunu belirtir.

Kierkegaard, kötülüğü, bireyin kendi içsel çatışmaları ve varoluşsal kaygıları bağlamında ele alır. Ona göre, kötülük, bireyin kendi varoluşsal kaygıları ve ölümlülüğü ile yüzleşme biçiminden kaynaklanır. Kierkegaard, kötülüğün, bireyin kendi özgürlüğü ile olan çatışmasının bir sonucu olduğunu ve bireyin, kendi özgürlüğünü ve varoluşunu anlamlandırma çabasının, kötülüğe yol açabileceğini belirtir.

Schopenhauer da bu kavramın cazibesine kapılanlardandır. Acı ve ıstırap dolu bir dünyada, iradenin köleliğini vurgular. Ona göre, insanlar, kendi bencil arzuları ve iradeleri tarafından yönlendirilir, bu da acıya ve kötülüğe yol açar. İnsanın doğası gereği, diğerlerinin acısına karşı duyarsızdır ve bu, kötülüğün kökenlerinden biri olarak kabul edilir.

Nietzsche, ahlaki değerleri ve “iyi” ile “kötü” arasındaki geleneksel ayrımı sorgular. Onun perspektifinden, kötülük, zayıflık ve güçsüzlükten kaynaklanmaz; aksine, güçlü olanın, kendi değerlerini yaratma ve dayatma kapasitesinden doğar. Nietzsche için, kötülük, bireyin kendi ahlaki değerlerini ve anlamlarını yaratmasının bir sonucu olabilir.

Ve Lacan, insan psikolojisini ve arzularını inceleyerek kötülüğe bir bakış sunar. Ona göre, “Öteki”nin eksikliği ve arzunun sürekli olarak tatmin edilememesi, bireyin içsel çatışmasını ve dış dünyadaki kötülüğü tetikler. Kötülük, bireyin ötekinin arzusunu elde etme çabasının bir sonucu olarak ortaya çıkar.

Son olarak size Lautreamont’tan bahsetmek isterim. Vaktiyle bir kitabıma ismini verdiğim (Bir şey söyle Isidore) enteresan lakin bahtsız şair.

Tam ismi Isidore-Lucien Ducasse, daha çok Comte de Lautréamont takma adıyla bilinir, 4 Nisan 1846’da Uruguay, Montevideo’da doğmuş ve 24 Kasım 1870’te Paris, Fransa’da ölmüştür. Mezarı hala kimsesizler mezarlığındadır. Ducasse, en bilinen eseri “Les Chants de Maldoror” (Maldoror’un Şarkıları)’dır. Eser, geleneksel anlatı yapılarından saparak, şairin kendi içsel dünyasını ve toplum, ahlak, din ve estetik üzerine düşüncelerini yansıtan bir dizi ilginç ve çoğu zaman rahatsız edici imgeler ve sahneler içerir. “Maldoror’un Şarkıları”, genellikle gotik ve sürrealist edebiyatın bir öncüsü olarak kabul edilir ve Ducasse, özellikle 20. yüzyılın başlarında sürrealistler tarafından büyük bir ilgi görmüştür. Aslında Ducasse’nin yaşadığını gören sadece bir şahit vardır. Ancak yazdıklarıyla bilinir. Misal yolladığı kitap nüshasını Zola, Hugo gibi ustaların editörleri Albert Lacroix ve Joseph Proudhon yayına hazırlamıştır.

“Maldoror’un Şarkıları”nda, kötülük ve ahlaki çöküş temaları geniş bir yer bulur. Baş karakter Maldoror, genellikle kötülüğü ve şiddeti benimser ve insan doğasının karanlık yönlerini sergiler.

Kitap, Maldoror’un insanlık ve toplumdan ne kadar uzaklaştığını ve kendi içsel karanlığına nasıl daldığını da gösterir. Eser, okuyucuyu rahatsız edebilecek düzeyde bir dizi vahşi ve karanlık imgelerle doludur ve bu, Ducasse’nin kötülük, ahlak ve insan doğası üzerine düşüncelerini yansıtır. Eser, aynı zamanda, okuyucuyu, etik ve ahlaki değerler üzerine düşünmeye iten bir dizi felsefi ve ahlaki soru sunmasıyla da sıra dışıdır.

Kötülük üzerine neredeyse her büyük düşünürün bir kanaati mevcuttur elbette. Ancak mevzu sinema, Christopher Nolan ve kötülük kavramı ile ilgili ise elbette aradığımız isim Hegel’dir.

Nolan/Hegel ikilisini ilerleyen bölümlerde tekrar ele alacağız.

 

HENÜZ YORUM YOK