Ahirete bakan bir teras (12)
YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Yeryüzünde Kibrit-i Ahmer’den daha kıymetli hiçbir şey yoktur;
kulun ömründen elinde kalan kısmı hâriç…”
Hz. Ali (KV)
“Ben de Hızır’ın (a.s) sohbetinde bulundum,
onun edebiyle edeplendim
ve ondan bir vasiyet şeklinde el aldım.”
İbn Arabî
Allah selamet versin, M. Ertuğrul Düzdağ malum Mehmet Akif Ersoy konusunda tam bir ummandır. Merhumun doğum ya da ölüm yıldönümünde başlardı yazmaya, bir sonraki yıldönümü gelene kadar devam ederdi ve biz genç gazeteciler, “Abi Ertuğrul Hoca iyi hoş da günlük gazete burası, pehlivan tefrikasına çevirmenin ne anlamı var?” diye haddimizi aşarak eleştirirdik.
“Kınadığınız yaşamadan ölmezsiniz” düsturunu bir kez daha idrak ediyorum. Çok saf, basit ve samimi hislerle başladığım bir konu, beni öylesine okyanuslara savurdu ki, 40. Bölümü okuyorsunuz sevgili okur.
Araya çok fazla malayaniyat almak istemiyorum zira bunca kelam, cümle, araştırma etrafında dönüp durduğumuz hakikat içindi. Şimdi tam kıyısına varmışken, boş laflarla kıymetini zaid etmek istemem.
Bakınız yolcular ne kadar farklı olursa olsun yol ve yöntemler nasıl birbirine benziyor. Addas’ın kitabından okuyoruz: “Hz. İsa’nın daimi teşvikleri vasıtasıyla yönelimleri tasdik edilen İbn Arabi gayretini artırır ve nihayet, bu gayri-cismani şeyhin talimatına uyarak kendisini çevreleyen lüksü terk etmeye ve mallarını bırakmaya karar verir. İbn Arabi’nin açıkladığına göre, bakmakla mükellef olduğu bir ailesi bulunmayan mürit bütün mallarını bırakmalı ve şayet varsa şeyhine teslim etmelidir.”
Şimdi Risale-i Nur’daki o meşhur “terk” bölümünü hatırlayabiliriz:
“İkincisi: Tarik-i Nakşi hakkında denilen ‘Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.’ olan fıkra-i rânâ birden hatıra geldi. O hatıra ile beraber, birden şu fıkra tulû etti: ‘Der tarik-i aczmendî lazım âmed çâr çiz / Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz.'” (Mektubat, s44)
“Hz. İsa onu daima olduğu gibi yine zühde yönlendirirken, Hz. Musa ona ledünni ilme ulaşacağını haber verir (ki bu ilim Kur’an’da, Hz. Musa’nın İslam geleneği tarafından Hızır ismiyle anılacak muhatabına izafe edilmektedir). Hz. Muhammed ise, İbn Arabi’ye kendisini adım adım izlemesini buyurur: “Bana tutun, selamette olacaksın” (istemsik bî teslem).” (Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, s34)
Addas, İbn-i Arabi’nin peşine düşmüşken, onun da Hz. Hızır ile buluşmasını tespit eder:
“Ayrıca (Ebu’l Abbas) Uryebi, İbn Arabi’nin üstatsızların üstadı ve “ledünni ilim” sahiplerinin kamil temsilcisi Hz. Hızır ile ilk karşılaşmasının da belli bir manada müsebbibi olmuştur.”
Bizim sadece başka buuduyla zannettiğimiz bu buluşma için tarih ve yer de verir:
“İbn Arabi’nin gençlik döneminde İşbiliye’de gerçekleşen bu karşılaşma, Hz. Hızır’ın İbn Arabi’nin manevi kaderine yapacağı bir dizi müdahalenin başlangıcını oluşturur. Bu müdahaleler neticesinde, İbn Arabi (Hz. Hızır’ın bereketini intikal ettiren) hırka-i Hızıriyyeyi ilki 592’de İşbiliye’de, ikincisi 601’de Musul’da olmak üzere iki kez giyecektir.” Bu arada Şeyh-i Ekber tam 39 yaşındadır, hatırlatayım.
Claude Hanım, Arabi-Hızır görüşmelerinin adeta kaydını tutar gibi ayrıntılı anlattığı bu buluşmalardaki zirveyi şöyle tanımlıyor: “Garip kendini daima yalnız hisseder. Allah’ın lütfuyla bu makama ulaştıktan sonra hamd etmelisin; zira kardeşim, kime bu makam verilmiştir? Hızır’ın bu makamda sana arkadaş olması yetmez mi?”
Belki de bu yoldaşlığın neticesiyledir ki, Arabi Fususu’l Hikem’de öylesine detaylı bir şekilde anlatır ki Musa-Hızır hikayesini aklımız durur.
Şu satırlar da Fütühaltü’l Mekkiye’den:
“Hızır’la şeyhlerimizden bir adam yani Ali ibn-i Abdullah ibn-i Cami dahi buluşmuştu. Kendisi ali el-Mütevekkil ile Ebu Abdullah Kadib’ül Ban’ın arkadaşlarından idi. Musul haricinde, Mukla’da bir bostanda ikamet ederdi. Hızır ona hırka’yı Kadib’ul-Ban’ın huzurunda giydirmişti. Bana da bu hırkayı Şeyh ibn-i Cami, kendi bostanında, (Musul h.601 senesinde) Hızır’ın ona giydirdiği yerde ve giydirme şekliyle giydirmişti. Ben hırka’yı bundan çok uzak bir yol ile (yani çok daha önceleri) arkadaşımız Abdurrahman ibn-i Meymun ibn-i Ebi’l-Burzi’nin elinden giymiştim. O da bunu Mısır ülkesinin şeyhlerin şeyhi Sadreddin ibn-i Hammuye’nin elinden giymişti. Onun da ceddi, hırka’yı Hızır’ın elinden giymişti. Ben o zamandan beri hırka giymekliğe kail oldum (inandım). Hızır’ın buna itibar ettiğini gördüğümde, ben de bunu insanlara başkalarına giydirdim. Bundan önce ise, halen malum olan hırka’ya kail değildim. Zira bizim indimiz de hırka, ancak sohbet, terbiye ve güzel ahlaktan ibarettir. Ve buna takva elbisesi denir.”
Bu hırka üzerine kitap ta yazar elbette.
Hırka Kitabı’nda Et-Teyzeri vasıtasıyla kendisine ulaşan Hızır’ın hırkasının öyküsünü ne anlatır büyük üstad.
Bu arada affınıza sığınarak bir önceki yazıda özelliklerini saymaya başlarken başka hikmetlerin peşine takılıp unuttuğumuz bir yönü en azından buraya yazma gerektiğini hissettim.
Hz. Hızır karakterinin inşasını bizatihi Resulullah (ASM) başta olmak üzere, nebiler, veliler bizzat yapmıştır. Bunları birleştirerek olursak.
Oturduğu kuru toprak zemin yeşillendiği…
Namaz kıldığında etrafı yeşillendiği…
Âb-ı hayata dalıp yeşil bir renge büründüğü…
Yüzü parlak ve yaratılışı güzel olduğu…
Cennet pınarından içtiği…
Etrafı yeşillik olan bir yere oturduğunda elbisesi yeşil bir renk kazandığı…
Gibi hususiyetleri vardır.
Hz. Hızır bahsinin çok su götüreceği aşikar. Zira, inanç tarihinde nereye dokunsak Hızır’ın ayak izine denk gelmemek mümkün değil.
Misal;
Bir rivayete göre Hz. Âdem, öleceği sırada oğullarına, “Benim cesedim sizinkilerle birlikte aynı mağaraya defnedilsin” diye bir vasiyette bulundu. Hz. Âdem’in cesedi oğullarının cesetleriyle birlikte aynı mağarada metfundu. Allah, Hz. Nuh’u peygamber olarak gönderince o, vasiyet gereği Hz. Âdem’in cesedini gemiye aldı. Hz. Nuh, tufandan sonra gemiden inince oğullarına şöyle dedi: “Âdem (as), cesedini defnedecek olan evladına kıyamete kadar yaşaması için dua etti.” Bunun üzerine oğulları onun cesedini mağaraya defnetmeye gittiler. Gidenler arasında Hızır da vardı. Hz. Âdem’in cesedini Hızır defnetti ve böylece onun duasındaki vaade nail oldu. O, şu anda yaşamaktadır ve Allah’ın dilediği sürece de yaşayacaktır.” (Bursevi, Ruhu’l Beyan, s268)
Ana konumuza hemen geri dönelim.
Hz. Bediüzzaman, esaretten döndükten sonra çok kısa iki “Said” dönemi arasında geçişkenlik yaşar. Bir taraftan ona sunulan dünyevi makamlar ve karşılığı, diğer yandan meselenin bambaşka uhrevi boyutu ve adeta bir sefer emri alması!
Bazı rivayetlere göre ise Hızır, Deccal zuhur ettiğinde dahi hayatta olacaktır. Nitekim, Endülüslü tarihçi İbn Beşküvâl’ın naklettiği bir rivayete göre, kıyamet öncesinde insan en hayırlısı veya hayırlılarından biri olduğu kabul edilen bir adamı; Deccal herkesin gözü önünde öldürüp ardından diriltir. Deccal onu ikinci bir defa daha öldürmek ister ancak buna gücü yetmez. (Ayrıca Kurtubi, Suyuti gibi alimler de bundan bahseder)
Dünya bir dönüşüm döneminden geçmekte. Madde ve manevi yarılmalar, kırılmalar birbiri peşi sıra yaşanmaktadır. Haritalar değişmekte ideolojiler insanlığın ensesine binmekte ve maalesef daha çok acı vadetmektedir.
İşte böylesi bir ortamda Hazret-i Üstad insandan ve toplumdan sürekli olarak kaçıp, Yuşa Tepesi’ne gider. Bugüne kadar kabul edilen algı, Hz. Yuşa’nın kabrini ziyaret etmesidir. Oysa -kanaatimce- asıl mesele bambaşkadır.
Tam da bu noktada Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “Varlığın metafizik boyutu” isimli çalışmasını okumanızı acizane tavsiye etmeme izin verin.
Gülen ilk dönem eserlerinden olan Asrın Getirdiği Tereddütler’de enteresan bir soruya cevap verir. Suru şudur:
“Hızır (aleyhisselâm) İle Görüşülebilir mi?”
Sorunun teşmilli cevabı için şuraya gidebilirsiniz.
Biz kestirmeden bizim mevzumuz ile ilgili kısma geçelim:
“Allah’la münasebette derinleşen bir insan, gayb âlemine muttali olur, melâike-i kiramla görüşebilir, cinlerle münasebete geçer, ruhanîlerle muhabereye girişebilir, Hızır’ı (aleyhisselâm) görür, hatta onun makamına yükselir.. Hazreti Mesih’le hemdem olur; Hazreti Mehdi ile tecdit musahabesinde bulunur… Evet, insan Allah ile münasebette derinleşir, şekilden, suretten kurtulup ruhun bütün dinamiklerini Allah’a vâsıl olmada kullanabilirse, olur bütün bunlar…
Binaenaleyh, bazı kimselerin “Hızır (aleyhisselâm) ile görüşüyorlarmış, nasıl olur? Biz de görüşebilir miyiz?” gibi mülâhaza ve düşünceleri, biraz işin dışında olma ve yabancılıktan kaynaklanıyor. Hızır’ı (aleyhisselâm) görmek herkes için mümkündür. Kim bilir, belki camide, saflarınızın arasında bile bulunabilir. En azından, camilerde, Hızır’ın (aleyhisselâm) mübarek gölgesinde, seyr u sülûk eden birisi mutlaka vardır. İçinizde melâike-i kiram da vardır. Belki âlem-i cismaniyette, âlem-i cismaniyeti seyre dalan yani sizin bakışlarınızda fâni olan ve sizin bakışlarınızla âlem-i şehadeti seyre dalan ruhanîler de vardır. Sizin içinizde, kalb ve hissiyatınızla bütünleşen latîf mahluklar da vardır. Ama hissedemezsiniz bunları… Cenâb-ı Hak maddî sahada beşerin inkişafına muhâzi olarak, mânevî sahada da bizleri inkişafa muktedir kılsın!…”
Müsaadenizle sen, ben gibi sıradan insanlardan bahsetmiyoruz, bahsini ettiğimiz Arabi, Geylani, Nursi gibi kutuplar. İhtimal bile değil, eminim ki çok defa görüşmüşlükleri, danışmışlıkları ve ders almışlıkları vardır.
Gülen son hükmü şöyle veriyor: “Ehl-i keşif ve ehl-i müşâhede, Hızır’ın (aleyhisselâm) hayatta olduğuna kâildirler. Muhaddisîn-i kiram devrinde, Buhârî ve emsali bazı kimseler “Vefat etmiş.” diye hükmetseler bile, başta müçtehitlerden dört imam ve sair fukahâ, Hızır’ın (aleyhisselâm) hayatta olduğu kanaatindedirler. Binaenaleyh, ister zıllinde olsun, isterse bizzat kendisiyle olsun, bazı kimseler onunla mülâkat temin edebilirler veya o, onlarla görüşebilir…”
Şükür esas noktaya gelmiş bulunmaktayız.
Ancak bir sonraki yazıya… Sakın ihmal etmeyin, türbe meselesine doğrudan gireceğiz.