YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Değişim hem olumlu hem de olumsuz anlamda kullanılan bir kelimedir. Değişim dediğimizde bazen gelişmeyi, ilerlemeyi, derinleşmeyi, inkişaf etmeyi anlarız ki bu matlup ve makbul olan bir değişimdir. Nitekim Allah Resûlü’nün, “İki günü eşit olan ziyandadır.” (Deylemî, el-Müsned, 3/611) sözleri de bir mü’minin her yeni günle birlikte bir şeyler öğrenmesini, dünün üzerine yeni bir şeyler ilave etmesini ve böylece sürekli terakki etmesini salıklar.
Bununla birlikte değişim bazen de bozulma, savrulma, başkalaşma, kayma, çözülme, değerlerinden kopma, kimliğinden uzaklaşma gibi anlamlarda kullanılır. Bizim bu yazıda üzerinde duracağımız konu da değişimin bu olumsuz anlamıdır.
Cahiliye şairlerinden biri olan İmrü’l-Kays’a isnat edilen şöyle bir söz vardır: “İki şey vardır ki onları başlatması sizin elinizde olsa da bitirmesi sizin elinizde değildir. Bunlar, savaş ve yangındır.” Gerçekten de başlamış bir savaş ve yangın kısa sürede kontrolden çıkabilir ve onları durdurmak hiç de kolay olmayabilir. Fethullah Gülen Hocaefendi, İmrü’l-Kays’ın dile getirdiği bu iki hususa bir üçüncüsünü daha ekler ve bunun da değişim/başkalaşma olduğunu söyler. Arkasından da şu cümleyi ekler: “Bir türlü başkalaşan her türlü başkalaşır. Dolayısıyla o kapı hiç aralanmamalıdır.” (Vuslat Muştusu, “Siz Kendinizi Değiştirmedikçe”)
Evet, taviz tavizi doğurur. Kendi dininden ve değerlerinden ödün vermeye başlayan bir insanın nerede duracağı kestirilemez. Bugün mekruhları işleyen yarın haramları işler. Bugün mendup ve sünnetlerden taviz veren yarın vacip ve farzlardan taviz verir. Bir kere harama adım atan kişinin ikinci adımı atması çok daha kolay olur. Ödün verilen şey her ne olursa olsun, ister adab-ı muaşeret kuralları, ister ahlakî normlar, ister helâl ve haramlar, isterse dinin daha başka emir ve yasakları, bir kereliğine denilerek yapılan her ihmal ve ihlâlin büyük ihtimalle arkası gelir.
Bediüzzaman Hazretlerinin, “Her günah içinde küfre gidecek bir yol var.” (Lem’alar, 2. Lem’a) sözü tam da bu gerçeği ifade eder. Bir zamanlar değil mekruh ve haramlara, şüpheli şeylere bile yaklaşmayan insanların bir gün nasıl olup da gırtlağına kadar günah bataklığına saplandıklarının izahı burada yatar. Dinî yaşantıda verilen tavizler, işlenen günahlar insanı alıp bambaşka vadilere götürebilir. Aynı şekilde işin başında samimi bir mü’min oldukları hâlde, daha sonra deizm, agnostisizm, ateizm gibi küfür cereyanlarına kapılan insanların hikayesi de bundan farklı değildir. Duygu ve düşüncelerdeki küçük kırılmalar dikkate alınmadığı, zihne giren şüpheler önemsenmediği ve sürekli imanî hakikatler üzerinde durulmadığı takdirde küfür ve ilhad düşüncesi adım adım zihni ve kalbi işgal edebiliyor.
Peki, nedir insana değerlerinden taviz verdiren, onu değiştiren ve başkalaştıran faktörler? Tabii ki en başta nefis. Zira o, Kur’ân’ın ifadesiyle insana sürekli kötülüğü emreder. (Yusuf sûresi, 12/53) İçinde hırs, tamah, adavet, haset, gayz, kin, mala düşkünlük, ucb, kibir gibi birçok negatif duyguyu barındırır. Sürekli haz ve zevklerinin peşinde koşar. Arzu ve tutkularının esiri olur. Gaflet ve eğlenceye dalar. Dünyaya çok düşkündür. Doyumsuz ve tatminsizdir. Umursamaz ve sorumsuzdur. Kendine müpteladır. Kendine güvenir, kendini beğenir. Hiçbir eksiklik ve kusuru kendine konduramaz. Avukat gibi sürekli kendini müdafaa eder. İyilikleri kendinden bilir. Sürekli övülmek, methedilmek ister. Kendinde bir çeşit rububiyet vehmeder.
Terbiye ve tezkiyeye tâbi tutulmayan böyle bir varlığın insanı nasıl baştan çıkarabileceğini tahmin etmek zor değildir. Bu sebeple Allah Resulü nefisle mücadeleye “büyük cihad” demiştir. (Beyhakî, ez-Zühd, 1/165) Akıllı insanı, “nefsini dizginleyip onu idare edebilen ve ahiret için amel yapabilen insan” olarak tarif etmiştir. (Tirmizî, kıyâmet 25) Kur’ân, kurtuluşa erenlerin nefislerini tezkiye ve terbiye edebilen kimseler olduğunu beyan etmiştir. (Şems sûresi, 91/9) Nice hak dostu, dinin, en temelde nefisle mücadeleden ibaret olduğunu belirtmiştir.
Nefisle mücadelenin, onu idare etmenin, terbiye ve tezkiyeye tâbi tutmanın en başta gelen yollarından biri, ona sınırlarını göstermek ve bu sınırları aşmama konusunda kararlı durmaktır. Zira bir kere taviz koparan nefis orada durmaz, daha ötesini ister. Haramları tadan bir nefsi, bir daha helâl dairenin keyfe kâfi olduğuna ikna etmek çok zor olur. İnsan ibadet ü taatini bir kere aksatmaya görsün, nefsi, ümidini kesinceye kadar bu konuda artık onun yakasını bırakmaz. Nefis bir kere dünya nimetlerine alıştı mı artık kolay kolay bir daha onlardan vazgeçemez. İnsan bir kere heva ve heveslerinin sözüne girdi mi artık onun için değişim başlamış demektir ve bunun nerede duracağı da belli olmaz.
Özellikle makam, mansıp, paye, şöhret, servet gibi şeyler dikkat edilmediği takdirde insanı değiştirir, yozlaştırır. Zira bunlar sayesinde insan güç elde eder, takdir ve alkış alır, imkânlara kavuşur, arzu ve tutkularını gerçekleştirme fırsatı bulur. Şayet bu tür insanların kalpleri iman, ihlas, takva, Allah korkusu gibi duygularla dolu değilse bir süre sonra onların güç zehirlenmesine maruz kalması, başkalarına tepeden bakması, onları hegemonya altına almaya çalışması kaçınılmaz olur. Nice dindar ve müttaki görünen zatlar bu tür imkânlarla imtihan olmuş ve değişmişlerdir. Zira bir süre sonra onların her biri birer Firavun, Nemrut veya Karun kesilmiştir.
Modern dönemde yaşayan bizlerin değişime direnmemiz çok daha büyük gayret ve efor gerektiriyor. Zira modernitenin eritici kazanı içine girip de kendi olarak kalabilmiş insan sayısı oldukça azdır. Modern dünya, eğitim sistemiyle, medyasıyla, modasıyla, reklamlarıyla, dizi ve filmleriyle herkese seküler, maddeci, hedonist ve pragmatist bir hayat tarzı dayatıyor. Bir sel veya çığ gibi önüne kattığı insanları sürükleyip götürüyor. Giyim tarzından yaşam şekline, terbiye usullerinden insanî ilişkilere, oradan hedef ve önceliklerin ne olması gerektiğine kadar standartlar belirliyor ve bunları herkese empoze ediyor. Doğru ve yanlış, güzel ve çirkin, iyi ve kötü için ölçüler koyuyor, bu ölçülerin dışına çıkanları dışlıyor. Modern dünyanın hayat felsefesi ile ilahî kaynaklı değerler arasında ikilem yaşayan niceleri tercihlerini birinciden yana kullanıyor ve bir değişim vetiresine giriyorlar.
Bu değişimin sonunda ne oluyor derseniz şunları söyleyebiliriz: Hayatın anlamı değişiyor, zihinler sekülerleşiyor, şeaire karşı hürmet ve saygı kalmıyor, helâl-haram hassasiyetleri kayboluyor, gaye-i hayal unutuluyor, tebliğ ve irşat aşkı sönüyor, ibadet ü taatte gevşeklik başlıyor, ahlakî normlar ihlâl ediliyor, edeb ve haya hissi yara alıyor, kendi değerlerine karşı güven duygusu zedeleniyor, maneviyat dünyasından ve metafizik âlemden uzaklaşılıyor, kimlik bunalımı yaşanıyor. Hatta bunların çok daha ötesinde savrulmalar, çözülmeler oluyor. Fakat daha ötesini tasvir etmeye gerek yok.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: İşin başında özüne bağlı insanlar nasıl oluyor da bir süre sonra bu kadar özünden uzaklaşabiliyor, kendi değerlerine yabancılaşabiliyor? Nasıl oluyor da din, iman, Kur’ân diyen insanlar dinle, imanla, Kur’ân’la telifi imkânsız işler yapabiliyor? Çünkü değişim adım adım gerçekleştiği için sahilden ne kadar uzaklaştıklarının farkına varamıyorlar. Ayrıca insanoğlunun her davranışını meşrulaştırma ve rasyonelleştirmeye duyduğu derin psikolojik ihtiyaç, onları da yanlışlarına bir kılıf bulmaya ve yaptıklarını müdafaa etmeye sevk ediyor. Daha da üzücü olanı, davranış ve yaşayışla birlikte duygu ve düşünceler, ölçü ve kıstaslar da değişmeye başlıyor. İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlıyor. Tabii şeytan da bütün bunları büyük bir fırsat olarak değerlendirmesini iyi biliyor.
Kur’ân’da yer alan, “Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.” (Enfal sûresi, 8/53); “Bir toplum özündeki güzellikleri değiştirmedikçe, Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hâli tağyir etmez.” (Ra’d sûresi, 13/11) âyetleri özünü değiştiren insanları bekleyen tehlikelere işaret etmek suretiyle değişime karşı çok dikkatli olmamız gerektiğini ifade ediyor. Bu konuda bizi tembih eden diğer bir âyet-i kerime de şudur: “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan, hidayeti tabiatınızın bir yanı hâline getirdikten sonra sapanlar size zarar veremez.” (Mâide sûresi, 5/105)
Kur’ân-ı Kerim, Allah’ı unutan insanlara Allah’ın da kendilerini unutturacağını beyan eder. (Haşir sûresi, 59/19) Fethullah Gülen Hocaefendi, âyetin ikinci kısmını izah sadedinde şu kaydı düşer: “Böylece kimlik bunalımına girdi, ruhlarını kaybetti, yürüdükleri yörüngeden çıktı ve başkalaşma sürecine kapılıp gittiler.” (Kalb İbresi, “Heyecan Yorgunluğu ve Diriliş Hamleleri”) Demek ki başkalaşmadan salim kalabilmenin öncelikli yolu, iman ve ihsan şuuruyla bir hayat yaşamadan geçiyor. Bunun yanında modern dünyanın manevi ve ahlakî değerleri aşındırıcı hayat tarzıyla baş edebilmek için salih daireler oluşturmak, sadıklarla beraber olmak ve her daim müspet yönde kendimizi geliştirmek de çok önem arz ediyor.