Bir linç hikayesi: Ali Kemal’in katli

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

Büyük Taarruz’un başarıya ulaşmasının ardından sıra Ankara Hükümeti’nin Millî Mücadele muhaliflerine hesap sormasına gelmişti. Ancak bu hesaplaşma yargı yoluyla gerçekleşmedi. 

Hedef alınan ilk kişi, Millî Mücadele aleyhinde yazı yazmaktan son ana kadar vazgeçmeyen bir gazeteciydi. Gazeteci Ankara’ya götürülmek için İstanbul’dan kaçırıldıysa da İzmit’te linç edildi. 

Bu kişi yakın zamanda görevinden istifa eden İngiltere Başbakanı Boris Johnson’un büyük dedesi Ali Kemal’di. 

BORİS JOHNSON’UN BÜYÜK DEDESİ

Kökeni Çankırı’ya dayanan Ali Kemal, İstanbul-Süleymaniye’de Balmumcu Ahmet Efendi’nin oğlu olarak 1867’de dünyaya geldi. Asıl adı “Ali Rıza” olan Ali Kemal, önce Kaptanpaşa sonra da Gülhane Askeri Rüştiyesinde okudu. Ancak haşarılığı yüzünden okulu bırakmak zorunda kaldı. İsmini Namık Kemal’e olan sempatisi nedeniyle “Ali Kemal” olarak değiştirdiği tahmin edilmektedir. 

Öğrenim hayatına Mekteb-i Mülkiyede devam eden Ali Kemal, buradaki hocalarının özellikle de tarihçi Mizancı Murat’ın derin etkisi altında kaldı. Bu arada şiirler yazmaya başladı ve edebiyat dergisi yönetti. Ancak Fransızcadan yaptığı “Sürgün” adlı şiir tercümesi devrin yönetiminin hışmına uğradı. Evinde muzır evrak arandığı gibi dergisi de kapatıldı. 

Bu olay sonrasında tam bir Abdülhamid düşmanı olan Ali Kemal, Paris’e giderek Fransızcasını ilerletmeye çalıştı, ardından İsviçre’ye geçti, Bir süre sonra İstanbul’a dönüp Mülkiye’ye yeniden başladıysa da gizli cemiyet kurmak suçlamasıyla önce tutuklandı sonra da memur olarak Halep’e sürgüne gönderildi. Altı yıllık memuriyetten sonra İstanbul’a döndüyse de yine sürüleceğini anlayınca 1895’te bu sefer kaçak olarak Paris’e gitti. 

Paris’te İkdam gazetesinin muhabirliğini yaparken Jön Türklere dahil oldu ve neşriyat komitesinde görev aldı. Burada yüksek öğretimini tamamlayan Ali Kemal, Mizancı Murat Bey’in Abdülhamid ile anlaşarak İstanbul’a dönmesiyle İttihatçılara düşman oldu. Onun bu düşmanlığı ölümüne kadar devam edecek ve Millî Mücadele’ye de İttihatçı bir organizasyon olduğu düşüncesiyle karşı çıkacaktır.

İttihatçılar hakkında Yıldız’a jurnaller gönderdiği anlaşılan Ali Kemal, daha sonra Kahire’ye gitti. Burada yazı hayatı bakımından iyi bir ortam buldu. 

Kahire’de iken rahatlıkla Avrupa’ya gitme imkânı olan Ali Kemal, bu seyahatlerde tanıştığı babası İsviçreli Frank Brun, annesi İngiliz Margaret Johnson olan Winifred Brun adında bir kadınla evlendi ve onu da Kahire’ye götürdü. İşte bu evlilikten doğan ve doğum belgesinde “Osman Wilfred Kemal” yazan bebek, Boris Johnson’ın dedesi Wilfred Johnson’dı. 

TAM BİR MUHALİF

Ali Kemal, 1908’de meşrutiyetin ilanından kısa bir süre önce aldığı izinle İstanbul’a döndü. İttihatçı düşmanlığı İkdam gazetesinin başyazarlığını üstlenmesiyle yayın hayatında da devam etti. 

Ahrar Fırkası’ndan milletvekili adayı olsa da seçilemeyen Ali Kemal, 31 Mart Olayı sonrasında ülkeyi bir kez daha terk etmek zorunda kaldı. Çünkü o İttihatçıların gazeteci infazlarına çok ciddi tepki göstermiş ve kendisinin de aynı akıbete maruz kalacağına dair şayialar yayılmıştı. 

Bu dönemde onun hem İttihat ve Terakki’nin (İTC) yayın organı Tanin gazetesinin sahibi Hüseyin Cahit’le hem de cemiyetin yayınladığı Şura-i Ümmet’in sahibi Dr. Bahattin Şakir’le polemiklere giriştiği görülmektedir. 

Ali Kemal’in bu seferki sürgün yeri Londra oldu. 1912’ye kadar devam eden bu sürgünden sonra yeniden İstanbul’a dönen Ali Kemal yine İkdam’ın başyazarı olarak yazılar yazdı. Ancak Babıali Baskını ile İttihatçılar yönetimi ele geçirince bu kez de Viyana’ya sürgüne gitti. 

Viyana’da birkaç ay kaldıktan sonra İstanbul’a döndü ve kendi gazetesi Peyam’ı yayınlamaya başladı. Tam bir muhalefet gazetesi olan Peyam, kısa bir süre sonra İTC tarafından kapatıldı ve Ali Kemal’e yazı yasağı konuldu. Onun tekrar yazmaya başlaması, 1918’de baskı ortamının gevşemesiyle gerçekleşecektir.

MİLLİ MÜCADELE ALEYHTARLIĞI 

Ali Kemal mütareke devrinde Mihran Efendi’nin sahibi olduğu Sabah gazetesinde yazı yazmaya başladı. Bundan dolayı muhalifleri tarafından “Artin Kemal” olarak adlandırıldı. Sabah sonradan Peyam’la birleşecek ve Peyam-ı Sabah olarak yayınlanacak, Ali Kemal de başyazar olarak yazı yazacaktır. 

Ali Kemal diğer taraftan İTC’ye muhalif olarak ortaya çıkan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nda siyaset yapmaya başladı hatta partinin genel sekreterliğini üstlendi. Siyasete doğrudan girmesiyle birlikte Damat Ferit Paşa hükümetlerinde önce Maarif Nazırı sonra da Dahiliye Nazırı oldu. 

Aynı dönemde hem Amerikan mandasını isteyen Wilson Prensipleri hem de İngiltere himayesini isteyen İngiliz Muhipler Cemiyeti’ne üye olması, onun ülkenin kurtuluşundan ümidini kestiğinin göstergesi sayılabilir. 

Dahiliye Nazırı olarak İzmir’in işgali sonrasında valilere gönderdiği genelgede silahlı tepki yerine “sulh yolunu” öngörmektedir. Nitekim İstiklal Harbi boyunca gerek bakan gerekse gazeteci olarak kurtuluşun savaşla değil siyasetle olacağını savunmuştur.

M. Kemal’in Amasya Genelgesi’ni yayınladığının ertesi günü Ali Kemal’in gönderdiği genelgede Paşa’yı, “büyük bir asker olmakla beraber zaman-ı siyasete agâh olmamakla” suçladığı görülmektedir.

Onun yaklaşımı, Millî Mücadele’nin ve milli ordu oluşturmanın felaket olduğu şeklindedir. Dahiliye Nazırı olarak çıkardığı son genelgede de “ordu müfettişleri ve kolordu kumandanlarının İttihat ve Terakki bakiyesi olduğunu” belirtmiştir. 

Ali Kemal’in gözünde Millî Mücadele hareketi, İttihatçı bir harekettir. Bu düşüncesinden bakanlıktan ayrıldıktan sonra da vazgeçmeyecektir. Bunun bir sonucu olarak Sivas Kongresi’ne katılan delegeler İttihatçı olmadıklarına ve İTC’nin yeniden ihyasına çalışmayacaklarına dair yemin etmişlerdir.

Anadolu hareketi ise Ali Kemal’in gazetesinin etkisini kırmak için Aka Gündüz vasıtasıyla “Anadolu’da Peyam-ı Sabah” adıyla gazete çıkarmış ve gazetede “İstanbul’daki Peyam-ı Sabah sahtedir” yazılmıştır. Ali Kemal ise Ankara’da yeni meclisin açılmasını da “İttihatçılığın hortlaması” olarak yorumlamış, Sevr’in çok ağır şartlar taşımasını da Kuva-i Milliye’ye bağlamıştır. 

Ali Kemal’in Millî Mücadele’ye bakışı kazanılan İnönü hatta Sakarya zaferine rağmen hiç değişmedi. Oğlu Zeki Kuneralp’e göre bunun nedeni, İTC nasıl memleketi felakete sürüklemişse onun devamı olan Milli Hareketin de milleti felakete götüreceğine ve yetersiz bir kuvvetle Yunanlılara karşı konulamayacağından çözümün siyaset yoluyla olacağına inanmasıydı.

TBMM Hükümeti, Ali Kemal’i Millî Mücadele karşıtlarının başındaki kişilerden birisi olarak görmüştür. Bunun en önemli göstergesi, Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na göre Damat Ferit’le birlikte Ali Kemal’i de gıyaben idama mahkûm etmesidir. 

Ali Kemal’e en önemli tepkilerden birisi de İstanbul Darülfünun’unda meydana gelmiş, öğrencilerin derslerini boykot ettiği Ali Kemal’in de aralarında olduğu bazı hocalar, 1922 Temmuz’unda üniversiteden ayrılmak zorunda kalmışlardır. Ali Kemal bu olayı da İttihatçıların kışkırtması olarak yorumlamıştır. 

İZMİT’TE LİNÇ EDİLDİ

Ali Kemal 1919 Kasım’ında kaleme aldığı bir yazıda, Millî Mücadele’nin gelişimi karşısında kendi görüşlerini bir kez daha savunmuş ve “yanılıyorsam beni assınlar” demiştir. Bundan üç yıl sonra Ali Kemal gerçekten de linç edilecek ve asılacaktır.

Büyük Taarruz günlerinde bile ümitsizliği devam eden Ali Kemal, savaş kazanılsa bile zaferin masa başında kaybedileceğini düşünmektedir. 31 Ağustos 1922 tarihli yazısının başlığı ise “İçtihadımız” olup bu yazıda içtihadında yanıldığını belirtmiştir. 

Bundan sonraki yazıları da zaferin siyasetle taçlandırılmasına yöneliktir. Bu sırada Ankara İstiklal Mahkemesi Ali Kemal’in yazı yazmasını yasaklayan bir karar alır. O buna “Biz bir içtihadımızda yanılabiliriz. Neticede sürülmek mi, vurulmak mı, asılmak mı, ne ise cezamızı çekeriz” şeklinde tepki verir. 

Ali Kemal son yazısını Türk ordusunun İzmir’e girmesinin ertesi günü yani 10 Eylül 1922’de kaleme almış ve “Gayeler Bir İdi ve Birdir” başlıklı bu yazısında bir nevi özür dilemiştir. Bu yazıda onun savaşarak hedefe ulaşma kararının doğru olduğunu kabul ettiği görülmektedir. Mihran Efendi de Peyam’la ortaklığını sona erdirecek ve gazetesini, Sabah adıyla yayınlamaya devam edecektir. 

Son yazılarındaki bu pişmanlığına rağmen Ali Kemal’in kaleminin çoktan kırıldığı anlaşılmaktadır. Ali Kemal’in az çok bunun farkında olmasına rağmen Damat Ferit ve Rıza Tevfik gibi ülkeyi neden terk etmediği tam bir muammadır. Belki de başına geleceklere razı olmuş bir şekilde beklemeyi tercih etmiştir.  

Ankara Hükümeti ise İstanbul’da Millî Mücadele aleyhtarlarını tutuklamaya başlamıştır. Bu kişilerden birisi de Ali Kemal’dir. Onun İstanbul’da yakalanması ve Ankara’ya götürülmek üzere yola çıkarılması Hollywood’un macera filmleri gibidir. 

Hakkındaki çalışmalarda çok ayrıntılı bilgi verilmese de linçe giden süreç İstanbul’da evinden çıktıktan sonra Beyoğlu’nda bir berber dükkanında yakalanmasıyla başladı. Görevliler kendisine Ankara’ya götürüleceğini tebliğ ettiler. Ali Kemal bundan sonra bir motorla İzmit’e getirildi. Yolculuk bundan sonra trenle devam edecekti. 

Görevliler Ali Kemal’i İzmit’te 1. Ordu Komutanı, İzmir fatihi Sakallı Nurettin Paşa’nın huzuruna getirdiler. Bazı hatıra eserlere göre Paşa, Ali Kemal’i sorgulamaya başladı. Elbette muhalif yazarın bu sırada dışarıda kendisine büyük bir komplonun hazırlandığından haberi yoktu.

Ali Kemal dışarı çıkarıldığında bina önünde toplanmış, elleri taşlı sopalı bir kalabalığın saldırısına uğradı ve linç edilerek katledildi. Görgü tanıklarının ifadesine göre yüzüğü, kemeri, elbiseleri ve saati dahi çalınmış, ayağına ip bağlanmıştı. 

Ardından cesede “hain-i din ve vatan Artin Kemal” yaftası konularak istasyonda bir darağacına asıldı. İlk andan itibaren olayın organizatörü olarak Nurettin Paşa gösterildi. Hatta en önde sivil giydirilmiş askerlerin olduğu iddia edildi. 

Lozan Görüşmeleri için İstanbul’a gitmekte olan İsmet Paşa başkanlığındaki heyet aynı gün İzmit’e gelmişti. Heyet içinde bulunan Yahya Kemal, Nurettin Paşa’nın yaşananları “Artin Kemal tepelendi” şeklinde başlayarak anlattığını ve Ankara’ya göndermesi halinde dönemin İçişleri Bakanı Fethi Bey’in kendisini serbest bırakacağını söylediğini yazmaktadır. Nurettin Paşa son olarak “inşallah yakında Vahdettin’i de getirip kendi ellerimle cezasını vereceğim” diyecektir. 

Gazete haberlerine göre İzmit halkı da Ali Kemal’in şehirlerine defnine karşı çıkmış, ceset bir mezarlığın yanına defnedilebilmiştir. Bir işaret de konulmadığından mezar zamanla kaybolacaktır. 

Falih Rıfkı Atay, İsmet Paşa’nın Nurettin Paşa’ya “söylemediğini bırakmadığını”, M. Kemal’in de bu olaydan tiksinerek bahsettiğini yazmaktadır. Ancak Nurettin Paşa’nın bu olaydan dolayı yargılandığına dair bir bilgi yoktur.

Ali Kemal’in linç edilmesi, başta siyasetçi ve gazeteciler olmak üzere her kesime bir gözdağıydı. Nitekim olaydan on gün sonra son Osmanlı padişahı Vahdettin “hayatını güvende görmediğinden” bir İngiliz zırhlısıyla İstanbul’u terk ederek sürgüne gitmeyi tercih edecektir. 

Olayın bir başka boyutu, yeni rejimin niteliğinin çok açık bir şekilde ortaya konulmasıdır. Ankara dahli olmadığını iddia etse de yargılama yapmak yerine linçe göz yummuştur. İstanbul ve Anadolu’daki diğer Millî Mücadele aleyhtarı siyasetçi ve gazeteciler de yargılanmak yerine Yüzellilikler listesiyle sürgüne gönderileceklerdir. 

 

Kaynaklar: Ş. Kutlu, “Ali Kemal”, Hayat Tarih, 1970, S. 9-12, 1971, S. 2;    O. Özsoy,  Millî Mücadeleye Gazeteci Ali Kemal’in Basın Yoluyla Muhalefeti, İÜ SBE Doktora Tezi, İstanbul, 1996; Ali Kemal, Ömrüm, İstanbul, İsis, 1985, Yay. Haz. Zeki Kuneralp; F. Çakmak, “Kuva-i Milliye Hareketine Farklı Bir Bakış: Ali Kemal, Kuva-i Milliye’nin 90. Yılında İzmir ve Batı Anadolu Sempozyumu,  İzmir, C. 2; 2010;

https://www.bbc.co.uk/whodoyouthinkyouare/past-stories/boris-how-we-did-it_1.shtml (30.09.2022). 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Aslında muhalif bir yerde haklıymış. O kadar muhalefet yaptı kimse canına kast etmedi onun. Sadece sürgünlere gönderildi. Milli Mücadeleci ekibi de Osmanlı artığı gibi gördmüş olmalı. Ama fırsatını bulunca hukuka bile saygıları olmadığını göstererek insanları yargısız infaz ediyorlar. Bence Sayın Muhalif onlardaki bu damarı sezinlemiş ve Devleti onlara kurduracaklarından bu devletin Hukuksuz olacağını derin sezisi ile ve ittihatçıları tanıdığı için bilmiştir. Daha Devleti bile kurmadan iki yunanı yendik diye hemen gücün ellerine geçtiğini anlayınca hemen içlerinde olanları dışarı vuruyorlar. Bu yargısız infazları üzerine de Devleti taçlandırdılar. Yani artık o gün yaptıkları açıktan cinayetleri, yani yunanı yendin diye kimse sana başkalarını öldürme öldürme hakkı vermiyor, artık Devlet suretinde yapacaklardı. Ki öyle oldu. En son olarak Necip Hablemitoğlu, Muhsin Yazıcı yargısız infaz edildi ve Devlet katilleri bulamıyor. İşte bu Devleti çeksek yani kaldırsak orada katilleri göreceğiz ama Devletin arkasına öyle güçlü yapıştılar ki hele şimdi Tayyipe rejimi de değiştirttiler.

    Bunların gerçek yüzü ne zaman ortaya çıkar? Eğer insanlar demokrasi talep ederse paniklerler. Fakat bu onlar için çocuk oyuncağıdır. İki PKK lıyı salarlar bir eylem yaptırırlar, birkaç kişiyi öldürtürler sonra Türkleri Kürtlere, Kürtleri Türklerin üzerine salarak kendilerini unuttururlar. Yada Yunanistan ile Türkiye arasında danışıklı dövüş çıkartırlar dikkatleri dağıtırlar. Yada Tayyipi insanların başına onlar bela ederek hem insanları Tayyip işe döverler hem de “bizim kıymetimizi bilin” diye öğretirler. Zaten insanlar demokrasiyi unutmuş olur, darbecileri alkışlarlar.

    Hem yargısız infaz yapanlar İstanbula nasıl bu kadar kolay giriyorlar? İngilizler yokmu? Peki yargısız infaz yapanlar neden İngilizlere yargısız infaz yapmadı? Neden İstanbulu İngilizden kurtarmaya çalışmadı? Yoksa İngilizler boğazları yargısız infaz yapanlara mı bıraktı? İngilizlerin de Yunan gibi denize dökülmesi gerekmiyormuydu? Niye gerekmedi? Hayırdır bu ingiliz yargısız infazcı ilişkisi nereden geliyor? İngiliz topları neden geri çekildi? Toplar ne istiyordu, kimi tehdit ediyordu, kimi tehdit etmedi, kimi istedi? Bu toplar adamına göre mi muamele yapıyor. Biri kımıldadımı top patlıyor, yargısız infazcı İstanbula girdi mi hoşgeldin, buyur falan. Toplar bazı kişilerde çalışıyor bazı kişilerde çalışmıyor.

    O toplarla neden savaş yapılmadı? Yani İngilizle neden savaş yapılmadı da siyaset yapıldı. Eğer savaş yapsaydık daha çok toprak mesela Musulu alabilirdik. Ama Yunanla savaşırken siyaset diyeni katledenler, İngilizle savaşmayı ret ediyor ve siyaset yapmayı tercih ediyor. Sonuç Musul yok, Kerkük yok, Halep yok. Ama hani siyaset yapın diyenler vatan haini oluyordu? Kendileri İngilizle savaşmayarak siyaset yaptılar. Ama haksızlık değil mi şimdi? Vahdettin İngilizlere direnmiş olmalı ki toplar ona doğru çevrilmiş. Fakat yargısız infaz yapanlar sırf siyaset dediği için adamı öldürenler de sonuçta siyaset diyerek kaybettiler.

    Kendilerini savunurken diyecekler ki ama imkanlarımız bu kadar dı diyecekler. Zaten Sayın Muhalif de aynı şeyi söylemektedir. Yani İngilizler Musul dışındaki toprakları zaten veriyor, nitekim verdi. Yani Vahdettinin davası ile Atatürkün davası sonucu değişen birşey yok. Kimse İngilizin istediğini geri alamadı. Atatürk te alamadı. Sadece Yunanı kovdular. Aynısını yani Yunanı kovma işi bir tek İnönü ve Atatürkün tekelinde mi? Yani onlar olmasaydı Türkiye Yunanistan mı olacaktı? Yani kimse savaşmayacakmıydı? Yani Vahdettinin davası ile Atatürkün davası arasında hiç bir fark yok. Yunanistanı her türlü kovmak zorundaydılar. Yani başarılı komutanlar elbet vardır. Yani Osmanlı sadece Komutan olarak Atatürkü mü yetiştirmiş? Ya da Osmanlı tek bir doktor mu yetiştirmiş. Eğer o doktor olmasaydı hasta ölecekmiydi? Yani hastaya benzer tedaviyi naşka doktor yapmayacakmıydı?

    Eğer üstün başarıları varsa neden İngilizlere meydan okumadı? Yani Vahdettin her türlü anadoluya birini gönderecekti. Ama Atatürk gerçekten yetenekliydi. Fakat aslında Atatürk hiç cepheye gitmeyecekti bile. İnönünün yenilgileri üzerine kendine olağan üstü yetkiler alarak, yani zor durumda bir insan yardım eder, durumu fırsata çevirerek olağan üstü yetkiler verirseniz giderim demez, cepheye gitmiştir.

    Yani sonuç olarak yunan işgali ile tek şey değişmiştir. İngilizler Vahdettinle yani Osmanlı Devleti ile masaya oturmak istemedi. Boğazları ve müstakbel israili koruyacak kendine benzeyen bir Devlet istedi. Yunan işgali Osmanlı Devletini sonlandırmıştır. Çünkü İngilizler muhtemelen Saltanatı, Hilafeti de kaldırmak ve kuracakları Türkçü ulus Devletin Hilafeti taşımaması çünkü Türkçülük yapılmak istenen bir Devlette Hilafet saçma olacağından, Devleti aslında yunan işgalinden önce planlamışlar demek.

    Zaten Atatürk te İngilizlerle çelişecek hiçbir başlık yoktu. İngiliz sistemi hatta şapkası bile getirilmişti. Bayram havasında mutluluk dağıtılıyordu. Halbuki Türkçülük bırakılmadığı müddetçe yani İngilizler bunu bilerek getirmişler, eğer Osmanlı Devleti devam etseydi, suriyeye, Mısıra, Arabistana, Afrikaya hitap edecekti.

    İngilizler bu yüzden kurulacak Devletin Türklük vurgusunu her yerde bol bol yapmasını istiyordu. Çünkü insanların bilinç altında Osmanlı yada müslüman millet anlayışı var. Bunu kırmak için yerli yersiz sürekli bir ibadet gibi Türklük zikredilir. Halbuki mesela ben Türküm ama sürekli ben Türküm deme ihtiyacı hissetmiyorum. Sanki başkalarına duyurmak için hergün Ben Türküm demen gerekiyor. Ne mutlu Türküm diyene, yani Türküm dediğin için ne mutlu sana. İyi de niye? Bir kişi bile bunu sormuyor. Niye? Aynı yargısız infaz yaptıran Paşa gibi böyle söylediğinizde seni kalabalık Türklere linç ettirecekler. Türkler iyi bir şey yaptıklarına inanarak Türklükleriyle övünecekler. Bir hain yada bir kötü yada bir düşman daha ortadan kalktı diye.

    Adamlar nasıl o muhalif Aydını yani Türkü Türke öldürttüler, bunlar önce Türklüğü yüceltiyorlar ama çok yüceltiyorlar, sonra bu kutsal oluyor ve sonra Türkleri bu hain diyerek Türklük üzerinden birbirine vurduruyorlar.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin