NECİP F. BAHADIR | YORUM
Yazıya gazeteci Kazım Güleçyüz’ün tahliye haberinin moraliyle başladım. Sahildeki deniz yıldızlarından sadece biri kurtuldu. Ne yapalım, böyle güzel haberler sağanak sağanak yağmıyor üstümüze. Küçük küçük mutluluklarla yol almaktan başka çaremiz mi var? ‘Tek kişilik mutluluk’ da bir şeydir. Hele içerideki mahpuslar için…
İçerisinin psikolojisini iyi bildiğimi düşünüyorum. Hapishane üzerine ne yazıldıysa okudum ne film çevrildiyse izledim. Bir kişinin tahliyesi kapının biraz daha aralanması anlamına gelir ki bir gün o demir kapı ardına kadar açılacaktır. Hangi kapı sonsuza kadar kilitli kalmış ki!
Her giden içeridekilerin ‘özgürlük umudunu’ büyütür. Kazım Güleçyüz hürriyetine kavuştu. Umarım tez zamanda kalemini de eline alır, kaldığı yerden devam eder.
Süleyman Demirel, tekrar siyasete dönerken, “Nerede kalmıştık?” diyerek kolları sıvamıştı. Güleçyüz’ün ayrılığı o kadar uzun olmadı. Fakat hiçbir şey bıraktığı gibi değil. Artık dünya çok daha baş dönüyor, tarih nehri çok hızlı akıyor. En iyisi süreci onun kaleminden ve gözlemlerinden okumak… Sabırsızlanıyorum.
Silivri mahpusları yönetimden Yeni Asya Gazetesi istemiş, idare de ‘yasak’ deyip onun yerine ‘alın’ diye yayın yönetmenini getirmişti! Güleçyüz tahliye oldu fakat o espri de tarihe geçti. Espri dediğime bakmayın. Gerçeğin ta kendisi! Başka ülkelerde fıkra olabilir ama Türkiye’de kara mizahın eşsiz örneklerinden biridir.
Kitabı yasak ama kendisi burada!
Kazım Güleçyüz yalnız değil, Ahmet Altan için de benzer fıkra anlatılmıştı. Altan’ın kitapları hukuken yasak olmamasına rağmen kütüphane listesinde yer almaz. Ahmet Altan’ın kitabını isteyen mahpusa, gardiyanın “Kitabı yok fakat kendisi burada, istersen koğuşuna getirelim!” dediği dilden dile dolaşmıştı.
Doğru mudur? Gerçek olmaması için hiçbir sebep yok. Her yazara uyarlanabilir bu. Ali Bulaç, Şahin Alpay… Türkiye, ne yazık ki bir mahpusa, kitabı yerine yazarını getirmenin daha kolay olduğu bir ülkenin adı.
Erdoğan, “Diktatör görmek isteyen hapishanelere baksın…” demişti ya biz de bakıyoruz. Ve karşımıza çıkan manzara-i umumi kendisi için hiç de iyi şeyler söylemiyor. Şu ‘yazar – kitap hikayesi’ Allah aşkına hangi demokratik ülkede yaşanır?
AKP’nin devri iktidarında, sabah kapıların sütçüler tarafından çalınmadığının da bilmem farkında mı Erdoğan? Gelen 2 polis de değildir üstelik. Çok gerilerde kalmayan bir gün, KHK’lı bir öğretmenin kapısı, sabah 5.30’da yumruklandı. Daha sabah başlamamış, imsak bile çıkmamıştı. Onun için sabah yerine ‘gece yarısı’ demek lazım. Zaten dışarısı ‘gecenin körü’, havada en ufak ışıma yok. O saatte kapıya dayanan dost veya komşu olmaz herhalde. Kapı açıldı, içeri onlarca polis daldı.
Ellerinde savcılığın ‘arama ve gözaltı’ kağıtları vardı. Evin altını üstüne getirdiler. Bakmadıkları, karıştırmadıkları köşe bucak kalmadı. Kitapların arasını bile kontrol ettiler. Bir öğretmenin evinde kitap olmasından daha doğal ne olabilir ki?
AKP’nin ‘kitap korkusu’ ayrıca değerlendirilmeli. Kitaptan, yazardan, şiirden, taziyeden bu kadar korkan başka bir iktidar acaba dünya üzerinde var mıdır? Beşar Esed de korkardı, Saddam da Kaddafi de… AKP Türkiye’yi oralara kadar düşürdü. Daha altı yok, dibin dibi burası. Uzun namlılı silahları bir an ellerinden bırakmayan polisler aradı, taradı, bir şey bulamadı. Ne bulabilirlerdi ki? Anne babasının gözü önünde evin oğlunu kelepçeleyip alıp gittiler. Daha önce de götürmüşlerdi.
Annenin kalbi dayanamadı!
Baba ‘Ya Sabır!’ çekti, acısını içine attı. Başını öne eğmedi, duruşunu bozmadı. Ama annenin yüreği nasıl dayanır? İçerledi, acıları birikmişti zaten. Bağrı daha önce de yanmıştı. Oğlunun arkasından bakarken güçlükle ayakta durabildi. Saçlara ağarmaya başlamış ‘oğul’ nezarethanede son ana kadar tutuldu. Polislerle hiç yüz-göz olmadı. İsyanı kaderine veya bahtına değil ülkesineydi. Suçsuz olduğunu biliyordu.
Onlarca silahlı polisin sabah ezanı bile okunmadan evi basması olacak şey miydi? Kendisi için değil ana ve babası için üzüldü. Annesi zaten yaralıydı. Savcı yıllar önce paylaştığı bir mesajı göstererek, “Bunu kime yazdın…” diye sordu. Tek soru… İlla bir şahsa mı yazmak lazım? Şiir, hikaye, roman veya mesajların gerçek hayatta karşılığı mı olması lazım? Havadan nem kaparsanız ‘evet’… Allah’tan hakim biraz vicdanlı çıktı; “Böyle dava mı olur? Serbest bırakılsın!” diye karar verdi.
O arada anne fazla dayanamamış, fenalaşmıştı. Hastaneye kaldırıldı. Tetkikler, röntgenler derken haberler hiç de iyi değildi. Polisin evi basması travmaya neden olmuş, kalbi dayanamamıştı. Yaşı da ileriydi. Müdahale edildi, gerekli tedaviye geçildi. Fakat tıp da bir yere kadardı, ondan sonrası çaresizlik. Oğlu annesinin elini bırakmak istemedi ama ruh uçtu gitti. Allah’tan vedalaşmaya fırsatları oldu. Eğer bir evden anne göçerse orası viraneye döner.
Ya o kapının içinde yaşananlar…
Hani İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın keyifle, görüntüler müzikler eşliğinde sosyal medyadan paylaştığı, “Şu kadar ilde operasyon ve şu kadar kişi gözaltına alındı!” mesajlar var ya… Onlardan sadece birisi bu. Film falan değil. Gerçeğin ta kendisi.
Türkiye maalesef o haberlerde sadece kapının dışını görüyor; kapının önünde bekleyen polisleri, yanar döner lambaların siren seslerine karıştığı elleri kelepçeli vatandaşları… Bir de o kapının içi var. O hanede yaşananlar var. Dramlar, trajediler yalnızca derdest edilerek alıp götürülenlerden ibaret değil. Hazır Erdoğan da ‘bakın’ demişken ahali keşke, kapının içine de bir bakıverse… Orada neler görecek neler?
“Hapishanelere bakın…!” dedi ama ben oraya varmadan yaşananlara da göz atmaktan kendimi alamadım. O kapıyı tanıyorsunuz siz, evin içini de biliyorsunuz. Belki oturmuş, çay içmişliğiniz de vardır. Bu yaşananlardan haberiniz oldu mu? Bazen insan hep iyi haberi almak, kötüleri ve olumsuzlukları duymak istemez. Bu haberin filtreleri delip geçmesi lazımdı. Geçmediyse ben haber vermiş olayım.
Güleçyüz haberi yüzümüzü güldürdü. Fakat bir kapının içine girerek de sizi üzdüğümün farkındayım. Ne yapalım hayat da böyle değil mi?
Galiba, ‘Hüzün ki en çok yakışandır bize…’.
Af ve Geleceğe Açılan Kapı
Af, geçmişin hatalarını telafi etmekten çok, geleceğin daha güçlü ve sağlam temeller üzerinde inşa edilmesi için bir fırsattır. Toplum, birey ve devletin ortak iyiliğini gözeten bu adım, yalnızca hukuki bir düzenleme değil, aynı zamanda toplumsal barışa hizmet eden bir uzlaşı çağrısıdır.
Günümüz dünyasında barışın kıymeti her zamankinden daha fazla hissedilmektedir. Çevremizdeki savaşlar, çatışmalar ve huzursuzluklar, barışın ne kadar değerli ve zor kazanıldığını her geçen gün gözler önüne sermektedir. Böylesi bir dönemde, toplum içinde barışı güçlendirecek adımlar atmak, yalnızca ülke sınırları içerisinde değil, bölgesel ve küresel anlamda da olumlu bir yankı uyandıracaktır. Af, bu anlamda bir merhamet gösterisi değil, adaletin ve toplumsal uzlaşının gerekliliği olarak değerlendirilmelidir.
Bir af süreci, toplumun geçmişteki yüklerini hafifletmekle birlikte, geleceği daha umut dolu ve güvenli bir şekilde inşa etmeyi hedeflemelidir. Çünkü af, yalnızca bireylerin değil, toplumun tüm katmanlarının huzur içinde yaşamasını sağlayan bir köprüdür. Bu köprü, geçmişin hatalarından ders çıkarılarak inşa edildiğinde, daha güçlü bir toplumsal yapı oluşturulabilir.
Devletin görevi, birey ve toplum arasındaki dengeyi koruyarak geleceği güvence altına almaktır. Af, bu dengenin yeniden tesis edilmesinde önemli bir araçtır. Ancak affın, adaleti zedelemeden, toplumsal vicdanı rahatsız etmeden ve bireylerin haklarını koruyarak uygulanması elzemdir. Çünkü gerçek barış, yalnızca hukuki düzenlemelerle değil, toplumsal kabul ve güvenle mümkün olur.
Çevremizdeki karışıklıklar, barışın değerini ve toplum içinde huzuru sağlamanın ne kadar önemli olduğunu bizlere bir kez daha hatırlatıyor. Bugün birçok coğrafyada masum insanlar, uzlaşının eksikliğinden doğan acılarla yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu gerçeklik, ülkemizdeki toplumsal barışın kıymetini artırmakta ve geçmişin hatalarından dönerek geleceğe daha sağlıklı bir şekilde yürümenin önemini ortaya koymaktadır.
Af, yalnızca bir yasadan ibaret değildir. O, bireylerin topluma yeniden kazandırılması, toplumsal bağların güçlendirilmesi ve devletin şefkatle adalet arasında denge kurabilme kabiliyetinin bir göstergesidir. Bu süreç, geçmişten çok geleceği hedef almalı ve toplumu bir arada tutacak değerleri ön plana çıkarmalıdır.
Eğer bugün bir af gündeme gelecekse, bu adım sadece bireylerin değil, toplumun ve devletin geleceğini de düşünen bir anlayışla atılmalıdır. Çünkü af, geçmişin değil, geleceğin inşasıdır. Barış ve huzur içinde bir toplum için, bu fırsat iyi değerlendirilmeli ve ülkemiz, bölgesel ve küresel barışa örnek olacak bir duruş sergilemelidir. Unutulmamalıdır ki güçlü bir gelecek, geçmişin yüklerinden arınarak mümkün olur. Af, işte bu yüklerden kurtulmanın ve toplumsal barışı sağlamanın en etkili yollarından biridir.
Fuat Çomaklı