DR. YÜKSEL NİZAMOĞLU | YORUM
Fethullah Gülen Hocaefendi, Türkiye’nin doğusunda bir köyde dünyaya geldi. Köyündeki ilkokulda ancak üç yıl okuyabildi ve örgün eğitim olarak aldığı tek eğitim bu oldu. Sonrasında kendisini Alvarlı Efe Hazretleri’nin çevresinde ve Erzurum medreselerinde gördüğü eğitimle yetiştirdi.
Bu kısa “modern eğitim” dönemine rağmen devamlı araştırdı, hep öğrenmeye açık oldu. Daha Erzurum yıllarında romanlar okurken Mamak’tan sonra askerliğinin “usta birliğindeki” bölümünü tamamladığı İskenderun’da bir taraftan Şark Klasiklerini diğer taraftan Batı Klasiklerini okudu. Kendi anlatımına göre burada; “Voltaire’i, Rousseau’nun İctimai Mukavele’sini, Dağdan Mektupları’nı ve ‘Émile adlı eğitimle ilgili eserini” okumuştu.
Okuduğu ilginç eserlerden birisi de Takıyettin Mengüşoğlu’nun kaleme aldığı “Kant ve Scheler’da İnsan Problemi” adlı kitaptı. Tanıtım yazısına göre; “Mengüşoğlu’nun Türk düşüncesinde iz bırakan bu kitabı, Kant ve Scheler aracılığıyla insan kavramını derinleştirir. Felsefi antropolojinin ilk esaslarını ortaya koyan Max Ferdinand Scheler, insanı kozmosta bağımsız bir problem alanı olarak ele almış ve özgün düşünceleriyle yüzyılımızı derinden etkilemiştir. Kant ise ünlü çözümlemeleriyle bu sahaya dolaylı olarak çok önceden dahil olmuştu”.
Sahip olduğu dini birikime henüz yirmili yaşlarında Batı klasiklerini de ekleyen Hocaefendi’nin ufkunun ne kadar geniş olduğunu ortaya koyan bu okumalar, onda farklı düşünce ve yaklaşımlara karşı muhtemelen mevcut olan ön yargıların da yıkılmasını sağlayacaktır.
Buna dair güzel bir örnek, askerliği sırasında hava değişimi alarak gittiği memleketinde Erzurum Halkevi’nde (Halk Eğitim Merkezi olmalı, çünkü Halkevleri 1952’de kapatılmıştı) katıldığı bir programdır. Orada, aralarında ilim adamlarının da bulunduğu seçkin bir topluluğun önünde, Mevlâna üzerine “Farsça beyitlerin evvela orijinalini okuyup sonradan tercüme ettiği” bir konuşma yapacak ve bundan çok etkilenen Halk Eğitim Merkezi yönetimi de kendisini “Haysiyet Divanı’na” dahil edecektir.
O yıllarda bir din adamının hem de henüz yirmili yaşlarda bir genç imamın bu tür faaliyetler içinde bulunması her yönüyle enteresan bir durumdur.
VAİZLİKTEN EĞİTİMCİLİĞE
Hocaefendi’nin imamlık görevi sonrasında 1970’lerde Ege Bölgesi’nde “meşhur” bir vaiz olduğu anlaşılıyor. Ancak o bir taraftan Ege şehirleri ve kasabalarında vaaz ederken diğer taraftan İzmir Fuarı’nda “Darvinizm Konferansı” veriyor ve Bediüzzaman’ın dini bilimlerle pozitif bilimlerin birlikte yorumlanması tezini uygulamaya koyuyordu. Böyle bir konferansın, “bir vaiz-imam” tarafından verilmesinin o yıllarda nasıl bir etki yaptığını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin hayatının en önemli noktalarından birisi ise 1970’lerin sonunda ortaya çıkan eğitim faaliyetleri olacaktır. Önce dershanecilikle başlayan bu süreç, daha sonra okullarla devam etti. O zamana kadar din adına faaliyetler “Kur’an başta olmak üzere dini ilimleri öğretmek ve dini kitaplar okumak” şeklinde iken, eğitim alanındaki bu çalışmalarla büyük bir değişim gerçekleşti.
Hocaefendi’nin öncülük ettiği dershane ve okulları herhalde şöyle yorumlamak doğru olacaktır: Dershaneler, o yıllarda bugünkünden çok daha fazla rekabetin olduğu “üniversiteye yerleşme yarışında” çok önemli bir adım oluşturuyordu. Önce büyük şehirlerde başlayan dershaneler, kısa zamanda yurdun çok çeşitli yerlerine ulaşacak ve “Anadolu çocuklarının” üniversiteye girme çabalarında önemli bir destek sağlayacaktır.
Dershaneler halk nezdinde ciddi bir karşılık bulurken bunda en önemli faktörün genç öğretmenler olduğunu vurgulamak gerekir. Bu genç kadrolar, kadını ve erkeğiyle “gece gündüz demeden” büyük bir fedakarlıkla o yılların kıyasıya rekabet ortamında öğrencilerini sınavlara hazırladılar. Çocuklarını ihmal etme pahasına, öğrencilerinin sadece öğretmeni değil, yerine göre “arkadaşı hatta aileden birisi” oldular. Anadolu insanı da büyük bir güven içinde çocuklarını bu kurumlara teslim etti.
Eğitim faaliyetlerinin diğer ayağını ise “özel okullar” teşkil etti. İzmir’de 12 Eylül Darbesi sonrasında başlayan okulların açılması süreci yine dershanecilikte olduğu gibi bütün Türkiye’ye yayıldı. İlginç olan, bu kurumların merkezî bir finans desteği olmadan bizzat beldeler tarafından inşa edilerek halka mal edilmesiydi. Okulların önemli bir misyonu da varlıklı kesimlere ulaşma imkânı sağlamasıydı. Böylece eğitim faaliyetleri, Türkiye’nin hemen her kesimini kapsayan bir görünüme kavuşuyordu.
Eğitim faaliyetlerinin diğer önemli yanı ise, elde edilen başarılardı. Dershaneler sınavlarda Türkiye dereceleri kazanırken, okullar da gerek TÜBİTAK olimpiyatlarında gerekse dünya matematik ve fizik olimpiyatlarında başarılar elde ediyordu. Bu başarıların önemli bir özelliği de sadece İstanbul, Ankara gibi şehirlerden ibaret kalmaması, taşraya da yayılmasıydı.
Eğitim alanında Hocaefendi’nin diğer katkısı ise 2000’li yıllarda okuma salonlarının açılması olmuştur. Dershane ve okullar, belli bir maddi güce sahip ailelere hitap ederken okuma salonları vasıtasıyla fakir aile çocukları da Türkiye’nin bir realitesi olan “sınavlara hazırlanma” imkanını el ettiler.
Hocaefendi’nin eğitimle alakalı ufkunun en büyük göstergelerinden birisi de kuşkusuz üniversitelerin açılmasıdır. Türkiye’de 1980 sonrasında Bilkent Üniversitesi ile başlayan vakıf üniversitelerine Hocaefendi’nin teşvik ettiği ve çeşitli şehirlere yayılan on beş vakıf üniversitesi eklendi.
Hocaefendi’nin dershane ve okullardan sonra üniversitelere de öncülük etmesi ve okul öncesinden yükseköğretime kadar bütün eğitim kademelerini kapsayan yaklaşımı, onun bu alanda değişen şartlara göre yeni hedefler koymasına da ideal bir örnektir.
TÜRK OKULLARI
Hocaefendi’nin dünya genelinde ses getiren en önemli eserlerinden birisi de “Türk Okulları” olarak bilinen okulların açılmasına önderlik yapmasıdır. Bu proje, “Osmanlı Devleti’nin yurt dışında açtığı ilk ve tek okul olan” ve Tanzimat Devri’nde Paris’te Osmanlı tebaası öğrencilere Fransızca öğretmek amacıyla açılan “Mekteb-i Osmani’den” yıllar sonra gerçekleşen çok önemli bir teşebbüstü.
Osmanlı Devleti’nin finanse ettiği “Mekteb-i Osmani” başarılı olamayıp kapansa da SSCB’nin dağılması sonrasında önce Türkî cumhuriyetlerde açılmaya başlayan okullar, yıllar içinde dünyanın hemen her yerine ulaştı.
Hocaefendi’nin teşvik ettiği Türk okulları, başlı başına bir başarı hikayesidir. Bu okullar da Türkiye’deki eğitim kurumları gibi “halk tarafından” finanse edilmiş ve yine genç öğretmenlerin bazen ismini ilk defa duydukları ülkelere gidip yıllarca oralarda hizmet etmeleriyle başarılı olmuştur.
“Türk Okulları” 1990’ların başında Türkî cumhuriyetlere gidenlerin karşılaştıkları birçok olumsuzluk ve yokluklara rağmen “öğretmenlerin fedakarlıkları sayesinde” devam etmiş ve Afrika’nın bile birçok ülkesine ulaşmıştır.
Eğitim faaliyetlerinin merkezinde şüphesiz öğretmenler yer almış ve görevlerini büyük bir aşk ve şevkle yapmaya çalışmışlardır. Elbette bu öğretmenlerin fedakarlıklarının temelinde de Hocaefendi’nin “aksiyon ruhu”, ufku ve teşvikleri vardır. Bu sayede kadın ve erkek öğretmenler, arkalarında anne babalarını bırakarak yıllarca Türkiye’ye dönmeme pahasına çok uzak diyarlara gitmekte zorlanmamışlardır.
Sonuç olarak denilebilir ki, Hocaefendi’nin birçok yönünden birisi de bir “eğitimci” olarak dershane, okul, üniversite ve yurtdışında açılan yüzlerce kuruma öncülük etmesidir. Bu yönüyle o, klasik din adamı portresinin dışına çıkmış ve Hizmet Hareketi’nin de geleneksel cemaat oluşumu yerine bir “eğitim hareketi” olmasını sağlamıştır.
Bugün bu kurumlar büyük bir darbe almış olsalar da Hizmet Hareketi mensupları bulundukları her yerde öncelikle “eğitimci” olarak öne çıkacaklar ve bu güzel faaliyetlerin devamına zemin hazırlayacaklardır. Hocaefendi’nin “eğitimci” kimliği de hiçbir zaman unutulmayacaktır.
Evet, “alimin ölümü alemin ölümü gibidir”. Allah Hocaefendi’ye rahmetiyle muamele etsin ve mekanını cennet eylesin.