YORUM | MEHMET EFE ÇAMAN
Bir rüya gördüm. Sağ olun, hayırdır mutlaka hayırdır! Rüyamda Başbakan Binali Yıldırım’la beraber Washington’daymışım. Şimdi o rüyadan aklımda kalan enstantaneleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Öyle ya, bu benim Başbakan’la ilk yurtdışı gezim. Bu nedenle tüm ayrıntıları yazmaya çalışacağım.
‘BENİ TUTUKLAYACAK HALLERİ YOK YA!’
Uçak Wahington’a indiğinde hafif bir heyecan duydu. Gerçi Dışişleri’nin kendisine getirdiği bilgi notu da, heyetteki kıdemli diplomatın ifadeleri de açıktı. Diplomatik dokunulmazlığı vardı. Sağlamdı her şey. Bir şey olmazdı. Ama belli mi olurdu? Tarihte bunun örnekleri yok değildi hani. Bu nedenle pasaport kontrolleri esnasında hafifçe heyecanlandı. Heyecanını belli etmemeye gayret ederek gülümsedi. Kendi kendisine yeniden telkin etti, hatta dudaklarını dua eder gibi hafifçe kıpırdatmasına engel olamadığını fark etti. Dikkat çekmesin aman. Yine gülümsedi. Koskoca başbakandı. Aklı bir an Malta’ya gitti. Ama Malta uzaklardaydı. “Kaç kere söyledim, şu vergi işlerine dikkat edin, karda yürüyün ama izinizi belli etmeyin dedim”, diye düşündü. O esnada sınır kontrol memurunun bir şeyler mırıldandığını duydu, hemen kulak kesildi. Hiç İngilizce bilmediğinden anlamamıştı denileni. Bu nedenle merakla danışmanına baktı. Kerim Bey’in gözlerini hafifçe yumarak her şey yolunda mesajı verdiğini görünce bir kez daha rahatladığını hissetti. “O kadar da değil be, beni de tutuklayacak halleri yok ya!” dedi, tabii içinden.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN SON BAŞBAKANI
Otele ulaştıklarında şöyle bir etrafına bakındı. Erzincan’da köydeki günlerini hatırladı. Hey gidi günler, diye mırıldandı. Bu kez gururla tebessüm etti. Nereden nereye. Kim derdi ki Türkiye Cumhuriyeti’nin son başbakanı kendisi olacak diye. Sadakatin liyakatten daha önemli olduğunu hayat kendisine öğretmişti. Öğretmek fiilini telaffuz ederken G harfinin şapkası var mı yok mu diye düşünmeden hop diye ağzından çıkıverişine hayret etti. Konuşmanın yazmaktan kolay olduğunu biliyordu. Ne iyi. Konuşurken bazen dümeni kilitlenmiş gemi gibi rotasından çıksa da düşünceler, çoğu kez karşısındakiler bunun farkına varmazlardı. Varanları ise sukutun gümüş olduğunu bilirler, büyüklerin her zaman haklı olduğu ve doğru söyleyenin dokuz köyden kovulduğu bir toplumda, almış oldukları kültürel donanım gereği hemen ellerini apış önlerinde üst üste kor, başlarını hafifçe öne eğerken, göz temasından da kaçınırlardı. Evet, başbakan olmak neticede çok iyi bir şeydi azizim. Keşke kabir azabı gibi Frenk heyetleriyle Reisin işleriyle alakalı toplantılara katılma zarureti olmasaydı! O zaman daha iyi olurdu. Ama işte Amerika’daydı. Olsun. Dışarısı çok güzeldi ama. “Hafif sarımtıraklaşan yemyeşil parklar ne güzel”. Yeşili çok sevdiğini düşündü. Hayır canım, ne alakası var, doların rengi ya da İslam’ın sembolü falan, bunları aklının ucundan bile geçirmemişti. Sadece Kayı’daki ağaçları, tarlaları, kırları ve çocukluğunun memleketini bir an düşünmüştü.
CAN SIKICI ERTELEME HABERİ
Kapısı çaldı. Gel Serdar, dedi. Büyükelçi yanına yaklaştı. Kulağına bir şeyler fısıldadı. Mevlüt Bey’in haberi var mı, diye sordu. Aldığı yanıt canını sıkmıştı. Kravatını gevşetip çıkardı. Sonra gömleğinin üst düğmesini açtı, ardından takımının ceketini çıkartıp dolaba astı. Üzerine gri lacivert kareli kısa montunu giydi. Programın ABD tarafından iptali hayır mı, şer miydi? Kahvaltı masasında Berat ve Kerim de bu konuyu enine boyuna ele aldılar. Kerim, Berat’ı sakinleştirmeye çalışıyor, “Rahat olun bakanım, bir sıkıntı yok. Bunlar olağan şeyler” diyordu. Ama Berat’ın allak bullak olmuş yüzü, onu endişelendirmişti. Neden sonra cesaretini toplayıp, en ciddi ses tonuyla, “Ne diyorsunuz Berat Bey bu işe?” diye sordu. Berat, Mevlüt’e dönerek “Babama bunu duyurmayalım. Bugünkü Muhtarlar Toplantısı’nda ters bir şey filan söyler, sıkıntı olmasın!” dedi. Neden kendisini herkesin içinde hep refüze ediyordu? En azından bir cevap verseydi kısa da olsa! Yine de belli etmemek için gülümsedi.
Onu parka, etraftaki tarihi Jefferson Memorial anıtına ve West Potomac Parkına götürdüler. Başkan Yardımcısı Pence’in görüşmeyi iptal ettiği haberinin sebep olduğu paniği unuttu. Sincaplar, ağaçlar, geniş parklar ve tertemiz hava neşesini yerine getirmiş, Ankara’dan alışık olmadığı bu doğayla bütünleşmiş başkent, bir an için Berat’ın tatsız tutumunu da, Mevlüt’ün kendisinden ziyade Berat’ın direktiflerine odaklanmasından kaynaklı öfkesini de unutturmuştu.
SONBAHAR GÜNEŞİ İÇİNİ ISITIRKEN…
Banka oturdu. Sonbahar güneşi içini ısıttı. İç çekti. Hayat, tercihlerden oluşuyordu. Azıcık aşım, ağrısız başım diyen babası aklına geldi. Kerim (dış politika danışmanı) kendisine cep telefonundan bir şey gösteriyordu. Görünce keyiflendi. Babasının sözlerini bir an için unutup “Piyasaların bu iptal işine tepki vermemesi iyi haber. Dolar 3.80’lerde seyrediyor hala” dedi. Sonra o, Mevlüt, Kerim, Büyükelçi, Murat (Yetkin) ile diğer akredite basın, Jefferson Memorial önünde hatıra fotoğrafı çektirdiler. Harika! Bağımsızlık Bildirgesi’ni kaleme alan Amerikan demokrasisinin kurucu babalarından Jefferson 2 dolar banknotlarının üzerinde resmi olan ABD başkanı olduğu için, resmini de görmemiş, adını da duymamıştı. Gerçi kendisinin aşina olduğu 100 dolar banknotlarının üzerinde olan Franklin’i de bilmiyordu. Tüm bunları bilmediğini de bilmeden, anıtın önünden ayrıldı. Ayrılırken hala Berat’ın neden kendileriyle gezmediğini, nerelerde olduğunu, ne işler karıştırdığını düşünüyordu. “Acaba Mevlüt biliyor mudur?” diye düşündü. Ama sormamaya karar verdi.
BİR AN İÇİN KENDİNİ YİNE BAŞBAKAN GİBİ HİSSETTİ
Vize yaptırımı gevşemeye yüz tutmuş, dolar tüm istimine karşın sıçrama yapmamış ve oh, nihayetinde Başkan Yardımcısı Pence’ten de yeni bir randevu kopartılmıştı. ABD’ye aman-yaman deyip bir daha görevlilerini tutuklamayacakları konusunda taahhütte bulunmaları işe yaramıştı. Her ne kadar bu Washington’a gelirken pazarlık gücünü azaltıcı bir etkide de bulunuyor olsa, olsundu. Herkes gibi o da Muhtarlar Toplantısı’ndan “Ey Amerika!” türü bir çıkış olmaması için dua ediyordu. Neyse ki Berat saat başı Beyefendi’yi arıyor ve teskin ediyordu. “Bak bu konuda Berat’ın burada olması çok faydalı oluyor”, diye düşündü. Bu düşünceye kendi dahi inanmasa da, bir an için kendisini yine Başbakan olarak hissetmek iyi gelmişti.
GÖRÜŞMEDEN ANLAYABİLDİKLERİ
ABD’nin gündeminde S-400’ler, Andrew Brunson (tutuklu rahip), Metin Topuz ve Hamza Uluçay (tutuklu ABD personeli), Suriye, IŞİD ile mücadele, insan hakları ihlalleri, ABD’ye karşı siyasette ve basında kullanılan dil gibi sayısız mesele vardı. Yahu amma da enteresan adamlar bu Amerikalılar, diye düşündü. Getire getire birkaç kuru sandevüç (sandviç) ve süpermarketten alınma kutu meyve suyu getirmişlerdi. Konuşulanları dinlerken ve başını anlıyormuş gibi sallarken, portakal suyundan bir yudum aldı ve sandviçten aldığı büyük ısırıktan sonra hafif öne kapandı, sonunda parçayı yutabildi. Berat konuşurken arada geçen Zarrab ve Sarraf kelimelerinden, meselenin kuyumculuk değil, tutuklu hayırsever işadamı olduğunu anladı. Berat’ın dediklerini anlamasa da, vücut dili ve mimikleriyle sesinin tonundan, meselenin istenilen istikamette gelişmediğini hissetti.
Heyette en sessiz kişi olan Mehmet (Şimşek), yatırımcılarla randevusunu bahane ederek söz verdiği i-Phone’ları almak için heyetten ayrıldığında, Berat kendisine ilk defa hitap ederek, “Dününce babamla görüşelim de mahkemeden önce şu papazı iade ettirmek için mahkemeye şey ediversin” dedi. “Bu Amerikalılar Almanlara benzemiyor. Adamlar kovboy kökenli tabi. Schröder gibi tatlı dilli ol, canımızı ye kardeşim. Ama yapacak bir şey yok.” Bu sözlerin ardından, hislerini gizlemeye gayret ederek, “Haklısınız Berat Bey”, deyip elini hafiften sırtına değdirdi. Bu Reza denilen adamın konuşması her şeyi değiştirmişti.
VELİ NİMETİNİ HAYIRLA ANDI
Manevra alanının daralması ve Rusların PYD’yi Astana Sürecine davet ederek Suriye masasına oturtması tüyleri diken diken de etse, piyasa üstü rakamlarla alınan doğal gaz, nükleer santraller, S-400 satışı ile Aleksandr Bey’in verdiği sözler vardı nasılsa. Halkbank’ın ve birkaç devlet bankasının daha davanın ana konusu olması ve Zafer Bey’in (Çağlayan) ABD’de arananlar listesine dâhil edilmesi, Rusların önemini daha da arttırıyordu. Hem zaten ABD de PYD’ye silah vermiyor muydu? Ruslar yine de ehven-i şerdiler. Bak ne güzel Avrupa Birliği sığınmacı meselesiyle köşeye sıkıştırılmış, içerde olan bitenlere rağmen AB sus pus olmuş oturuyordu. “Beyefendi hakikaten müzakere ve pazarlık işlerini iyi biliyor be!” diye düşünmekten kendini alamadı. Kendisini bulunduğu yere getiren veli nimetini bilecek kadar İslamcı terbiye almıştı!
Otele vardıklarında artık geç olmuştu. Zarrab’ın avukatlarının telefonlarına çıkmaması gibi tatsız olayları bir kenara bırakacak olursak, bu seyahat hakikaten de çok iyi geçmiş sayılırdı. Planlanmış görüşmenin iptali Türkiye Cumhuriyeti devletine hakarettir diyen genç Büyükelçilik personelinin dışında, başta basın mensupları ve resmi personel çok müspet hareket etmekteydiler. E tabi kimse “FETÖ’cü” diye işini kaybetmek ya da hafazanallah içeri alınmak istemezdi. Zarrab itirafçı olmuş. Olsa ne yazardı! Arada PKK’ya silah veren ABD mevzuu, 15 Temmuz’un arkasında olan ABD mevzuu, olmadı İncirlik’te F-16’lara yakıt nakli yaptıran ABD’li komutan mevzuu gibi bir ton bahane vardı. Hem Berat Bey bunları izah etmemiş miydi? Beyefendi de her şeye vakıf, Doğu Beygiller de Aleksandr Beygiller de Amerikalıların aslında tek derdinin TSK’da yapılan şeytana külahını ters giydirecek tasfiyeler olduğunu söylemiyorlar mıydı? İş son raddeye gelirse, zaten Türkiye’de herkes Amerikalıların yediği nanelere inanmaya dünden razıydı. Beyefendi gerçekten her şeye vakıftı. Medya dâhil.
SEN KİM, BAŞBAKAN’IN GEZİSİNDE YER ALMAK KİM?
Gözlerini kapatırken diplomasinin aslında ne kadar zor bir iş olduğunu düşündü. “İyi ki Teknik Üniversite’de Deniz Bilimler Fakültesi’ne gittim. Tatbiki daha kolay, sonra bak çocukların da istikbali için …”. Uykuya dalmadan önce aklına Malta geldi.
Derken ben uyandım. Gördüğüm bu rüyanın bir an için gerçek olduğunu sanarak çok büyük bir endişe duygusu hissettim. Sonra, sen kim, Başbakan’ın Washington gezisine katılmak kim, dedim kendi kendime. Öyle ya, KHK ile vatan haini ilan edilerek görevine son verilmiş bir uluslararası ilişkiler profesörünün ne işi olabilirdi koskoca başbakanla, enerji bakanıyla veya dışişleri bakanıyla. Gördüğüm rüyada yaşanılanların hem zaten ne aldığım ve verdiğim dış politika dersleriyle, ne gördüğüm ve anlattığım diplomasi seminerleriyle, ne de okuduğum ve yazdığım bilindik uluslararası ilişkilerle uzaktan yakından bir ilgisi vardı. Gördüğüm rüyanın etkisinden mi, bilmiyorum, DVD koleksiyonumdan Mario Puzo’nun “Baba” adlı eserinden uyarlanıp aynı adla beyaz perdeye aktarılan yapıtın üç bölümünü birden artarda izlemeye karar verdim. Bu filmi çok seven rahmetli babamı da düşündüm, aklıma bir an onun da sıklıkla söylediği “azıcık aşım, ağrısız başım” lafı geldi, nedendir bilinmez. Bu lafın, rüyamdaki Yıldırım’ın babasının ağzından çıkmış olmasına şaşırmadım. Ne de olsa bu rüyanın yaratıcısı benim zihnimdi. Keşke gerçek hayatta da oğluna bu lafı sıklıkla söylemiş olsaydı diye düşündüm. Hayat çok garipti. Her şeye karşın, gördüğüm bu rüyanın herhangi bir yerinde olmadığım için şükrettim.