Bir arpa boyu yol

YORUM | ALPER ENDER FIRAT

17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 tarihlerinde izlediğimiz o felaketlerle dolu, distopik filmlerin benzerini hatta çok daha ağırını 24 yıl sonra tekrar izliyor olmamıza ne denir bilemedim. Türkçede var olan en ağır cümleler bile bu durumu anlatmaya, açıklamaya yetmiyor çünkü. İnsanın yaşananlardan bu denli ders çıkartmamasının iyi niyetli bir açıklaması olamaz. 

1999, 28 Şubat’ın bütün çirkinliğiyle devam ettiği bir yıldı. 28 Şubat rüzgarının da etkisiyle, Haziran ayında, Ali Kırca düğmeye basınca, hizmet aleyhine büyük bir kampanya başlatılmış, Fethullah Gülen Hocaefendi de aylar önce gittiği ABD’den Türkiye’ye geri dönememişti. 28 Şubat bütün gadabetiyle yaşanıyordu ve 17 Ağustos depremi olduğunda ülkede buz gibi katı laiklik rüzgarları esiyordu. 

Deprem zamanı kendilerini devletin sahibi olarak görenler, insanların yardımına koşmak ve onları enkazdan kurtarmaktan önce, kendi itibarlarını koruma derdine düşmüşlerdi. 

Göçük altındakilerin imdadına yetişmekten daha önemli şey devleti dindarlardan korumaktı ve dindarların deprem bölgesinin yardımına koşarak sempati toplamalarının derhal önüne geçilmesi gerekiyordu. Bunun için deprem alanına kim girecek, kim yardım edebilecek, kim edemeyecek bunun tespitini yapmışlardı. Türkiye’nin can damarı göçük altında kalmış olabilirdi ama bundan çok daha önemli bir şey vardı: rejimin korunması. Böylesine önemli bir konu varken(!) insan hayatı ikinci planda kalabilirdi. 

Çürük binalar, iptidai şehirleşme, denetlenmeyen inşaatlar, belediyelerde dönen rüşvetler, müteahhitler, fay hatları, günlerce, haftalarca, aylarca, yıllarca konuşuldu. Göçük altından kurtarmalar, deprem hikayeleri, bilmem kaç gün kaç saat sonra göçük altından kurtarılan insanların hikayeleri yazıldı, çizildi, konuşuldu, tartışıldı. 

1999 depreminde de bal tutan hırsızlar parmak yalamakla kalmamış, balın sadece parmağında kalanları ihtiyaç sahiplerine yedirmişti. Hırsız siyasetçi prototipi hiç ama hiç değişmeden öylece devam ediyordu. Yalova’da, Gölcük’te, İzmit’te, Sakarya’da dışarıdan gelen yardımları iç eden siyasilerin haddi hesabı yoktu. Harami her zaman olduğu gibi yine suyun başını tutmuştu. 

Hazine, kendilerinin devletin sahibi olduğunu söyleyenler tarafından hortumlandığı için ülke zaten büyük bir ekonomik kriz içindeydi, bir de üstüne gelen deprem her şeyi yerle bir etmişti. Depremin meydana getirdiği ağır faturayı karşılamak için buldukları tek yol ise halka bir sürü ek vergi getirmek olmuştu. Geçici diye konulan vergiler daha sonra iktidara gelecek olan AKP ile birlikte yerleşik vergilere dönüşecekti.

Kentler bir plan dahilinde değil kendi başlarına büyüyordu, şehirlerdeki her şey çarpık kentleşmenin somutlaşmış hali gibiydi. Binalara ruhsat veren belediyelerde büyük bir yolsuzluk çarkı olduğundan denetleme ve kontrol yoktu. Ülke bu kara düzenin faturasını her açıdan çok ağır ödedi. 

Aradan tam 24 yıl geçti ama memlekette neredeyse değişen hiçbir şey yok. Hatta her şey çok daha kötüye gitmiş. Yine bir devlet var ve -her ne kadar renkleri ve kisvesi değişmiş olsa da- o devletin sahibi olduğunu iddia edenler var. Devlet yine vatandaşının canını, malını korumak yerine kendi rejimini, imajını ve itibarını korumanın derdinde. Ölümler onlar için sadece bir istatistik rakamı. 

Hazine yine rejimin sahipleri tarafından hortumlanıyor. Çarpık kentleşme daha da zıvanadan çıkmış, inşaatı ve bina yapmayı neredeyse bir din haline getirmişler, sapık bir ruh haliyle gördükleri her yere beton döküyorlar. Düzelen tek bir şey yok. Çürük binalar, kayışı kopuk, bir sarsıntıyla yerle bir olan çarpık kentler. Yine kurtarma rezaletleri, yine organizasyonsuzluk, yine beceriksizlikler yine kara düzen. 

En iddialı oldukları konuda bile ne denli hırsız ve beceriksiz oldukları son depremle ayan beyan bir kere daha ortaya çıktı. 

1999 depremi sonrasında deprem uzmanlarının ve kent planlamacılarının, televizyonlarda yaptıkları binlerce saat konuşmanın, gazetelerde çıkmış yüzlerce makalenin, aylarca, yıllarca yapılan müzakerelerin bir tanesi bile dikkate alınmadığı için, yine milyonlarca insan hem fiziken hem ruhen depremin enkazı altında kaldı. Yaşanan bunca acı, dram ve gözyaşı iktidarı kullananların zerre kadar umurlarında olmadı. 

Mehmet Ali Birand’ın 1999 depremiyle ilgili  söylediği “Türkiye, bir deprem ülkesi olmasına rağmen, ne kadar hazırlıksız, insan hayatı değeriyle ne kadar alakasız olduğunu gösterdi. Büyüklüğü ve gücüyle övünen Türkiye’nin, bürokrasisiyle, askeriyle, devlet yapısıyla ne kadar kağıttan bir kaplan olduğu anlaşılıverdi’’ cümlesi durumu tam fotoğraflayan bir sözdü. Bu söz aynıyla geçerliliğini koruyor. 

Gerçekten de Türkiye’de yaşanan her felaket bir kere daha gösteriyor ki insan hayatı, ülkeyi yönetenlerin zerre kadar umrunda değil. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin