YORUM | M. NEDİM HAZAR
Sinema, keşfinden hemen sonra öykü anlatmaya başlayınca yıldızlara ihtiyaç duydu. Bu ihtiyaç kısa sürede ‘star’ endüstrisini doğurdu. Özellikle Hollywood sineması, ünü ABD sınırlarını aşan pek çok yıldız üretti.
Star demek öykünülecek karakter demekti… Örneğin; Marilyn Monroe neredeyse tek başına bir dönemin arzu nesnesi ve moda ikonu olmuştu. 1930’lu yılların başından 1950’lerin sonuna kadar süregelen sinemanın bu altın çağları oyunculuk sanatının daha çok tiyatrodan esinlendiği, jönlerin ve aktrislerin neredeyse her filmde aynı karakteri canlandırdığı, oyunculuğun abartılı, tahmin edilebilir ve tek düze olduğu dönemlerdi.
Konstantin Stanislavski’den edindiği oyunculuk sanatı kuramlarını Amerika’da öğreten Stella Adler, kendi adıyla bilinen disiplinle, oyunculuğa tamamen alternatif bir bakış açısı getirdi. Adler küçük değneğini, Omaha’dan beş parasız New York’a gelen, hiperaktif ve çekici çocuğun omuzuna değdirdi ve kulağına şöyle fısıldadı: “Sende gördüğümü dünyaya göstermek istiyorum!’’ Bu kararlılıkla, dünya eşine az rastlanan bir ‘birey’ ile tanıştı: 28
Marlon hayatının büyük bir bölümünde, tek mono mikrofona 300 saatin üzerinde kişisel tecrübelerini, ilişkilerini, aktörlük serüvenini, ailesini, çocukluğunu kısaca en saf haliyle kendisini anlattığı ses kayıtları bıraktı. ‘Listen To Me Marlon’ adıyla belgesele çevrilen kayıtlar, Marlon’un arkasında bıraktığı bu mirasın muazzam bir kolajı diyebiliriz. Yönetmen Stevan Riley’in Listen to Me Marlon’dan önce -biri televizyon için olmak üzere- dört belgeselde daha imzası var. 2012 senesinde yine bir Hollywood efsanesi olan James Bond filmlerinin doğuşunu ve pazarlama hikâyesini anlattığı ‘Everything or Nothing’ belgeseliyle hem filmin fanlarından hem de sinema eleştirmenlerinden tam not almıştı. Yönetmenin en önemli özelliği, filmlerindeki kurgusu. Belgesel sinemasına olan yaklaşımı anlatım dili ve dokusuyla uzun metraj bir dram filmi ya da aksiyon filmi seyrediyormuşuz hissiyatı bırakıyor damaklarda. Hikâyenin en başından yani Marlon’un çocukluğundan başlayan belgesel, oyuncunun ölümüne yakın yıllarına kadar devam ediyor. Marlon’u ekranda izlerken rahatsız oluyorsunuz, canınız sıkılıyor, şaşkınlıktan şoke oluyorsunuz. Dokunaklı bir şekilde hayata karşı duruşunu, başına gelenlerden sonra çıkarımlarını seyretmek, Marlon ile empati kurmanıza, onu gerçekten daha yakından tanımanıza imkân veriyor.
Listen to me Marlon, bizzat aktörün kendi ağzından dinlediğimiz bir otobiyografi. Marlon ölmeden önce hemen hemen tüm mimikleri dijital ortama aktarılmış. Bu detay, filmin kurgusunda, büyük bir dramatik önem taşıyor. Mevcut ses kayıtlarının üzerine eklenen realistik mimikler, Marlon’un gerçekten öteki dünyadan sizinle konuştuğu izlenimini yaratıyor. Diğer yandan 2 küsur saat boyunca bir aktörün konuşmasını soluksuz dinleme fikri, çoğu sinema izleyicisi için zor gelebilir ama her şeyden önce Marlon muazzam bir konuşmacı ve onu burada daha yakından tanıyorsunuz. Henüz alkolik annesi tarafından terk edilmemişken, annesinin ilgisini çekmek için rol yaptığını söylüyor Marlon. “Rol yapmak hayatta kalmaktır, hayatımız boyunca rol yapmalıyız.” diye de ekliyor. New York’a ilk geldiğinde trende, parkta, sokakta insanlar kendi yarattığı dünyalarında neler yaşadıklarını, nasıl insanlar olduklarını tahmin etmeye çalışıyor. Bu genç adamın New York’a geldikten hemen sonra Stella Adler ile tanışmasını tesadüf olarak yorumlamak fazla kaderci bir yaklaşım olur sanırım… Adler bir açıdan Marlon’da bulunan doğuştan yeteneği Stanislavski metoduyla yoğurdu ve hocadan çok yol gösterici oldu. Marlon, seneler sonra “Hayatınız üzerindeki kontrolünüz bu dersten sonra başlar.” diyerek Adler’in kariyerindeki önemini vurguladı.
Marlon Brando, 60 senelik aktif oyunculuk kariyerinde 46 projede yer aldı. İhtiras Tramvayı, Baba, Kıyamet, Burn!, Paris’te Son Tango, Julius Caesar, The Wild One (Kanlı İntikam) ve Viva Zapata filmlerini, kariyerinin en önemli yapımları arasında sıralayabiliriz. Listen To Me Marlon’da oyuncunun kariyerinin yanında sosyolojik ve politik konulardaki duruşu hakkında da bilgi sahibi oluyoruz. Belgeselde, rol aldığı filmler ve bireysel gayretiyle, siyahî hakları, Kızılderili katliamı ve en meşhur Amerikan travmalarından biri olan Vietnam Savaşı gibi konulara karşı duruşu hakkında bilgi ediniyoruz. Yapım süreci ve konularıyla Burn!, Apocalypse Now ve Godfather’ı aktörün duruşu ve karakteri hakkında derin bilgiye sahip olabileceğimiz yapımlar arasında gösterebiliriz.
Orijinal adı Queimada olan 1969 yapımı ‘Burn!’, oyuncunun yer almaktan en çok memnun olduğu film olarak dikkat çekiyor. İtalya-Fransa ortak yapımı olan film, Amerika’da ‘Burn!’ adıyla gösterime girdi. Brando filmde hayali bir Portekiz sömürgesi olan Queimada’ya, siyahî köleleri bağımsızlık vaadiyle Portekiz hükümetine karşı örgütleyen, William Walker adında bir İngiliz ajanını canlandırmaktadır. Plana göre bizzat Walker’ın yarattığı bir lider ile siyahî köleler, Portekiz yönetimini devirecek ve İngiltere’ye bağlı bir sınıf iktidara gelecektir. Kölelik ortadan kalkmıştır ancak yenilenen mülkiyet sistemiyle teorik olarak özgür olan köleler çok daha kötü koşullarda şeker kamışı çıkarmaya zorlanır. Walker’dan öğrendiklerini bu sefer İngiliz sömürgeciler üzerinde uygulayan Jose Dolores’i durdurma görevi, devrimden seneler sonra bu sefer İngiliz şeker şirketi için çalışan Walker’a düşecektir. Kendi yarattığı lider (canavar) ile karşı karşıya gelen Walker için işler bu sefer tahmininden karmaşıktır. Kariyeri düşüşe geçen Brando için Burn, tekrar yükselişe geçmesinin ilk adımıdır. Aradan 2 yıl geçtikten sonra belki de oyuncunun ismiyle bağdaşan en popüler performansı hayat buldu. Don Vito Corleone karakteriyle Brando tekrar eski popülaritesine kavuştu.
Francis Ford Coppola’nın 1972 yapımı suç filmi Godfather’ın başrolü için Marlon’u istiyordu ama prodüksiyon şirketleri Coppola ile aynı fikirde değildi. Godfather destansı anlatımıyla hem izleyicinin suç filmlerine bakışını değiştirdi hem de Brando’nun reddedeceği ikinci Oscar’ını kazanmasını sağladı. Oyuncu, Akademi’nin ve Amerikan yönetiminin Kızılderili katliamını görmezden gelmesini protesto etmek amacıyla 73. Oscar törenine katılmayı ve kazandığı en iyi başrol oyuncusu ödülünü almayı reddetti. Protesto amaçlı yazdığı ödül konuşmasını Kızılderili Sacheen Littlefeather’a okutmak istedi ama Sacheen, görevliler tarafından engellenerek sahneden indirildi. Brando ödülün kendisine ulaşmadığını ve kimde olduğunu bilmediğini söylese de Akademi, ödülün sahibine gönderildiğini açıkladı.
Marlon Brando, filmin başarısından 7 sene sonra 1979 yılında yine Coppola ile bir başka başyapıta daha imza attı. Ülkemizde Kıyamet adıyla bilinen ‘Apocalypse Now’… The Doors’un The End parçasındaki “This is the end, my only friend…” sözleri eşliğinde, büyük bir patlamayla başlayan Apocalypse Now, tüm zamanların çekim süreci en olaylı ve zor geçen filmleri arasında gösterilmesinde Brando’nun payı büyük. Oyuncu, sete 20 kilo fazlasıyla ve dazlak bir kafayla geldi. Rolüne tek replik çalışmadan gelen Marlon, üstüne senaryoyu değiştirmesi için Coppola’ya baskı yaptı. Kendisinin hangi planda çekilmesi gerektiğine kadar karıştı. 6 haftada çekilmesi planlanan filmin çekim süresi 18 ayı buldu. Yılan hikâyesine dönen proje için kullanılan filmlerin metresi dünyayı 3 kere dönebilecek uzunluktaydı. Hatta yapım sürecinin anlatıldığı Heart of Darkness adında bir belgesel bile mevcut. Nihayet film tamamlandığında sonuç muazzamdı, çoğu eleştirmen için ‘Apocalypse Now’ Stanley Kubrick’in Full Metal Jacket ile birlikte sinema dünyasının en iyi Vietnam temalı filmidir. Bu filmden sonra Coppola ile arası açılsa da hiçbir polemik, filmin başarısını gölgelemeye yetmedi.
Absürtlük duygusu ve çocuksu mizahıyla hep alışılagelmişin dışında oldu Marlon. Kuzu gibi kitleleri takip etmektense, kendi içinde tutarlı karakterini ortaya koydu. İçsel yolculukları onu hiç yalnız bırakmadı. Değişimden korkmadan ve hayatı boyunca kendisini deneyimleyerek, biraz içgüdüsel yaşamayı seçmişti. Sevgisiz büyümesi sevgiyi ıskalamasına neden olsa da, o her zaman anılarında, annesinin dikkatini çekmek için şebeklik yapan bir çocuk olarak kaldı. Listen To Me Marlon, içinde barındırdığı insana has birçok değerle tüm zamanların en sansasyonel ve karizmatik aktörüne çok çok yakından bakmamızı sağlıyor. Dokunaklı bir şekilde hikâyeleştirilmiş monologlarla, yönetmen Steven Riley sinema tarihinin en dikkate değer belgesel filmlerinden birine imza atıyor ve çoğumuzun unuttuğu bir detayı hepimize tekrar hatırlatıyor: “Sen anılarınsın Marlon Brando.”
Belgeselden:
-Rol yapmak, hayatta kalmaktır.
-Aktör olamasaydım çok iyi bir dolandırıcı olurdum.
“Ekranda olan kişi senin yapamadığın her şeyi yapandır. Karanlıkta ekrana bakmak, hayal ve fantezilerinle baş başa kalmanı sağlar. Öpmek istediğin kadını öperler, vurmak istediğini vururlar. Senin olmak istediğin gibi cesur olurlar. İzleyici kendisini filmdeki kişiye teslim eder. Ekranda olmayan şeyler yaratırlar. Benim yaptığım bir şey yoktu, seyirciler oyuncuydu… Herkes kendisini başarısız sayar, herkes mücadeleci biri olduğunu hisseder.”
“Kişiliğimi üstüne fındık ezmesi sürüp, medyanın küflü ekmeğiyle servis etmek istemiyorum.”
“Hayatta pişmanlıklar gereksizdir. Hepsi geçmişte kaldı, tek sahip olduğumuz şey şimdi, içinde bulunduğumuz an.”
“Oyunculuk boş ve gereksiz bir uzmanlıktır.”
“Amerika bana iyi geldi ama bana sunulmuş bir hediye olduğunu düşünmüyorum.”
“John Wayne filmlerini seyrederken hep eğlendim ta ki bu tarz filmlerin Kızılderililer için ne kadar yıpratıcı ve zarar verici olduğunu bizzat kendileriyle konuşarak öğrenene kadar…”
“Pişmanlıklar geçmişe inanmaktır!”
“Baba’yı ilk seyrettiğimde midem bulandı. Yaptığım onlarca hatayı gördüm ve nefret ettim ama seneler sonra TV’de denk gelip bambaşka bir perspektifle filmi seyrettiğimde aslında fena film olmadığını düşündüm.”
“Yemekler her zaman benim dostum olmuştur. Ne zaman daha iyi hissetmek istesem ya da önemli bir kriz anında, hemen buzdolabının kapağını açarım.”