Bir yönetmenden çok daha fazlası: Christopher Nolan (11)
YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Nolan, bizi tamamen yoldan çıkarmayacaksa,
yalandan gerçeğin nasıl ortaya çıkacağını bize gösterir!”
Todd McGowan
Film analizine geçmeden önce size Nolan hakkında birkaç özellik söyleyeyim.
Çok iyi bir çay tiryakisi. Çekim yeri nerede olursa olsun, sıcak çayı daima yanında. Hatta hareket halindeki çekimlerde bile cebinde küçük çay termosu taşıyor. Pek çok eleştirmen içtiği şeyin sadece çay olmadığını (Örneğin votka ya da viski diyenler de oldu) söylese de, ünlü yönetmen bu konuda net. Ben bir çay tiryakisiyim, diyor.
Bir diğer özelliği sadece ilk uzun metrajında hafta sonları çalışmış Nolan. O da malum, imkansızlıktan. Daha sonraki hiçbir filminde hafta sonları çalışmıyor. Interstellar filminde bir cumartesi mekan bakmak için bir tiyatro salonuna gittiğini görenler bu yüzden şok yaşamışlar.
Bir diğer özelliği ise, diğer yönetmenlerin aksine çok rahat giysiler değil, her zaman genellikle takım elbise ya da ciddi giysileri tercih ediyor. Bu konudaki titizliğinden dolayı set çalışanları da onun gibi giyinmek durumunda kalıyor. Bir eleştirmen setini ziyaret ettiğinde, “Hayatımda ilk kez kravat takan bir kameraman gördüm” diye yazmıştı. Eski Paramount Pictures CEO’su Brad Gray, Interstellar setini ziyaret ettiğinde, ekibin yüksek görünüm standardından hayretle şöyle bahsetmişti: “Herkes takım elbiseli ve kravatlıydı ve düşündüm ki, bu insanlar kim, herkes birbiriyle çok güzel konuşuyor, istisnasız hepse centilmendi!”
Kıyafet konusunda ciddi olduğu kadar mütevazı da, film çekiminde bir kışlık, bir de yazlık olmak üzere giydiği iki kombin seçiyor ve film bitene kadar bunları pek değiştirmiyor.
Şimdi bir özet tekrarı yapalım:
Defolu bir dedektif olan Will Dormer, basit bir cinayet davasını sonuçlandırmak için Alaska’ya gider, ancak sürekli gün ışığından sersemlemiş bir şekilde, bir içişleri davasında kendisine karşı ifade verecek olan ortağını yanlışlıkla vurur. Herhangi bir suçlama izini ortadan kaldırmak için delilleri üretir ve geçmişte de yaptığı bu kirli hamle başını daha da çok belaya sokmakla beraber, bu kez günahının yükü ruhuna ve vicdanına ağır gelmeye başlar. Belki de tüm bunları tetikleyen şey, bir haftaya yakındır bir dakika bile uyumamasıdır. Gerçekten öyle midir?
Uyku vicdana iyi mi gelir?
Sözgelimi unutmaya yardımcı mı olur?
Dikkatinizi çekti mi bilmem, filmdeki Walter Finch (R. Williams) karakteri çok fazla görünmemesine rağmen kötülük olarak başka bir karakterden esintiler taşır.
Evet, tahmin edenler olacaktır Batman’daki Joker!
Finch’in (R. Williams rolün hakkını ziyadesiyle verir) gözlerinde zalimlik ve sebepsiz kötülüğün parıldaması hep vardır. Dormer’in durumusu ise çok karmaşıktır.
İyi olması gereken ama kötü olduğunu düşünen, buna rağmen vicdanının tünel ucunda hala ışık var gibi görünen, polis ama katil, kirli ama temiz ruhlu gibi karman çorman bir arketipe dönüşmüştür.
Öte yandan Hem Robin Williams hem de Al Pacino, Insomnia’da inanılmaz başarılı performans sergilerler. İlle de R. Williams. Bir açıdan baktığımızda hayatının en iyi performansını sergilemiş demek yanlış olmayacaktır. Tamam Ölü Ozanlar Derneği, Günaydın Vietnam gibi başyapıtlarda muhteşem oyunculukları vardır ama bahsini ettiğimiz oyuncu, komedyenliğin üzerine deri gibi yapışıp kaldığı bir aktör. Eğer başka bir filmini izlemeden Williams’ı sadece bu filmde izlemiş olsanız, onun komedyen olduğuna kimse inandıramaz sizi!
Finch karakteri sadece dikkate alınması gereken korkunç bir güç değil, aynı zamanda iğrenç şeyler hakkında konuşurken gösterdiği sakin tavır, insanı iliklerine kadar ürpertiyor; herhangi bir Alaska ikliminden çok daha kötü! Her ne kadar Williams’ın şimdiye kadar üstlendiği tek “ciddi rol” bu olmasa da bu rolün onun en katmanlı ve tanımlı rolü olduğunu söylemek mümkündür. Bu da Nolan’ın onunla ilgili uzun vadeli bir işbirliği düşüneceği ihtimalini de belirliyordu ama gel gör ki kader!
Al Pacino’yu ise en kolay şekilde Heat’teki karakteriyle benzeştirmek mümkün. Öyle yapan yazarlar da çıktı şüphesiz. Ve aslında yanlış bir geçişkenlik de değildir bu. Will Dormer ile Vincent Hanna arasında ziyadesiyle karakteristik benzeşimler vardır.
Ancak buna rağmen, Nolan Pacino’ya öyle bir rota çiziyor ki, Dormer karakteri her geçen dakika daha da özgünleşiyor.
Nolan’ın en popüler filmlerinden aksine Insomnia, izleyiciyi şaşırtmayı amaçlayan doğrusal olmayan bir anlatımla sarmalanmış değil. Ancak Nolan’ın yönettiği ve kendisinin yazmadığı tek filmin bu olduğu göz önüne alındığında bu durum mantıklı görünür. Bunun yerine olaylar, arkalarında açık bir neden-sonuç ilişkisiyle ardışık olarak gerçekleşiyor. Nolan’ın (Following’den bu yana sürdürdüğü ve Batman Başlıyor’la geri döneceği) kendine özgü yapısının olmamasına rağmen, Insomnia hala yönetmenin en çok yinelenen temalarından bazılarını, büyük filmografisinin her yeni bölümünde tekrar tekrar incelediği mantraları da taşıyor.
Bunların arasında “Ya kahraman olarak ölürsün ya da kötü adama dönüştüğünü görecek kadar uzun yaşarsın” fikri de var. Hayır, Kara Şövalye’den Insomnia’da alıntı yapılmıyor, ancak bu kavram Nolan’ın dikkatle kurgulanmış 2002 gerilim filminde gerçeğe benziyor. İç işlerinin baskısı altında olan Dormer, geçmişiyle boğuşuyor ve özellikle mahkumiyet sağlamak için Dobbs adında bilinen bir katil hakkında delillerin toplandığını öğreniyor. Kim bilir, belki aleyhine şahitlik yapacak olan ortağını kazara vurmasa, bir itiraf yoluna gidecek, mesleğini ve şerefini kaybedecektir. Bu perspektiften bakıldığın bu cinayet kendisini temize çekmek için de benzersiz bir fırsat sunuyor. Genç yerel dedektifte (H. Swank) Dormer’ın dönüşüm izlerinin etkilerini izliyoruz. Yolunu kaybetmiş bir adamın, yolu tekrar bulma hikayesi de diyebiliriz bu açıdan.
İlginç bir detay hatırlatayım…
Robin Williams’ın Bayan Doubtfire’ı çektiği dönem. Joel Schumacher, gittikçe batağa saplanan Batman serisini can havliyle kurtarma çabasıyla Batman: Forever’in castingini yapıyor. Listenin tepe sıralarında Robin Williams var. Ancak filmde Joker karakteri yok, onun yerine Bilmececi Edward Nygma var. (Bana göre filmin en büyük bahtsızlığı Batman’i Val Kilmer’in oynamasıydı) Batman Daima, belki de gelmiş geçmiş en güçlü kadroya sahip Batman filmi olmasına rağmen efsaneyi bitirme noktasına getirmişti. Tüm bunları Nolan ve Batman bahsinde ele alacağız zaten.
Williams bu karakteri beğenmediğini söyleyip, teklifi reddedince şirket Jim Carrey ile anlaşmıştı.
(Dayanamadım yazayım, Nolan Joker karakterini önce Wlliams’a teklif etti. Ünlü aktör severek kabul etti, hatta Bilmececi karakterini bile oynayabileceğini söyledi ama tam çekimler başlarken o müessif hadise yaşandı. Bunun üzerine Nolan, öyle bir Joker karakteri çıkardı ki, Batman içindeki en efsanevi karakteri inşa etti: Heath Lagger. Ve ne yazık ki o da genç yaşta vefat etti. Ve size söz, ilerde bu Joker ve oyuncu seçimi meselesine münhasıran bir yazı ile değineceğim, çünkü çok enteresan.))
Michel Foucault, “Delilik ve Medeniyet: Deliliğin Tarihi” (Madness and Civilization: A History of Insanity in the Age of Reason) adlı eserinde deliliğin tarihini ve toplumsal olarak nasıl algılandığını ve ele alındığını inceler.
Foucault’ya göre, delilik toplum tarafından kontrol edilir ve bastırılır. Akıl hastaneleri ve benzeri kurumlar, delileri toplumdan izole etmek ve denetlemek amacıyla kurulmuştur. Bu kurumlar, deliliğin sınırlarını çizer ve “normalliği” tanımlar.
Finch karakterini bu tanımdan bağımsız olarak anlamamız mümkün değildir.
Öte yandan deliliğe inmenin yalnızca küçük bir itişle mümkün olduğu fikri, Joker’in (Heath Ledger) bu fikri somutlaştırmasından yıllar önce bu filmde görmek de mümkündür. Finch, Kay’i ( Crystal Lowe ) öldürdüğü andan itibaren yavaş yavaş başka bir kurban için can atar. Deliliğin iki önemli savrulması; kendisine benzer birini bulmak (Pacino) ve yeni kurban aramak (Swank). Dolayısıyla memur Burr kapısına geldiğinde onu da öldürmeye çalışması hiç de şaşırtıcı değildir.
Genel olarak incelediğimizde Obsession-Takıntı, her Christopher Nolan filminin önemli bir bileşenidir; dolayısıyla Finch’in genç hayranına olan takıntısının, onu ağza alınmayacak bir şey yapmaya itmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Aslına bakılırsa Burr’un Dormer’e olan takıntısı da neredeyse aynısını ona yapma noktasına getirir. Fazlası spoilere girer.
Hadi biraz daha derine inelim mi?
Norveç filminde filmin ismi ile baş karakter arasında doğrusal bir ilişkilendirme yapılmaz. Sadece Beyaz Geceler’den dolayı uykusuzluk çeker. Ancak Nolan, kendi versiyonunda bu konuyu da katmanlar.
Şöyle ki…
Aslında Dormer, Nightmute’a adım attığı andan itibaren huzur bulamıyor. Sonuçta filme boşuna Insomnia adı verilmediğini, LA dedektifinin kendi mücadelesiyle boğuşurken, asıl sorunun Alaska iklimi olmadığı ortaya çıkıyor. Otel memuru Rachel’ın (Maura Tierney) şunu söylüyor: “Alaska’da yaşayan insanlar ya orada doğmuştur ya da bir şeylerden kaçmaktadır!”
Size çok enteresan bir şey söyleyeyim. Dedektifimiz Dormer, filmde uykusuz kaldıkça uyanıklıktan uzaklaşıyor aslında biliyor musunuz?
Uykusuz gün sayısı arttıkça sersemleşiyor ve uyku ile uyanıklık arasında sepesersem bir gudubete dönüşüyor. Böylelikle hata yapmaya çok daha müsait hale geliyor.
Film boyunca Nolan, Dormer’in uykusunu kaybederken ayıklığının yavaş yavaş azalmasını zekice işliyor, kendi vicdanını gece yarısı güneşiyle yan yana getiriyor, bu da kelimenin tam anlamıyla karanlık işlerine ışık tutuyor. Gecenin karanlığında bile Dormer’in eylemleri yukarıdaki spot ışığıyla vurgulanıyor ve ona kaçacak ve saklanacak başka yer olmadığını hatırlatıyor. Kolayca bir hile olarak görülebilecek şey, yalnızca anlatıya hizmet ediyor ve Dormer’ı, eylemleri ve bunların sonuçları nedeniyle eziyet çekerken uyanık tutuyor.
Ancak bu bağlamda ele alacak olursak, Pacino’nun karakteri tek karakter değildir. Finch de kendi ahlaki başarısızlıklarından dolayı uyuyamıyor ve buna karşılık olarak uygunsuz saatlerde Dormer’ı arayarak korkunç eylemleri hakkında ayrıntılı olarak konuşuyor. Neredeyse hoşuna gidiyor gibi görünen eylemler. Işık onları açığa çıkarmak için mücadele ederken, her biri farklı tepki veriyor. Dormer, zirveye çıkıp ahlaki pusulasını yeniden kazanmayı umarak gerçekle boğuşurken, Finch bunu tüm kalbiyle kucaklıyor, eylemlerine sahip çıkıyor ve onları acımasızca başkalarına bağlıyor. Eğer ışığın karanlığı ortaya çıkarması gerekiyorsa Finch, daima gecenin çökmesini bekleyen gölgeleri temsil ediyor. Neyse ki Nightmute’ta gece nadiren oluyor!
Gerçekle yüzleş!
Thomas Aquinas’ı duydunuz mu hiç?
Nam-ı diğer Aquinolu Thomas, bilgi felsefesi, metafizik, siyaset ve ruhun ölümsüzlüğü konularındaki yorumlarıyla skolastik düşünceye önemli katkılar sağlamış Dominikan bir rahiptir ve 1322’de Aziz ilân edilmiştir. Aquinas, Katolik Kilisesi’nin en önde gelen doktorlarından biri olarak tanınır ve onun düşünceleri, Katolik teolojisinin temelini oluşturur.
Hasseten Summa Theologica’da Hristiyan teolojisi ile Aristotelesçi felsefe arasında bir sentez yapmayı amaçlar. Kitap, Tanrı’nın varlığı, insanın doğası, ahlak ve Hristiyan sakramentleri hakkında derinlemesine tartışmalar içermektedir.
Hıristiyan terminolojik deyimiyle “Tanrının Varlığı”nı ispat için 3 yol tarif eder Aquinas. Bunlar; hareketin ilk nedeni, nedensellik, varlık ve mükemmeliyetin dereceleridir. Öte yandan Aziz Thomas’a göre iman ve akıl asla birbiriyle çelişmez. Ona göre her ikisi de gerçeği arayışta kullanılan birer araçtır.
Klasik Hristiyan terminolojisinde Kötüler ile asla muhatap olunmaması gerektiği salık verilmiş olsa da Aquinas farklı düşünür.
Dominikan Rahip, paradoksal bir şekilde, günahın zevklerinin, günahkârı cezalandırmanın Tanrı’nın yolu olduğunu söyler. Referans noktası ise, Rab’bin bazen günahkârların kendilerini kurtarmalarını veya düzeltmelerini daha zor hale getirdiğini, hoşa giden oyalayıcılar sağlayarak yaptıklarıdır. Sonunda, günahın huzur veren zevkleri korkunç bir görünüme bürünür.
Belki de bu sebeple “günahta lezzet vardır” der tüm inançlar. Ve hatta tasavvuf, kolay günah işleyene, ibadet zor gelir, diye bu paradoksa atıf yapar.
Birazdan izah edeceğimiz üzere, kahramanımız Dormer, bu hakikatleri bilmiyor olsa bile uykusuzluğu lanetinden ziyade bir nimete dönüştürme eğilimindedir. Ki bu tür maraza müptela olanlar genellikle bunun kendileri için bir hediye, ihsana muhatap olanlar ise bunun bir lanet ya da cezalandırma olduğunu düşünürler.
Dormer’ın karşılaştığı en temel ahlaki tehlike, Finch gibi uyum sağlama ihtimali, boğulmuş veya yorgun bir vicdanla artık rahatsız olmayacak şekilde rahatça uyuyacak olmasıdır. Aslında bu Finch’in ona bir model ve “ortak” olarak sunduğu tuzaktır. Aristoteles’in bazı dostluk biçimlerinde bağlı kişileri “diğer kendileri” olarak tanımladığını hatırlayacak olursak, bu yanlış da değildir. Dormer’ın uyuyamaması, onu Ellie’nin iyi polisi ve Finch’in uyum sağlamış, ayarlanmış kötü polisi arasındaki seçime zorlar ve bir noktadan sonra gece ve gündüz arasındaki ayrımı tamamen kaybeder, Nefsi için uyumlu ve uyarlanmış bir kötü polis olma seçeneği, Dormer’a cazip gelse de sürekli uyanıklığı, vicdanı, benliği için savaşma fırsatını sağlayan, pek arzu etmediği ama ihtiyacı olduğunu düşündüğü bir imkan sunar.
Aslında şöyle bir iddiada bulunmak yanlış olmadığı gibi, neredeyse her Nolan filmi için söylemek bile mümkündür:
Nolan’ın tüm eserleri sanat değildir, yakından incelendiğinde görülecektir ki, bu çalışmalar aynı zamanda merkezi ahlaki sorular etrafında dönen birer sosyolojik, dini ve ahlaki metindirler de…
Ve kanaatime göre bu bir sorun değil, aksine zenginliktir.
Ancak öyle bir nokta vardır ki, Nolan bugüne kadar o sınırı geçmemeye çok özen göstermiştir. İzninizle bu noktayı şimdilik size söylemeyeceğim, çünkü diğer filmlerini analiz ettikten sonra, bu eşik/noktayı çok daha net görebileceğiz.
Devam edelim…
Nolan, şüphesiz Insomnia’da Fyodor Dostoyevski’nin 1848’de kaleme aldığı “Beyaz Geceler”e de göndermelerde bulunur. Misal, hikayenin anlatıcısı bir yerde şu coşkulu tiradı yakar:
“Harika bir geceydi. Gençken sadece yaşayabileceğiniz türden bir geceydi. Gökyüzü o kadar parlaktı ki, yıldızlar o kadar çoktu ki, yukarı bakarken insan merak etmemekten kendini alamazdı; nasıl olur da öyle fazla, tuhaf, kötü insanlar böyle bir gökyüzü altında yaşayabilirler? Bu da ancak gençlerin, çok gençlerin aklına gelebilecek bir soru; ama Tanrı, sizi mümkün olduğunca sık böyle düşünmeye sevk etsin. Şimdi, tuhaf ve sinirli insanları anmak beni o gün ne kadar iyi bir şekilde davrandığımı düşündürüyor.”
Oysa Necip Fazıl, şiirinde “Uyku katillerin bile çeşmesi/Yorgan Allahsıza kadar sığınak!” der!
Ayrıca hikayenin son bölümünü hatırlayın, “Sabah”, “Gecelerim sona erdi. Ertesi sabah oldu. Hava kötüydü. Yağmur yağıyordu. Yağmur camıma karşı kasvetli bir davul çalıyordu… Nesneler gözlerimin önünde yüzdü. Ateş tüm uzuvlarıma gizlice yayılıyordu.” Hikaye şöyle sona erer: “Tanrı, gökyüzünün sizin üzerinizde bulutsuz olmasını ve gülümsemenizin parlak ve kaygısız olmasını nasip etsin; bir başka kalbe, yalnız ve minnettar bir kalbe verdiğiniz mutluluk anının anısı için mutlu olun. Tanrım, bir mutluluk anı. Peki, bu bir ömrü kurtarabilir mi, onu kötülükten kurtarabilir mi? Bir yaşam, bir insan, nasıl olur da iyi davranıştan kötü davranışa döner ve bu şekilde aniden değişen bir yaşam gerçekten kurtarılabilir mi? Hâlâ aynı yaşam mıdır? Aynı yaşayan insan, böyle bir değişiklikle nasıl devam edebilir? Bu analiz, böyle ahlaki ve kimlikle ilgili sorularla ilgilenirken, Nolan’ın filmi üzerinden bir düşünce sunar.”
Filmin senaristi Hilary Seitz, orijinal senaryonun en az yüzde 30’unu değiştirdiğini söylüyor bir röportajında. Bu değişimin ne kadarı Nolan’a, ne kadarı (o dönem) acemi olan yazara ait tam olarak bilemiyoruz. Ama iki filmi karşılaştırınca arada göreceğimiz bazı farkların kesin Nolan kaynaklı olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz katkılar da yok değildir.
Hemen örnekleyelim..
Malum, Norveç filmi, bir İsveç polis dedektifi olan Jonas Engström’ün hikayesini anlatır. Engström, bir suç şüphelisiyle bir polis baskını sırasında yatakta bulunduğu bir skandal nedeniyle sorunlar yaşamaktadır ve bir genç kızın cinayetini çözmek için Norveç’e gitmeyi sıkıntılarından kurtuluş yolu olarak görmüştür. Profesyonel itibarsızlığı nedeniyle stres altında, kuzey sisinden etkilenmiş ve uzun gündüz saatlerinden dolayı oryantasyonu kaybolmuş bir şekilde bu dedektif ortağını kazara öldürür. Engström oldukça yozlaşmış bir karakterdir, sorguladığı bir genç kıza tecavüz eder, bir kadın dedektifle oynar, otelin resepsiyonistiyle birliktelik kurmaya çalışır.
Bu tipoloji bana ilk olarak ve hemen muazzam bir Abel Ferrara filmi olan Bad Lieutenant /Kötü Polis filmini ve onun başkahramanı LT’yi hatırlattı. Belki hatırlayan çıkacaktır Harvey Keitel döktürmüştü o filmde. Muhtemelen Norveçli yazarlar da bu filmden etkilenmiş olmalıydılar, zira dedektif Engström ziyadesiyle kirli ve mebzul miktarda kötüdür.
Nolan’ın versiyonuna baktığımızda ise böyle marazi bir psikopat yoktur karşımızda. Sıkı bir imtihandan geçen, hataları, yanlışlar, zaafları ve sorgulamaları olan bir insan modeli vardır.
Norveç filmine baktığımızda, kendisi de bir katil olan meşhur suç yazarı, ortağını öldürdüğünü görmüş ve ona çıkış yolunu da göstermiştir. Suçu kızın ciğeri beş para etmez sevgilisinin üzerine yık, herkes mutlu olsun!
Nolan ve senaristler ile bu hikayede bazı değişiklikler yapar. En başta polisleri iki L.A. polisi olarak betimler, Will Dormer (Al Pacino tarafından canlandırılır) ve ortağı Hap Eckhart. İkisi de evlerine geri dönmeden önce soruşturmada yardımcı olmak için Alaska’ya seyahat ederler ve bu, Norveçli versiyonunda olduğu gibi, beyaz ve gri, müze duvarlı, İskandinav-modern, kentsel daire ortamlarının yerine rustik hanlar ve kabinlerle değiştirilir. Kadın dedektif Ellie Burr (Hilary Swank) bir stajyerdir ve Dormer gibi biriyle beraber çalışmayı büyük bir fırsat olarak görmektedir. Norveç filmindeki baş kahraman, düştüğü kötü durumdan kurtulmak için kötü katille iş birliği yapar. Nolan ise, kendi filminde böyle bir işbirliğini şiddetle reddettirir kahramanına. Hatta bir noktada kafasına silah bela dayar. Ancak bulanık bir zihninin zaafını gören Finch telkinleriyle onu yönlendirmeyi ve tereddüt etmesini zaman zaman başarır. Film boyunca Dormer’in hangi yolu seçeceğini merak edip dururuz. Ve çok enteresan bir fırsat sunar kader ona. Çaylak ve yerel dedektif Burr, elinde tuttuğu delil olan mermi kovanını saklayacağını ve bu olaydan kimsenin haberinin olmayacağını söyler. Eğer böyle yaparsa, Dormer’a benzeyecektir ama ruhu da kirlenecektir şüphesiz. Tam bu esnada Dormer, ünlü şarkıcı Peter D. Harper’ın yine meşhur olan “Gerçekle yüzleş” şarkısından bir satır ile hakikati gösterir: “Bildiğin yoldan sapma!”
Hollywood tarafından dokunulan bir hikaye şaşırtıcı bir şekilde, Dormer ve Burr arasındaki ilişki romantik tutku veya cinsel fırsatçılık olarak değil, hayranlık, samimiyet olarak değiştirilir.
Nolan, Avrupa’dan Amerika’ya geçişte daha da şaşırtıcı olan, protogonistin diğer polisin ölümünden faydalanması ve bu sonucun, beklenmedik ama tamamen pişman olmayan ve yalnızca belirsiz bir şekilde kasıtsız olarak kabul edilmeyen birçok nedeni olduğu bir katmanlı ahlaki karmaşıklık da eklemesidir. Benzer şekilde, katil Holt, delilleri takas etmek için kendi kendine menfaatli bir maliyet/fayda analizi yapmayı amaçlamışken, Amerikan filmi katili Finch tarafından “matematik” olarak adlandırılan şey, açıkça bir faydacı hesaplamaya dönüşür. Insomnia ilk yarısıyla, Alaska’da geçen bir cinayet hikayesi gibi görünürken, ikinci bölümle beraber bir arınma ve doğruyu bulma öyküsüne dönüşür.
Christopher Nolan’ın “Uykusuzluk” filmi, insan varoluşunun ve kişisel karakterin koşulları hakkında önemli soruları da keşfeder.
Şu ana kadar gördüğümüz Nolan ve incelediğimiz filmler, esas Nolan’ın ayak sesleridir. Tabiri caizse, çıraklık dönemi filmleridir. Bir sonraki yazıda kalfalığına bakacağız.