AHMET KURUCAN | YORUM
Kur’an’da yer alan cennet ve cehennem tasvirlerinde ilk muhataplarının mükafat ve mücazat anlayışı hangi ölçüde rol oynamıştır?
Bu soru İslam dininin ‘fetih dönemi’ diye bildiğimiz başka coğrafyalara açıldığı ve farklı kültürlerle karşılaştığı ilk dönemlerden itibaren müzakere edilen bir konudur. Bu müzakerelere girecek değilim.
Sadece şunu belirtip geçeceğim; cennet Allah’ın cenneti, hakeden kullarına baştan sona mükafat olarak hazırladığı bir mekânın adıdır.
Nokta!
Pekâlâ o cennet tasvirlerinde bizim cennet algımıza yönelik tasvirler yoksa ne olacak? Bir başka tabirle “Cennet bu ise ben bunu istemem, benim cennetim şöyle olmalı.” diyorsak. Gayet makul bir yaklaşım bu.
Zira Kur’an’da yer alan cennet tasvirlerinin iki boyutu var. Birincisi umum insan fıtratının, ikincisi ilk muhataplarının genel kabullerinin nazara alınmış olması ve özellikle zikredilen örneklerde bu muhatapların ilgi ve idraklerine uygun bir dilin kullanılması.
Buradan çıkan sonuç şudur; bugünün insanının mükafat anlayışlarına uygun olarak Kur’an’da bir örneğin zikredilmemesi o mükafatların cennette yer almayacağı anlamına gelmez. Bununla alakalı yorumsuz olarak iki ayet ve bir hadis meali aktarabilirim.
1-“İşte bütün bu güzel işleri yapan kimseleri, yaptıklarına karşılık olarak ahirette ne tür nimetlerin ve güzelliklerin beklediğini Allah’tan başka kimse bilemez.” (Secde, 17)
2-“Oraya esenlikle girin. İşte bu ebedilik günüdür. Orada kendileri için diledikleri herşey vardır. Bizim katımızda mükafatın daha fazlası da vardır.” (Kaf 34-35)
3-“Ben salih kullarım için neler neler hazırladım ki onlar ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de beşerin hayaline gelmiştir.” (Buhârî, Tevhîd, 35; Müslim, Cennet, 2-5)
Nereden çıktı bu konu?
Bir, şu ana kadar bana en çok sorulan sorulardan biri bu. İkincisi geçenlerde bir dost meclisinde bu mevzuyu konuşurken çok sevdiğim ve yaşı kemale ermiş bir ağabey, sanki yıllardır arayıp da bulmadığı cevabı bulmuş gibi sevinçle yanında duran eşine gülerek, “Şimdi oldu” dedi. “Benim cennetim aşağıda bulunan bütün aletlerimle birlikte marongaz atölyem. Oraya taşıyacağım hepsini.” dedi.
Bundan önce de bir tweette okumuştum hafızam beni yanıltmıyorsa: “Benim cennetim ne yeşillikler ne ırmaklar ne huriler gılmanlar ve ne yemekler meyveler. Benim hayalimde tasavvur ettiğim cennet rafları kitap dolu bir kütüphane.”
Şimdi ise çocukluğunu benim de çocukluğumun geçtiği mahallede tamamlayan sonra da babasının işi, eğitim ve çalışma hayatı dolayısıyla başka şehirlerde yaşayan candan bir akrabamın bana gönderdiği, “Benim cennetim!” dediği iki paragraflık tasviri oldu. İşte bu üç hadise benim konuyu buraya taşımama neden oldu.
O akrabam 6-7 günlüğüne sıla-yı rahim yapmış Tavşanlı’da yaşayan teyzesine; anne babası, eşi ve çocukları ile birlikte. Haliyle çocukluk günlerine gitmiş. Dolaşmış çocukluğunun geçtiği mahalle başta hemen her yeri. Bu sıla-yı rahim yolculuğu bittikten sonra da oturmuş evinde hafızanının yardım ettiği ölçüde geriye gitmiş, devam ettirmiş hayalen ve fikren maziye olan serüvenini ve özlemini. Yazdığı satırların başına da ‘Benim Cennetim’ demiş.
Çok şey buldum o satırlarda kendimden. Şimdi sizinle o satırları paylaşıyorum. Spesifik olarak mekân ve şahıs isimleri geçiyor. Hepimizin çocukluk ve gençlik serüveni vardır doğduğumuz, büyüdüğümüz topraklarda. İsterseniz siz de o spesifik yer ve şahıs isimlerini kendi isimlerinizle değiştirebilirsiniz.
“Merhameti engin Rabbim lütfeder bağışlar ve beni de cennetine alırsa “Silin buraları kendi cennetimi ben resmedeceğim” diyecek ve evin önündeki çınar ağacı ve çamaşırlıkla başlayacağım işe.
Hangi peygamber olursa olsun onlara komşu olmak bir şeref elbette ama ben onlara ilaveten tereddütsüz Şekerağaları karşıma İmamlarla Dalyanları iki yanıma alacak ve onları komşu olarak seçeceğim.
Ehli cennet, havz-ı kevserin başında kuyrukta izdiham yaşarken önümdeki ve arkamdaki insana tembih edip, “Yerim burası ha! Ben bir yere varıp geleceğim.” diyecek ve Kadirye Teyzemin evinde öşme kulak yapan gelinlerin tablalarının etrafında koşuşturup geriye döneceğim.
Varsın millet eşlerinin koynunda kendinden geçsin, ben terasta sarımsaklı yoğurtlu tirit yediğim bir yaz akşamında övezlerin sağımı solumu ısırmasına aldırmadan uyuduğum ninemin koynunu isteyeceğim.
Çeşit çeşit şaraplar içecekmiş ehli cennet, varsın içsin, ben Efkarların Hasan Ağanın kahvesinde kukaklarımı dedemin çekiç sesleri doldururken cam şişede limonata içmek isteyeceğim.
İnsanlar neşeyle cennet yamaçlarında koşuştura dursunlar, ben yine bir yolunu bulup ayağımı incitip ninemin kollarında kırıkçı-çıkıkçı Bakırlı’nın evinde alacağım soluğu. Ben acı içinde kıvranırken ninemin” sucuklar pişircen ben oğlumaaaa” rüşvetiyle teskin olacağım.
Herkes cennetin hangi katında hangi sevdiklerimi görebilirim diye hesap yaparken, ben çoktan kavruk leblebi kokularının sardığı kesme taşlı sokakta Dayı’mın sarı Audisinin ön koltuğunda ayaklarım yere değmezken kahkahalar eşliğinde belediye reisini eleştireceğim yine.
Birgün Dereli’de olacağım, birgün Göbel kaplıcalarında. Kâh Veli’nin fırınında pırasalı pide yaptıracağım kâh Kocagöz’lerin şekerli leblebileri dolduracak ceplerimi.
Kafamı çevirdiğimde Keçilerin Hesna Teyzemi Kur’an okurken görmek isteyeceğim çitili beyaz yazması başında olduğu halde. Kimi zaman da Tarelerin Hüseyin Abinin keyifli hikayelerini dinlemek hoşuma gidecek. Bazen da Tarelerin Emine Ablanın o tok sesiyle kocası Yılmaz Abi hakkındaki güle güle yaptığı o konuşmalarını dinlemek isteyeceğim.
Dedemle ninemin aralarına gireceğim gecenin bir yarısı. Onların sıcaklığıyla uykuya dalacağım. Çamaşırlığa da ineceğim zaman zaman; annemle teyzemin fiskoslarına ve kıkırdamalarına kulak kabartacağım.
Akşamları Dereli’de dayımın etrafında halkalanmış insanları görmek isteyecek, sohbetlerine kulak kesileceğim. Sohbetinin arasında çayımızı yudumlarken Avizeci Kemal Abinin hatıralarıyla kahkahaya boğulmak isteyecek, Şükrü Abinin o tatlı gülüşünü, Kuyumcu Ahmet Abinin gözü yaşlı halini, Tahir Abinin her daim tebessümle bakan yüzünü, Mustafa Abinin vakur duruşunu ve tabii ki Dümencinin kahkalarını görmek ve duymak isteyeceğim aynı sofrada. İşte bu benim cennetim, bu fotoğraf da o cennetten bir kare.”
Son cümleye dikkatlerinizi çekerim. Cennet değil, cennetten bir fotoğraf karesi. Benim de var böyle zihnimde canlandırdığım fotoğraflar. Bir gün nasip olursa paylaşırım sizinle.
Hocaefendinin de var. Efendimiz’in (sas) 23 yıllık hayatını dakika dakika izlemek istediğini söylemişti bir defasında bize. “Eğer cennete girersem Allah’tan muradım bu olacak” demişti. Bir tek istisnası var ama. Ne biliyor musunuz? Uhud savaşında Hz. Hamza’nın göğsünün yarılıp ciğerinin çıkartıldığı kare. “Cennette bile olsam o kareyi görmeye dayanamam.” demişti yaşlı gözlerle.
Hey gidi günler!
Ne günlerdi o günler! İhtimal benim yapacağım cennet tasviriinde bu hatıraların yer aldığı sahneler baş sıraya oturacak. İnşaallah birgün yazacağım. Yazacak ve sizlerle paylaşacağım.
Söz!