AHMET KURUCAN | YORUM
Kur’an’da yer alan cennet ve cehennem tasvirlerinde ilk muhataplarının mükafat ve mücazat anlayışı hangi ölçüde rol oynamıştır?
Bu soru İslam dininin ‘fetih dönemi’ diye bildiğimiz başka coğrafyalara açıldığı ve farklı kültürlerle karşılaştığı ilk dönemlerden itibaren müzakere edilen bir konudur. Bu müzakerelere girecek değilim.
Sadece şunu belirtip geçeceğim; cennet Allah’ın cenneti, hakeden kullarına baştan sona mükafat olarak hazırladığı bir mekânın adıdır.
Nokta!
Pekâlâ o cennet tasvirlerinde bizim cennet algımıza yönelik tasvirler yoksa ne olacak? Bir başka tabirle “Cennet bu ise ben bunu istemem, benim cennetim şöyle olmalı.” diyorsak. Gayet makul bir yaklaşım bu.
Zira Kur’an’da yer alan cennet tasvirlerinin iki boyutu var. Birincisi umum insan fıtratının, ikincisi ilk muhataplarının genel kabullerinin nazara alınmış olması ve özellikle zikredilen örneklerde bu muhatapların ilgi ve idraklerine uygun bir dilin kullanılması.
Buradan çıkan sonuç şudur; bugünün insanının mükafat anlayışlarına uygun olarak Kur’an’da bir örneğin zikredilmemesi o mükafatların cennette yer almayacağı anlamına gelmez. Bununla alakalı yorumsuz olarak iki ayet ve bir hadis meali aktarabilirim.
1-“İşte bütün bu güzel işleri yapan kimseleri, yaptıklarına karşılık olarak ahirette ne tür nimetlerin ve güzelliklerin beklediğini Allah’tan başka kimse bilemez.” (Secde, 17)
2-“Oraya esenlikle girin. İşte bu ebedilik günüdür. Orada kendileri için diledikleri herşey vardır. Bizim katımızda mükafatın daha fazlası da vardır.” (Kaf 34-35)
3-“Ben salih kullarım için neler neler hazırladım ki onlar ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de beşerin hayaline gelmiştir.” (Buhârî, Tevhîd, 35; Müslim, Cennet, 2-5)
Nereden çıktı bu konu?
Bir, şu ana kadar bana en çok sorulan sorulardan biri bu. İkincisi geçenlerde bir dost meclisinde bu mevzuyu konuşurken çok sevdiğim ve yaşı kemale ermiş bir ağabey, sanki yıllardır arayıp da bulmadığı cevabı bulmuş gibi sevinçle yanında duran eşine gülerek, “Şimdi oldu” dedi. “Benim cennetim aşağıda bulunan bütün aletlerimle birlikte marongaz atölyem. Oraya taşıyacağım hepsini.” dedi.
Bundan önce de bir tweette okumuştum hafızam beni yanıltmıyorsa: “Benim cennetim ne yeşillikler ne ırmaklar ne huriler gılmanlar ve ne yemekler meyveler. Benim hayalimde tasavvur ettiğim cennet rafları kitap dolu bir kütüphane.”
Şimdi ise çocukluğunu benim de çocukluğumun geçtiği mahallede tamamlayan sonra da babasının işi, eğitim ve çalışma hayatı dolayısıyla başka şehirlerde yaşayan candan bir akrabamın bana gönderdiği, “Benim cennetim!” dediği iki paragraflık tasviri oldu. İşte bu üç hadise benim konuyu buraya taşımama neden oldu.
O akrabam 6-7 günlüğüne sıla-yı rahim yapmış Tavşanlı’da yaşayan teyzesine; anne babası, eşi ve çocukları ile birlikte. Haliyle çocukluk günlerine gitmiş. Dolaşmış çocukluğunun geçtiği mahalle başta hemen her yeri. Bu sıla-yı rahim yolculuğu bittikten sonra da oturmuş evinde hafızanının yardım ettiği ölçüde geriye gitmiş, devam ettirmiş hayalen ve fikren maziye olan serüvenini ve özlemini. Yazdığı satırların başına da ‘Benim Cennetim’ demiş.
Çok şey buldum o satırlarda kendimden. Şimdi sizinle o satırları paylaşıyorum. Spesifik olarak mekân ve şahıs isimleri geçiyor. Hepimizin çocukluk ve gençlik serüveni vardır doğduğumuz, büyüdüğümüz topraklarda. İsterseniz siz de o spesifik yer ve şahıs isimlerini kendi isimlerinizle değiştirebilirsiniz.
“Merhameti engin Rabbim lütfeder bağışlar ve beni de cennetine alırsa “Silin buraları kendi cennetimi ben resmedeceğim” diyecek ve evin önündeki çınar ağacı ve çamaşırlıkla başlayacağım işe.
Hangi peygamber olursa olsun onlara komşu olmak bir şeref elbette ama ben onlara ilaveten tereddütsüz Şekerağaları karşıma İmamlarla Dalyanları iki yanıma alacak ve onları komşu olarak seçeceğim.
Ehli cennet, havz-ı kevserin başında kuyrukta izdiham yaşarken önümdeki ve arkamdaki insana tembih edip, “Yerim burası ha! Ben bir yere varıp geleceğim.” diyecek ve Kadirye Teyzemin evinde öşme kulak yapan gelinlerin tablalarının etrafında koşuşturup geriye döneceğim.
Varsın millet eşlerinin koynunda kendinden geçsin, ben terasta sarımsaklı yoğurtlu tirit yediğim bir yaz akşamında övezlerin sağımı solumu ısırmasına aldırmadan uyuduğum ninemin koynunu isteyeceğim.
Çeşit çeşit şaraplar içecekmiş ehli cennet, varsın içsin, ben Efkarların Hasan Ağanın kahvesinde kukaklarımı dedemin çekiç sesleri doldururken cam şişede limonata içmek isteyeceğim.
İnsanlar neşeyle cennet yamaçlarında koşuştura dursunlar, ben yine bir yolunu bulup ayağımı incitip ninemin kollarında kırıkçı-çıkıkçı Bakırlı’nın evinde alacağım soluğu. Ben acı içinde kıvranırken ninemin” sucuklar pişircen ben oğlumaaaa” rüşvetiyle teskin olacağım.
Herkes cennetin hangi katında hangi sevdiklerimi görebilirim diye hesap yaparken, ben çoktan kavruk leblebi kokularının sardığı kesme taşlı sokakta Dayı’mın sarı Audisinin ön koltuğunda ayaklarım yere değmezken kahkahalar eşliğinde belediye reisini eleştireceğim yine.
Birgün Dereli’de olacağım, birgün Göbel kaplıcalarında. Kâh Veli’nin fırınında pırasalı pide yaptıracağım kâh Kocagöz’lerin şekerli leblebileri dolduracak ceplerimi.
Kafamı çevirdiğimde Keçilerin Hesna Teyzemi Kur’an okurken görmek isteyeceğim çitili beyaz yazması başında olduğu halde. Kimi zaman da Tarelerin Hüseyin Abinin keyifli hikayelerini dinlemek hoşuma gidecek. Bazen da Tarelerin Emine Ablanın o tok sesiyle kocası Yılmaz Abi hakkındaki güle güle yaptığı o konuşmalarını dinlemek isteyeceğim.
Dedemle ninemin aralarına gireceğim gecenin bir yarısı. Onların sıcaklığıyla uykuya dalacağım. Çamaşırlığa da ineceğim zaman zaman; annemle teyzemin fiskoslarına ve kıkırdamalarına kulak kabartacağım.
Akşamları Dereli’de dayımın etrafında halkalanmış insanları görmek isteyecek, sohbetlerine kulak kesileceğim. Sohbetinin arasında çayımızı yudumlarken Avizeci Kemal Abinin hatıralarıyla kahkahaya boğulmak isteyecek, Şükrü Abinin o tatlı gülüşünü, Kuyumcu Ahmet Abinin gözü yaşlı halini, Tahir Abinin her daim tebessümle bakan yüzünü, Mustafa Abinin vakur duruşunu ve tabii ki Dümencinin kahkalarını görmek ve duymak isteyeceğim aynı sofrada. İşte bu benim cennetim, bu fotoğraf da o cennetten bir kare.”
Son cümleye dikkatlerinizi çekerim. Cennet değil, cennetten bir fotoğraf karesi. Benim de var böyle zihnimde canlandırdığım fotoğraflar. Bir gün nasip olursa paylaşırım sizinle.
Hocaefendinin de var. Efendimiz’in (sas) 23 yıllık hayatını dakika dakika izlemek istediğini söylemişti bir defasında bize. “Eğer cennete girersem Allah’tan muradım bu olacak” demişti. Bir tek istisnası var ama. Ne biliyor musunuz? Uhud savaşında Hz. Hamza’nın göğsünün yarılıp ciğerinin çıkartıldığı kare. “Cennette bile olsam o kareyi görmeye dayanamam.” demişti yaşlı gözlerle.
Hey gidi günler!
Ne günlerdi o günler! İhtimal benim yapacağım cennet tasviriinde bu hatıraların yer aldığı sahneler baş sıraya oturacak. İnşaallah birgün yazacağım. Yazacak ve sizlerle paylaşacağım.
Söz!
Herkesin cenneti kendi ailesidir.
Ahmetli nin köy kahvehanelerindeki
Yapılan çay sohbetleri.
İzmirli esnaf abilerimizin Ramazanlarda sahur için İzmirden Ahmetliye gelmeleri
gece saat 3 ler de fırından yeni çıkmış sıcak ekmekle sahurlar…
Farklı bir bakışla Cennet:
Bir yönüyle denilir ki, objektif, nesnel hiçbir şey yoktur. En nesnel dediğimiz ölçütler fiziki aleme göre ise, onda bile bir çeşit görecelilik, kıyas vardır. Bırakılan taş yere düşer ve kesindir, Evrenin neresine giderseniz gidin öyledir. Yer çekim ivmesi,a, bilmeniz ve yüksekliği bilmeniz yeterlidir. Kaç saniyede düşeceğini bulursunuz. Tersine, koca gezegenin a sını, bıraktığınız bir taşın kaç saniye de yere düşüşünü sadece ölçmekle bulursunuz. Bu da bir başka kesinliktir.
Yukardaki kesinlik düne kadardı. Atomun altına indikçe insan, şunu fark etti. Yukardan atılan taş, yere düşmeyebilirde. Hem düşebilir hem düşmeyebilir. Aslında aynı anda bu kesinliğe ulaşamayız. Esas gerçek olasılığıdır.
Nasıl yani dediğinizi duyar gibi oldum.
Uzatmadan söyleyim. Taşı kenara koyup, taşın atasına gidelim. Atoma. Çok olmamış, insanlık için dün sayılan zamanda, birkaç on yıl önce şu yapıldı. Bir atomun iki elektronundan biri 114 km uzağa gönderildi. Malum, hepimiz defalarca görmüşüzdür bir yerlerde resim olarak, atomun etrafında dönen elektronlar, bir yörünge de giderler. Biri diğerinin yoluna çıkmaz. Orbitralleri var. Ne zaman ki enerji veririz, yahut soğuturuz, işte bu yer değiştirmeler o zaman mümkün olabilir yahut titreşimler artar. İki cambaz nasıl ki bir ipte oynamazsa, ısıtılan atomda titreşen elektron diğerini de etkiler. Bildiğiniz titreşirler birlikte.
İşte tam da böyle bir şeyi yapıyorlar, 114 km uzaktaki elektrona enerji veriyorlar, ısıtıyorlar da diyebilirsiniz artık ne derseniz, lazer göndererek ısıtıyorlar diyelim biz, o tek başına gurbette olan 114 km uzakta olan atom lazerin etkisiyle titreşinde, bizim atomuna bağlı diğer elektronda titreşmeye başlıyor.
Nasıl yani deniyor tabi, birbirlerinden 114 km uzakta iki elektron, aralarında bir iletişim olmadan, sanki yanyana imiş gibi birbirlerini nasıl etkiler ki. Ne olursa olsun üstelik, bir yönüyle, elektromanyetik titreşim, dalga, bir çeşit fiziki etkidir ve yan yana olması lazım ki bunu titreştirsin. Yani, haberi de olsa, kendi kendine nasıl titretebilir ki diyorlar, ve işi büyütüyorlar ve araştırma başlıyor tabi.
Bir şekilde haberleştiklerini düşündükleri için asıl sorun, ona rağmen, BİLGİ nin, sadece iletilen bir BİLGİ nin nasıl olurda, fiziki bir etkiye sebep olduğu bu sefer düşünülmeye başlıyor. Neyse, işte bu elektronların titreşim zamanları bu sefer ölçülüyor.
Malum, 1 saniye, silisyum atomunun bir elektronunun iki titreşimi arasındaki geçen süre. 1 saniyeyi kimse çalamaz, çalarsa da anında tekrar buluruz. Bu kadar atomik bir ölçümüz var. İşte böyle saniyeyi milyarda bir hassaslıkla ölçen, atom saatiyle, bu iki elektronun titreşimlerini ölçüyorlar.
Sonuç inanılmaz, evet, aynı anda ikisi de titriyor. İsterse, ışık hızıyla gitsin, elektromanyetik dalgalar, Yol=Hız.Zaman formulüne göre yine de arada bir saniye farkı olması gerekirken, bu fark hiç ortaya çıkmıyor. Yanyana imiş gibi davranıyor. Bildiğiniz tam olarak orada imiş gibi anında titreşiyor.
Karışıyor mu kafalar karışıyor. E hani, biz bir taşı serbest bırakınca, yere düşme süresinden, koskocaman gezegenlerin yerçekimi ivmesini ölçüyoruz, formülümüzle gurur duyoyurz, bu kadar kesinlikte hesap yapabilen insanlık, ondan daha da basit, Hız=Yol.Zaman formülünü kullanarak ölçünce gerçeğe ulaşamıyor.
Formül yanlış olamaz, ama gerçeklik ise hiç ama hiç olamaz.
Formülüne güvenen insan, gerçeklik karşısında ortada kalıyor.
Mantık iflas. Makro dünyadaki mantık, mikro dünyadaki dünyada bildiğniz çöküyor.
Bir şekilde haberleşseler bile, mekansal etkinin böyle nasıl ortadan kalktığı, bir türlü anlaşılamıyor. E tabi, bu sefer, kuantumsal özellik gösteriyor BİLGİ denilip, zamanda yolculuk yaparak, bilginin zamanı geriye alarak, bilgiyi önceden ulaştırdığını söyleyenler de oluyor tabi.
Bildiğiniz zamanda yolculuk filminin içine düştük mü düştük. Rahmetli dedem olsa, balısı ne güzel şeyler bunlar hiç kafam almadı der geçer. Ama fizikçiler tabi bunu diyemiyorlar. Ama başka bir şeyde diyemiyorlar.
Ne diyorlar. Anomali, fenomen, paradoks. Çünkü, aklımıza göre, mantıksız.
Kant, Determinizm yere çakılıyor kısaca.
Bilimin en önemli belki de en en önemli varsayımı DETERMİNİZM çöp oluyor. Sebep sonuç ilkesi.
Tabi bunu diyemedikleri için fenomen diyorlar kenarda dursun bu iş.
Bunları neden anlattım, en akıllılarımız bile, fizikçilerimiz, şunlarımız bunlarımız, gözümüzün önündeki olayı anlayamayıp, mantığım iflas etti diyor.
Evet yanlış duymadınız, dünyanın en büyük beyinleri, MANTIK şeyi sorguluyor artık. Sağduyunun atom altı dünyada geçmediği söyleniyor hem de koca koca belgesellerin içinde.
Cenneti anlamak için emek sarfetmeden daha önce, gözümüzün önündekini anlayamayan kavrayamayan, hafsalasına alamayan bir yapımız, beynimiz, anlayışımız var kısacası.
Kesinliklerin dahi çöpe gittiği, olasılıkların bir evren olarak bilim olarak karşımıza çıktığını kabul ediyoruz artık.
Niye atom altından girdin arkadaşım derseniz de, üstünü anlayabilmek için. Üstünde dokunmuyoruz biz dendiğinde gülenler, artık gülmüyor ciddi ciddi düünüyor. Evet temas yok. Dokunma denilen eylem yok.
Neden atom dediğmiz şeyler o derimizin en en en ucundaki atomlar ve etrafında dönen elektronlar aslında koca bir boşluk oluşturuyor. Elektron hem madde hem dalga olarak davranıyor üstelik anlaşılamayan bir fonksiyon dalgası şeklinde.
Demem o ki, tokalaştığımızda, bebeğimize sarıldığımızda ona sarılmıyoruz. Bir çeşit sıkıştırılmış elektromanyetik alan oluşturuyoruz. Bildiğiniz birbirini çeken iten, mıknatıs mantığıyla, zıt kutuplar, aynı kutuplar vb mantık tam doğru olmlasa da bu duruma, bir çeşit böyle bir etkiyle temassız temas ediyoruz.
Sebebi de basit, atom altında maddenin olmaması, kaybolması, madde dediğimiz şey, madde olmayan şeylerden oluşuyor. Sicimlerden oluşuyor diyenler çoğunluğa çıkmaya başladı hatta bu günlerde.
Sicim dediysem, iplik değil, elektriksel çıtır çıtır titreşimler. Titreşimiz biz. Hava civa deriz ya, bir yönüyle öyleyiz. Bilgisayarda tv de film izlerken aslında gördüğümüzşeyler, piksellerden oluşuyorsa, böyle iyice yakından baksak o pikseller de elektriğin üzerinden geçtiği transistörlerden ve GUI ekran kartından oluşuyorsa, bunu nasıl anlıyorsak, işte aslında içide yaşadığımız maddi evrende böyle birşey.
TV de film izlerken adama nasıl dokunduğunda cızırttt edip eline değen tek şey, ekranın elektriği, temas yok,aslında bizde öyleyiz kısaca. İnsanlar, taşlar, ağaçlar hepimiz, atomik dünyanın hepsi böyleyiz.
Yokuz biz aslında bir yönüyle, var isekte elektriksel alanlardan, manyetik alanlardan oluşan bir temelden gelen varlıklarız, Metaverse diyorlar ya hani, şimdilerde üç boyutlu hale getirilyor, onun çok çok geliştirilmiş, bionikleşmiş, bir haliyiz. Mükemmellikte burada.
Yoktan var edilişin bu olağanüstülüğü.
Konu dağılmasın da hatta tam bu nokta da, KIYAMET kavramı akla geliyor da. Nasıl ki elektriğin fişini çekince, devasa ekran kapanıyor onca şey içindeyken, işte maddi dünyanın özü de bu elektriksel, elektromanyetiksel alan ise, pat birden silinip gidebilecek.
En azından, insanın ulaştığı nokta da, izahı böyle yapılabilir. En azından ben böyle yapıyorum. Dev binlerce ekranı koysanda, fişini çekersen hepsi anında yok olur. Bu atomik dünyanın kıyameti de, yaratıcı için, Allah için bu kadar kolay basit.
Ol emrini bazen böyle düşünürüm.
Windows da hani GOD MODU var, tanrı modu var, birde meselenin bu yönü var ki, o kodu yazdın mı , bilgisayarın çoğu yönetim özelliği sana gelir, işletebilirsin. Bunun gibi, MADDİ evrende, böyle kodlar olması, özü itibariyle elektrik sinyalleri olan atomlardan oluşytuğu düşünüldüğünde, elbette kodsal şeyler var.
Belki de ettiğimiz dualar, ayeti kerimeler, böyle bir etki yapıyor.
Ama nasıl etki. Samimiyet, ihlas nereye gitti derseniz. Az önceki, deneyi hatırlatarak derim ki, Nasıl ki, uzaklardaki bir BİLGİ, bir başka elektrona ulaşınca titreşiyorsa, belki de, samimiyetin, ihlasın, tazarrunun, niyazında böyle BİLGİ sel bir kodu var ve etkiliyor işte.
Peki, dualara icabet etmesi ama hemen kabul edip etmeme de beklemesi, daha iyileriyle değiştirmesi ne olacak, anlattığın sistem, bir çeşit işleyiş, o zaman Cenabı Hakkı aradan mı çıkartıyorsun diyenler olabilir. Ben bunu işte, tam da bu noktadan ele almak istiyorum. Bu nokta belki de en kritik noktalardan. Ve yeterli değiliz, cevabım. Evet, güzel bir düşünce ve BİLMİYORUM. Ama bildiğim nokta itibariyle, söylediklerimin izah olabilecek mantıkta olduğunudüşünüyorum.
Mantığı yere atmıştım ama az yukarda mantık dedim farkındayım, izah edeyim.
Mantık kendi işleyiş sistemi içinde mantık. Yani makro alemdeki kurallar, kendi içinde tutarlı geçerli. Determinizm, sebep sonuç mesela bizim boyutlarımızda, makro cosmos da, geçerli.
Olasılıklar ise, bir kanun olarak atom altı dünya da geçerli.
Olasılık, bir şeyin bilimsel KESİNLİĞİ atom altında,
Kesinlik, bir şeyin bilimsel Kesinliği makro boyutta.
Kastım o.
Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, yukarda hep atomik dünyadan, Maddi evrenden bahsettim.
Sebebi basit, evren sadece maddi evren değil.
İnsanın zaten en büyük hatası bu. Atomik dünyadan, baryonik dünyadan oluştuğumuz içni, yani MADDE dünyasından olduğumuz için, herşeyin aslı sanıyoruz.
Üzgünüm, evrenin sadece yüzde 4-5 i baryonik dünya imiş, atomik dünya. Evet yanlış duymadınız.
Geri kalan, karanlık madde denilen, karanlık enerji denilen şeyerle dolu. Karanlık dediğimize bakmayın diyor bilim adamları, aslında hiç mi hiç birşey bilmiyoruz. Bilmediğmiz için madde dioyruz birine, diğerine enerji. Madde demelerinin sebebi, karanlık maddeye, çekim fark etmeleri, enerji demeleri de başka bir sebepten.
Ama hepi topu bu kadar hiç ama hiçbirxeş bilmiyoruz.
İnsanın küstahlığı da burda, bilmemesinde başlıyor işte. Bildikçe bilmediğni görüp, kenara çekilenler tabiki ayrı müstesna.
Ne yani şu toz olmuş kemikleri mi tekrar Allahın senin diriltecek deyip Peygamberimizle dalga geçen cahiliye devri insanları bugüne gelseler, gülünç duruma düşerler.
Evet, mikrobiyoloji gen teknolojisi şu bu, kök hücre den yola çıkarak, yeniden ona bir hayat verme olabilir mi sorusu ve aslında şöyle şöyle şartlarda olabilir ama teknik yetersiz cevabı günümüzde artık akıllı akıllı insanlardan duyuluyor
Yani, evet o kemiklerden yola çıkarak o bedenler yeniden ortaya çıkabilir.
İşte Cennet Cehennem mantığına da buradan gitmek istiyorum.
Biz daha gözümüzün önünde, kendi içinde yaşadığımız maddi dünya ile az içindeki atom altı dünyaya gelince, vitesimiz geriye gidiyor, ayarlarımız şaşıyor anlamıyoruz ve diyoruz ya, paradoks, fenomen bu.
Daha bunu bilmemekte acizliğimiz maddi boyutta ve evrenin geri kalanını ise hiç mi hiç algılayamıyor, ne karanlık maddeyi, ne karanlık enerjiyi. ve daha ötesi anti maddeyi. Hal böyleyken, Cenneti anlayıp anlamamaktan konuşuyoruz.
Gözünün önündekini anlayamıyoruz.
Anti madde dedik de sanki avcumuza mı aldık, yedik içtik mi, dokunduk mu. hissettik mi hayır. ne karanlık enerjiyi ne karanlık maddeyi. Tekrarlarsam, daha kendi yapıldığımız malzeme atomik malzemeyi anlayamıyoruz.
“Ben aslında YOĞUM” diyen bir film repliği var dimi. İster inanın ister inanmayın, VAR olmadığınızı söylüyor bilim. Aslında var bile değilsiniz. Varsanız da işte böyle birşey, Varmış sandığınız bir şey. Elektriksel titreşimlerden oluşan bir URBA , Beden.
Sözün özü şu. Cenneti Cehennemi anlayamayız. Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) in dediği üzre, ne aklın hayal ettiği, ne de fikrin izah edebildiği bir yer. Sınırlı şeyler sınırlarının dışına çıkamazlar.
Şimdi tam da paralel evrenlere girip, daha bütün bunların geçtiği kendi evrenimizi tanımadığımızı kenara koyup, böyle bambaşka fizik kurallarıyla, gerçekliklerle, kesinliklerle, yahut olasılıklarla oluşmuş EVRENLER var desem, ki ben demiyorum teorik fizikçiler var olmaları gerektiğine işaret ediyor, ONLARI izah edemiyoruz da,
sıra Cenneti Cehennemi izah etmeye mi geldi.
Ahmet Kurucan hocanın yazdıklarını okuyunca, hep bunlar konuşuldu tartışıldı deyince bunlar aklıma geldi.
Cennet ve Cehennem bahsi aslında bitmiştir bu devirde.
Cehennemin ateşi, 70 perdeden geçmiş ateştir mealinde söylerken Efendimiz (s.a.v), bilmeyebilirdi insanlar ateşin derecesini ama, bugün güneşin sıcaklığı, ötesi, bir nötron yıldızının içindeki basınc ve sıcaklık, nötron patlamalarında oluşan MİLYARLARCA DERECE sıcaklık, gözümüzün önünde.
Bir oyuncak gibi Allah MİLYARLARCA DERECE ATEŞİ, 1 MİLYON DÜNYAYI içine alacak büyüklükte bir top şeklinde patlatıyor gözümüzün önünde.
Sen sanma insan, komik say, Cehennem diye, Sırf şu an gökyüzünde gördüğün yıldızlar bile, dünya ateşinden kaç bin kat fazla.
Ben o nedenle zaten , 70 kattan süzülmüş benzeri hadisleri okurken, bunun bildiğimiz geometrik bir artış olduğunu düşünüyorum. Tevil getirirsem ancak bu aklıma geliyor, zira daha gözümüzün önünnde MİLYARLARCA DERECE sıcaklık var. Senin benim dünyanın çekinrdeğinin güneşin ateşinin derecesi binler, milmyonlar derece ancak.
Cehennem kısaca gözümüzün önünde göğe hergün baktığımızda görüyoruz, onlar cehennem olsa o yıldızlar yok denmez, gayet can yakıcı ateşler, Allah muhafaza.
Ya cennet. İşte onu görmedik, ona da Hadisin güzel beyanıyla aklımız yetmez.
Ve şunu biliyoruz ki, EVET AKLIMIZ YETMİYOR.
AKLIMIZ HİÇBİR ZAMAN DA YETMEYECEK.
Bunu dabir sınır olarak efendimiz söylemiş zaten.
Belki kıyas edebileceğiz.
Ama şimdilik hele bir şu kuantum dolanıklığını, olasılıklar evreni kanunu anlayalım.
Ahmet Kurucan hocamıza da bu yazıya teşekkürü borç bilmenin ardından şunu söyleyerek bitireyim.
Değerli hocam, ilahiyat dünyası bunları anlatmakta zorlanıyorlarsa, bir fizik öğrencisini gönderelim hemen izah etsin bunları.
Bu tartışma 20. yy da bitti.
Bu tartışma, bu kibirli eleştiri biteli inanın çok oldu.
Üstadın, 10. sözde küfrün beli kırıldı dediği gibi,
son çıkan bilimsel gelişmeler, tokat gibi vuruyor herkese.
Sadece akıllıca bu anlattıklarımı biri, benim gibi yalap şalap yazmadan,
bir toparlasın yazsın YETER bu.
Cennet hak, Cehennem hak.
Rabbim bu yazı hatırına, onun kudretine, büyüklüğüne, azametine sığındığım, ve hayran olduğum şu tuhaf ruh halim hatırına,
okuyan herkesi, sevgili yazarımızı, sizi, bizi, tüm ümmeti muhammedi affetsin, cennetine alsın.
Amin..
Bir solukta yazdım, okuma fırsatı bulamıyorum, hatalarım için özür dilerim.
Hürmetle..
Sayın Ahmet bey,
Siz kendinize göre bir dünyada yaşıyorsunuz. İnsanlar ne haldeler gerçekten farkında mısınız! halinizden belli.. Fildişi kuleden sesleniyorsunuz farkında mısınız?
Cemaatin önde gelen patronları kampı da cemaati de ele geçirip Hocaefendiyi bile etkisizleştirme dahil kendilerine göre bir yapı oluşturduğunu düşünüyorum artık!
Yazık etmişiz biz de kendimize yeni anladım. Size itimat etmekle yanılmışım. Hakkımı helal etmiyorum size! Yazıklar olsun ne diyeyim