YORUM | M. NEDİM HAZAR
Netflix’te yayınlanan Jill Dando üzerine yapılmış bir belgesel üzerine çalışırken düştü önüme. Bildiğiniz üzere, seçimlerden bu yana siyasetin o tiksindirici bataklığından kurtulmak istediğimi, sanat ve sosyoloji üzerine yoğunlaşmak istediğimi defalarca belirtmiştim. Ki son birkaç aydır hiç de fena olmayan işler üzerinde çalıştım.
Malum, halen devam eden bir Christopher Nolan dosyamız var.
Gelin görün ki, bazen hakikate olan hürmetiniz o kadar ön plana çıkıp vicdanınızı tırtıklıyor ki, dayanamıyorsunuz.
Bu yazı da böyle bir rahatsızlığın neticesinde ortaya çıktı.
Her zaman yaptığımız gibi kronolojiyi bozmadan ve anlamayı zorlaştırmadan, basitleştirerek meramımı izaha çalışayım.
Direkt iktidar mecrası olan TRT’den aynen paylaşıyorum:
“Adnan Oktar’a 8 bin 658 yıl hapis cezası…
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi, Adnan Oktar ile birlikte 14 kişinin, 8 bin 658’er yıl hapis cezasına çarptırılmasıyla ilgili 73’ü tutuklu 215 sanıklı davada verilen hapis cezalarını onadı.
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 1. Ceza Dairesi, İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesince 16 Kasım 2022’de 215 sanık hakkında verilen karara, sanıklar, avukatları ve müdahillerin yaptığı istinaf başvurularını inceledi.
Daire, 231 sayfalık kararında 73’ü tutuklu 215 sanık hakkında İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesince verilen kararı yerinde gördü. Daire, bazı sanıklar hakkındaki istinaf başvurularını düzelterek reddetti.
Adnan Oktar silahlı suç örgütüne yönelik davada verilen kararın istinaf tarafından usulden bozulmasının ardından 72’si tutuklu 215 sanığın yeniden yargılandığı dava 16 Kasım 2022’de karara bağlanmıştı.
Mahkeme, sanık Adnan Oktar’ı “örgüt yöneticiliği”, “cinsel istismar”, “eğitim hakkının engellenmesi”, “eziyet”, “kişiyi hürriyetinden yoksun kılmak” ve “kişisel verilerin kaydedilmesi” suçlarından toplamda 891 yıl hapisle cezalandırmıştı.
Heyet ayrıca Oktar’ı yönetici konumunda bulunduğu için diğer sanıkların suçlarından da sorumlu tuttu. Oktar, diğer sanıkların cezalarıyla birlikte toplamda 8 bin 658 yıl hapse mahkum edilmişti.
Mahkeme, örgüt elebaşı oldukları iddiasıyla yargılanan sanıklar, Alev Babuna, Aylin Atmaca, Ayşegül Hüma Babuna, Bora Yıldız, Ulviye Didem Ürer, Yeliz Sucu, Merve Büyükbayrak, Sinem Hacer Tezyapar, Tarkan Yavaş, Halil Hilmi Müftüoğlu, İbrahim Tuncer, Mehmet Noyan Orcan ve Fatma Ceyda Ertüzün’e de benzer suçlardan ayrı ayrı 8 bin 658 yıl hapis cezası vermişti…”
Bir an için şöyle düşünün…
Bir gün kafede bir adamla karşılaştınız ve size hapisten af ile çıktığını söyledi. “Af çıkmasa kaç yıl yatardın?” diye sorduğunuzda ise size cevap olarak şu rakamı verdi: “8 Bin 658 yıl!..”
Acaba ne tür bir suç işlemişti ki, böylesi korkunç bir ağır cezaya çarptırılmış olabilirdi ki?
Hemen birkaç örnek vereyim.
James Eagan Holmes…
2012 yılında bir sinema salonunda çıkardığı yangınla yakalanmış ve 24 kişinin cinayeti ile yargılanmıştı. Ruhsal sağlığının bozuk olduğu gerekçesiyle tartışmalara yol açan 42 duruşmadan sonra 140 kez saldırıya teşebbüs ettiği ve evinde patlayıcılar bulunduğu için 12 kez ağırlaştırılmış 3 bin 318 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı.
İspatlanabilen suçlarına bakılırsa en az 24 kişiyi canavarca hislerle öldürmüş, 140 saldırı girişiminde, sayısız kundaklama eyleminde bulunmuştu Holmes.
Evet, binlerce yıllık mahkumiyetle sonuçlanan sözde yargılamalar vardır tarihte ancak bunların hepsi bir savaş ya da darbe sonrası iktidarı eline geçenlerin düşmanlarını yok etmek için yaptıkları sözde yargılamalar sonucudur. 8 bin 500 yıl nasıl bir kinin eseridir kardeşim!
Adnan Oktar ve arkadaşlarına verilen 8 Bin 658 yıllık cezaya bakılırsa, bu şahısların nasıl bir toplu katliam yapmış olabileceğini hayal bile edememek gerekiyordu.
Bırakınız binli rakamlar küsuratı bile korkunç yahu; 658 sene…
Ergenekon zihniyetini yedeğine alan siyasal İslamcı iktidarın nasıl bir gözü dönmüşlükle hukuku paçavraya dönüştürdüğünün çarpıcı bir örneği.
Bunlar yeni ve bilinmeyen şeyler değil.
Gofret reklamından darbe ve vatan hainliği çıkaran Siyasal İslam rejimi ve aparatlarının nasıl bir ruhsal sapma içinde olduğunu yazmanın malayani bir şey olduğuna inanıyorum.
NASA’da çalışan birini bir vatandaşın “CIA’da çalışıyor sanırım” diye ihbar etmesiyle yıllarca hapiste tutmasını hangi mantık ile izah edeceksiniz ki!
Aslında beni şaşırtan şey bu değildi.
140 Journos diye bir Youtube kanalı var.
Yaptığı belgesellerle biliniyor.
Zaman zaman bu köşede yaptığı çalışmalardan bahsetmişimdir, belki hatırlarsınız.
Kendilerini şöyle tanımlamışlardı: “Ana akım medyanın filtreli habercilik anlayışına tepki olarak özgür haberciliği savunan bağımsız karşı medya hareketi.”
Açıkçası arkasında kimler olduğunu, ne gibi bir gizli/açık amaçları bulunduğunu bugüne kadar araştırma gereği hissetmedim, çünkü yaptıkları işler, tamam aman aman işler değildi belki ama en azından mümkün mertebe gazeteciliğin evrensel sınırları içinde gibi görünüyorlardı.
“Gibi” dememin sebebi ise yaptıkları son “Kedicik” belgesel görünümlü infaz bandı.
Dikkat buyurursanız “belgeselimsi” bile demiyorum, “görünümlü” diyorum zira tüm hataları, saçmalıklarına rağmen belgeseli izleyip bitirmek isterken bir hayretten diğerine öyle bir savruldum ki, işin içinde aptallık, saçmalık, acemilik gibi iyi niyeti zedelemeyen defolar aramaktan vazgeçtim. Tamamen art niyetli ve hatta düşmanca, insanlık dışı, temel insan haklarına aykırı bir kurgu ile karşı karşıya kalmıştım.
Önce, “iktidar için kendini patlatan birileri daha” diyerek boş vermek istedim.
Öyle ya özellikle son seçimler öncesinde bu iktidar can havliyle kimleri patlattırmamıştı ki, Tuncay Özkan’dan Halk TV’ye, Abdullatif Şener’den Sinan Oğan’a kadar bir dolu ruhunu uçuşa satmış zavallılar gurubu!
Dikkat buyurun Ergenekon’un muhalif görünümlü “şahin”lerinden bahis bile etmiyorum, onlar ve iktidarın açık leşkerleri bir yana, onlar için tek kelime harcamak bile zaid gelir bana.
Şimdi kalkıp sıfır altyapı ile Kedicik’de Mehdilik hakkında atıp tutan zırtapoz vitaminsiz elemanları mı anlatayım size!
140 Journos, iki günden beri radarıma takılı durumda.
Son infaz videolarından sonra, geriye doğru tekrar başka (şüpheci) gözle yaptıkları çalışmaları incelemeye başladım. İtiraf edeyim, haklarını teslim ettim.
Bu kadar uzun süre taklit yaparak vaziyeti idare etmek hakikaten taktire şayan bir durum.
Ki özellikle İngilizce yayınlarına filan bakarsanız, kendilerini ciddi ciddi “Independet” ve “reference” olarak görüyor, öyle oynuyorlar oyunlarını.
Açıkçası hala tam olarak anlayamadığım şey, kendilerini patlatmak için neden bu meseleyi seçmiş oldukları. Öyle ya, böyle bir fedailik yapacaksanız, önümüzde yerel seçimler, olmadı Tayyip’in tamamen tekaüde ayrılma süreci var, oralara kadar götürsenize oyunculuğu!
“Acaba” dedim, “Osman Kavala meselesinin çok gürültü koparmasından tırstıkları için mi, böyle bir itibar infazı yaparak kendilerini patlattılar?”
Öyle ya, özellikle AİHM’nin son kararı ile beraber, hassaten uluslararası platformlarda oldukça eziklenmeye başlamışlardı. Belki baskı tahminimizden daha fazlaydı ve krizi kontrol etmekte epey zorlanacaklarına inanmışlardı.
Bilemiyorum, bunlar kendi kendimce yaptığım tahmin ve çıkarımlar.
Tıpta tedaviden teşhise gitmek, diye bir durum var bilir misiniz?
Bir maraza müptela olursunuz ama kimse teşhis edemez. Durum böyle olunca başlarsınız tedavi yöntemleri denemeye, hangisi işe yararsa onun hastalığına düçar olduğunuza karar verir hekimler.
Ekşi Sözlük gibi nispeten özgür platformlarda, hiç olmazsa en azından birkaç kişinin bu zokayı yutmamasını beklerdim ama heyhat.
140 Journos’un infaz videosuna özellikle Ergenekon ve iktidar cenahından gelen aşırı koltuk vermeyi görünce, teşhis uzun sürmedi.
İşin dibacesi böyle.
Gelelim Adnan Oktar ve cemaatine.
Üniversite’de öğrenciyken Adnan Hoca ile aynı sokakta (Ortaköy) oturuyorduk. Hayatta mı bilmiyorum, annesiyle aynı bakkaldan alışveriş yapıyorduk ve sıklıkla karşılaşırdık. Kimi zaman da Fındıklı durağından binen Oktar ile karşılaşırdık. Okulu bilerek uzattığından filan bahsederdi. Nurcu takılırdı ama görüntüsüyle Fatih Çarşamba cemaatinden gibiydi. Islak ve ortadan ayrılmış saçlar, abartılı misk kokusu, gösterişli sakallar vs. Öğrenci bileti attığında şoförün “Hacı amca paso” diye sorduğunu bile hatırlarım.
Sonra Ergenekon’un ilk hamlesi ile hapse girme, orda gördüğü muamele, yavaş yavaş eksen kayması, ardından yepyeni hayat katmanını keşfetme, hedonizm bağımlılığı ve sonrası bilinen hikaye.
Cemaat diyorlardı kendilerine. Üniversitenin ilk yılında Adnan Hoca ile tanışmıştım, kaç yıl geçmesine rağmen hala mezun olmamış okula gidip geliyordu, üniversitenin son yılında ise Adnan Hoca’nın en esaslı adamlarıyla tanışma imkânım oldu. Yani 4-5 yılda inanılmaz dikey bir tekâmül söz konusuydu Adnan Oktar’ın kişisel menkıbesinde.
Netflix’te geçtiğimiz hafta gösterime giren bir film var.
Benim favori aktörlerimden Benicio Del Toro’nun huysuz ama külyutmaz bir dedektifi oynadığı (bu arada Wikipedia’sını hazırlayan her kim ise güncellesin, 2015’te kalmış) Reptile. (Sürüngen)
Justin Timberlake’yi ilk kez eli yüzü düzgün rol yaptığından dolayı mı, gençliğimin ortalığı yakıp kavuran yıldızı Alicia Silverstone’u tekrar görmenin şaşkınlığı mı, Brad Pitt’in gölgesinden dolayı büyüyemeyen bir ağaç gibi sanat hayatı olan zavallı Michael Pitt mi, yoksa Benicio ustayı özlediğimden midir (En son dondurma reklamında görmüş bozulmuştum. Müslüm Gürses’i kola reklamında oynatan sektör ona ne yapmazdı ki!) nedir hoşuma gitmişti film. Hatta bir ara, acaba yazsam mı filan diye düşünmedim değil. Dünyanın BKM’si (Erdoğan ve Akpınar ikilisi affetsin) olan Netflix’ten böyle işler çıkması sıradandı aslında. Hadi hazır bahsini açmışken yazayım, Reptile, sürüngen demek ve fena halde yozlaşmış bir polis sisteminin içerden çökertilmesini anlatıyor. İşin emlakçılık, lüks hayat merakı, eski eş takıntısı gibi alt ayrımları var ama, üstat Del Toro’nun peşine düşünce hepsi boş beleş geliyor.
Neyse bu Reptile, bir cinayet ile başlıyor. Bir kadın bıçakla öldürülüyor, 30 bilmem kaç kez bıçaklanmış ve son darbe kemiğe saplanmasa belki bir o kadar daha darbe olacak zavallı kadın. Adli tıpçı, “bu bir nefret cinayeti”, diyor. Gerekçesi de var, son darbede bıçak kemiğe öyle bir girmiştir ki, çıkarmak için kemiği kesmek zorunda kalmışlardır!
İşte 140 Journos’un infaz belgeseli de bende bu hissi uyandırdı, aşırı sayıda bıçak darbesi ve en önemlisi öylesine büyük bir kinle saplanıyor ki, kemiği bile delip geçiyor, bıçağı geri çekmek için kemiği kesmeniz gerekecek!
Benzeri bir nefret bıçaklamasını, Adnan Oktar ve arkadaşlarının yargılanmasında da görmüştük. Hoş son 15 yıldır hangi hukuki davada benzer bir hukuk cinayeti işlenmiyor ki, değil mi?
Bu tür kült yapılarda görünürde çok akıllı ve mantıklı kişiler olabilir. Ancak, bir süre sonra kendi gerçeklikleri o kadar çepeçevre kuşatır ki, (Tıpkı Siyasal İslamcıların ve Ergenekoncuların, ve de nispeten bazı cemaatçilerin kendi evrenleri gibi) gerçeklikten ne kadar koptuğunuzu fark edemezsiniz.
Adnan Oktar ve sevenleri bu sebeple başlarına gelen bu zulüm için her zaman İngiliz Derin Devleti’ni sorumlu tuttular. Kitaplar yazdılar, açıklamalar yaptılar, kendi televizyonlarında adeta kendilerini parçaladılar!
Hiçbir mantıklı gerekçe olmasa da Oktar’ın kurduğu retorik onları ikna etmişti bile. Vaktiyle boğazda batan tankeri kıyamet alameti diyerek, Hadisle destekleyip kitabına koyan kafa, İngiliz Derin Devleti’nin işini gücünü bırakıp bunların pavyon bozması alemine de takacaktı?
Baktılar olmadı, “Tayyip abinin haberi yok bu yapılanlardan” diyerek nafile bir çabayla seslerini Reis’e duyurmaya çalıştılar. Bunu yaparken rejimin FETÖ diskurunu filan da kullandılar pragmatistçe. Ancak işe yaramadı, yarayamazdı da… Çünkü onlara yapılan bu zülüm bizzat Erdoğan emri ve iradesiyle gerçekleşiyordu.
Ve kaçınılmaz son durağa varınca, şimdi çaresizce 140 Journos gibi mecraların, hesapta olmayan ekstra şoklarıyla sarsılıyorlar.
Seçilmiş kişi ve kedicikler!
“Hakkın hatırı alidir” der eskiler.
Bediüzzaman Sıkı Yönetim mahkemesinde savunma yaparken, (pencereden dışarda asılan insanları görmektedir) şöyle geliştirir bu düsturu:
“Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız hak sağ olsun.”
Adnan hoca meselesinde aynen böyle bir pozisyondayım.
Evet, itiraf edeyim benden daha rahatsız olan yoktur Adnan Hoca’nın tarz-ı yaşamından. Değil İslam, normatif insanlık sınırını bile zorladığını düşünmüşümdür hep. Kurduğu yapay ve sanal kendi uzayında, kendi kendine “Mehdi” rolü oynayıp dururdu. Bunu yaparken de “adamın fol diyor” türünden “Ben bir şey iddia etmiyorum aha da hadislere bakın” filan diyordu çarpıttığı hadisleri göstererek. Ve evet marazi bir tipoloji olan lider (Oktar), zengin ve zeki Crème de la Crème orta yaş ve ihtiyar kurtlar, fakir ama yakışıklı genç erkekler, sonradan estetikle kurtarılmaya çalışılmış, şişirilmiş, sarartılmış çirkin ama zengin kızlar, fakir ama güzel genç kızlardan oluşan bir evreni vardır Adnan Oktar’ın.
Düşünün siz Mehdi’siniz dünyanın en berbat, zalim, zıvanadan çıkmış döneminde vazife yapacaksınız, gelip evden bozma bir stüdyoyu pavyondan hallice bir mekana çevirip her akşam alem yaparak insanlığı kurtaracaksınız!
Bu saçmalığın, eğer suç işlenmişse ayrı, muhatabı hukuk değil psikiyatridir!
Bütün bunlar, bilmem kaç bin yıl ceza almalarına, mallarına mülklerine el konulmasına, kendilerine selam verenlerin bile yüzlerce yıllık cezalar çarptırılmasına itiraz etmemeyi gerekli ve haklı görmez.
Ve evet, her gün televizyon ekranında kenar mahalle düğününden hallice, Kumkapı pavyonlarından bir tık ilerde, etiler barlarından bir tık aşağıda görünümle mekanlarda kendi kendilerine eğlenmeleri acınmaktan daha fazlasını hak etmektedir.
Ancak bu kitschlik, İslam sınırlarını epeyce zorlayan durum, belgesel adı altında infaz filmi yapmayı, üstelik bunu saçma sapan bir kurgu, müzik ve en önemlisi gazetecilik cinayeti işleyerek yapmayı haklı ve mazur göstermez.
Narsist, fıtığı iri, içinde bulunduğu kuyunun ağzını gökyüzünün büyüklüğü zanneden, marazi bir adamı askeri casus, vatan haini filan diye itham etmek, ona göre ceza vermek ve hayasızca itibar suikastı yapmanın gerekçesi olamaz ve olmamalıdır.
Eğer böyle bir şey yaparsanız birkaç iddia artık tartışılmaz bir hakikate dönüşür.
Bir, siz gazeteci değilsinizdir, ancak bugüne kadar bunu ortaya çıkaracak derecede cüretli olmamışsınızdır.
İki, İktidarın ya da paydaşlarının kontrolünde olduğunu başarıyla gizlemişsiniz.
Üç, her şeye rağmen; gazetecilikle alakasınız olmaması, iktidara gizli uşaklık vs. içinizde vicdan denilen insani bir unsur bulunmamaktadır.
Ve acı ve ne yazık ki, berbat bir sanatçısınız. Kötü kurgunuz, dramatizasyonunuz, seslendirmelerinizle ancak Flash TV dramaları düzeyinde iş kotarabilmektesiniz.
Hani tamam bir foyanın ortaya çıkışı talihsizliği ve kendi kendini patlatma eylemidir bu belki ama belgesel filan değildir Kedicik isimli ucube. Birbirimizi kandırmayalım.
Ezcümle; Kedicik belgeseli bir Siyasal İslam-Ergenekon ortak yapımı iş olduğu çok açık olan, siyasi iktidardan belge, bilgi ve personel desteği aldığı kesin, metin desteğinde de hiç cimri davranılmamış, maddi desteği hakkında tahminlerimin olduğu ama kanıtlayamayacağım bir operasyon çalışması görünümündedir.
Bir tanecik bile olsa, hani dostlar gazetecilikte görsün babından, bir karşı görüş, bir objektif cümle, kibrit kutusu kadar vicdan kırıntısı olmaz mı be kardeşim!
Nerede biriktirdiniz bu kini, nasıl bir bedele sattınız bu mesleği?
NOT: Bu zorunlu ara yazı sebebiyle okurlarımdan özür diliyorum Nolan incelememiz devam edecek elbette.