YORUM | SEYİD NURFETHİ ERKAL
(Son yazımıza gelen bazı geri bildirimler sebebiyle bu yazıyı kaleme almak gerekti.)
Malum olduğu üzere “İblis’in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir. Şu zamanda, hususan maddiyyunların felsefeleriyle zihni bulananlar bu bedihî meselede tereddüt gösterdikleri için” (13. Lem’a) bir miktar izah gerektiği anlaşılıyor.
Kur’an-ı Kerim ilk ayetlerinden itibaren “(Onlar) gayba iman ederler.” (Bakara, 3) diyerek metafiziğe inanmanın imanın lazımı olduğunu bildirmiştir. Melekler ve ruhanilerle birlikte cinlerin de bu metafizik alemde büyük bir sınıf teşkil ettiği her müminin mâlumudur.
“Böylece biz, her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.” (En’am, 6/112) ayetinden anlaşılacağı üzere insanlarda olduğu gibi cinler arasında dahi fesadı planlayan ve yayan bir kısım vardır ki şeytanlar tabir edilmektedir. Bunların en başında yer alan ise İblis’tir.
Resulullah (s.a.s.) Efendimiz Ebu Zer (r.a)’e:
‘Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?’ buyurmuştu. Ebu Zer:
‘İnsanın da şeytanları var mıdır?’ dedi.
‘Evet onlar, cin şeytanlarından daha zararlıdır.’ (Müsned, 5/165, 178; Taberani, Kebir 8/217)
buyurarak her iki sınıf şeytandan da Allah’a sığınmayı emretmiştir.
Üstadımız Bediüzzaman da “Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar” (Hutuvat-ı Sitte) diyerek Efendimiz’in haber verdiği şeytanın vekili olan bu insî şeytan(lar)a dikkat çekmiştir.
“Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’al ve a’mâl-i beşeriyede bazı harika fertler bulunur. O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahrleridir, yoksa medar-ı şeâmetleridir. Hem gizleniyorlar; adeta birer şahs-ı mânevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler. Sair fertlerin her birisi, o olmaya çalışır ve o olmak ihtimali var. Demek, o mükemmel harika fert mutlak, müphem bulunup, her yerde bulunması mümkün.” (24. Söz)
Evet bu şahıslar ister hayır ister şer cephesinde saf tutsunlar, istidatları itibariyle bir nevi harika fertlerdir. Bu şahıslar şeytan gibi “Ben ondan daha hayırlıyım.” (Sad, 76) diyerek, akıllarına güvenip, istidatlarını enaniyetleri hesabına, nübüvvet terbiyesi haricinde, şer istikametinde işlettiklerinde; şerirlerin adeta ustabaşısı konumuna geçmektedirler.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem); “Allah’ım, şu iki adamdan –Ömer b. Hattâb ve Ebû Cehil– sana en sevimli olanı ile İslâm’ı güçlendir. O iki kişiden Allah’a sevimli olanı Ömer’di.” (Tirmizî, Menâkıb, 18; Müsned, 2/25) mealindeki hadisi hatırlanacak olursa; insi şeytanlar yaratılmış olmasının cebri olmayan ama imtihan sırrına bakan veçhesi aydınlanmış olacaktır. Zira Efendimiz’in (s.a.s.) duasından da anlaşılacağı üzere bu şahıslar beşerî kapasiteleri itibariyle iki eşit potansiyele sahipti. Ancak nübüvvetin terbiyesine giren müminlerin halifesi olurken, yüz çeviren ise ümmetin firavunu olmuştu.
Bediüzzaman “İbrahim tek başına bir ümmet idi.” (Nahl, 120) fehvasınca ahir zamanın başında hidayet hareketinin şahs-ı manevisini temsil makamındaki zat olması itibariyle küfrün şahs-ı manevisinin insi ve cinni temsilcileriyle mücadele ettiği gibi bizzat görüşmüştür de.
Malum olduğu üzere Üstadımız “Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhir zamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve Hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadislerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbü’l-Kur’ân hakkında, ‘O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak mânevî kılıç hükmünde i’câz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.’ tavsiyesine müraatla” (Tarihçe-i Hayat, İfade-i Meram) manevi ve ilmi mücahedeye başlar.
Ahirzamana dair hadislerin ve Hz. Ali’nin işaretiyle o dehşetli şahsı tespit etmesine rağmen ne o dehşetli şahısla siyaseten mücadeleye girişmiş ne de onun habis siyasetinin tenkidiyle meşgul olmuştur. Gelen istibdad-ı mutlakın asıl sebebinin küfr-ü mutlak, neticesinin sefahat-i mutlaka olduğunu gördüğünden, “Eyvah, bu ejdarha imanın erkanına ilişecek” (23. Lem’a) diyerek; tabiat risalesini (arabi) telif edip, o dehşetli şahsı namaza ve sünnet-i seniye düsturlarına davetle iştigal etmiştir.
Ancak gerek zaman ve zeminin müsaadesizliği gerek misyonu icabı siyaseten mücadele etmese de ilmi ve manevi mücadelesinin neticesi hayatı mahkemeler, sürgünler ve hapislerde geçmiştir. Risale-i Nur tarihinde ilk mahkeme olması ve o dehşetli şahıs hayattayken bizzat onun emriyle gerçekleşmesi itibariyle Eşkişehir mahkemesi, hapsi ve o müddet içinde yazılanlar ayrıca dikkat çekicidir.
“Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramı’nda oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.” Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil.” (Asay-ı Musa, Üçüncü Mesele)
Bediüzzaman’ın Eskişehir hapsindeki müşahedesi cüz’i bir vaka olmakla birlikte, bu fiten hadislerinin bir nev’i tefsiri mahiyetinde olduğundan ahirzamanın tümünü alakadar eden ve adeta küllünü temsil eden çok mühim bir hadisedir. Zira Üstadımız talebeleriyle o zamanın istibdad rejiminin sureten cehenneminde olmakla birlikte hakikaten Cennette; rejimin sureten cennetinde olanlar ise hakikaten cehennemdedir.
Allah Resulü’nün haber verdiği üzere; “Deccâlin beraberinde cennet ve ateş vardır.” “Cennetin ve ateşin misli vardır.” “Deccâlin cenneti ateş, ateşi ise cennettir.” (Müslim, Fiten, 109; İbn Mace, Fiten, 33; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/397).
Üstadımıza taraf-ı ilahiden bu müşahedeyle, imani cephede yaptığı manevi ve ilmi mücahedenin ne kadar hayati olduğu ihtar edilirken; kıyamete kadar gelecek talebelerine de imani vazifeleri zararına cazibedar, afaki dairelere el hatta göz atmalarının muhtemel vahim neticeleri ders verilmektedir.
Üstadımız Hazretleri bu vâkasını naklederken; “Kat’î müşahede ettim.” “Gördüğüm hakikattir, hayal değil.” gibi ifadelerle muhataplarına bunun temsili, metaforik anlatılar hatta temsille karışık manevi keşifler olmadığını ısrarla ihtar etmektedir.
Hemen akabinde Üstadımız “Eskişehir Hapishanesinde müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşısına dikilmiş” (Gençlik Rehberi) ve bu habis şahs-ı maneviyi temsil eden şeytanın şahsıyla tıpkı süfyanla şahsen karşılaşıp, görüştüğü gibi bizzat görüşmüş ve tartışmıştır.
Üstadımızın bu noktada karşımızda cemaat suretinde negatif metafizik bir cephe olduğunu ve bunların fiziki ve metafizik başları bulunduğunu ve bunlarla manen mücahede edilmesi gerektiğini ihtar etmesi çok önemlidir. Nitekim ulum-u İslamiye’nin bir mucizesi olan İbn-ul Arabi’ye göre; “Mehdi basiretiyle nurani ve ateş kaynaklı ruhları idrak edebilendir. Nitekim bu vasfa sahip olan İbn Abbas ve Hz. Aişe de Cebrail’i görmüşlerdir. Böyle bir göze sahip olanlar görünmemek ve perdelenmek isteseler dahi, rical-ul gaybı dahi görürler. Nitekim Mehdi’nin ruhanilerden oluşan vezirleri ile ilişkisi için de bu bilgi gereklidir. Basiretin bir diğer neticesi de sahibine manaların bedenlenmesidir. Sahib-ul basar, manaları kendi suretlerinde tanır ve tereddütsüz olarak bedenlenmiş manaların ne olduğunu bilir.” (İbnü’l-Arabi, Futuhat-ı Mekkiye, VI, s. 56-58.)
Bu anlamda Üstadımızın “Hem ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüd sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek.” (20. Lem’a) gerektiğine dair tenbihi; nurani ve zulmani şahs-ı manevilerin ahirzamanda tecessüm etmiş cemaatler suretinde bu son çarpışmasını gözümüz önüne sermesi açısından önemlidir.
Başta belirttiğimiz gibi; “İblis’in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir.” Daru’n Nedve’ye gelip Resulullah Efendimiz aleyhindeki toplantıya insi şeytanlarla birlikte insan suretinde iştirak edip reyini belirten ve müteaddid vakıalarla varlığını ihsas eden İblis, ahirzamanda hidayet hareketinin başındaki zat ola Üstadımızla da cismen görüşmüştür.
Daha önce Beyazıd Cami’inde sesini işittirmekle Kur’an’ı Hâkim hakkında kendisine vesvese vermeğe gayret eden “İblisi ilzam, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskat” eden Üstadımız, bu münazarıyı da 26. Mektup’ta kaleme almıştır. Lakin hidayet hareketi içinde bulunsa da “şu zamanda, hususan maddiyyunların felsefeleriyle zihni bulananların bu bedihî meselede tereddüt gösterdikleri” veya akıllarına sığmadığından temsili bir hikâye suretinde ele aldıkları görülmektedir.
Bu nev’i hadiseleri hiç garipsememek gerekir zira; “Umur-u şerriyenin mümessilleri ve mübaşirleri ve o umurdaki kavâninin medarları olan ervâh-ı habise ve şeytaniye bulunması, hikmet ve hakikat noktasında kat’îdir.” (29. Lem’a)
“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervah-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervah-ı habise dahi bulunduğu, o kat’iyettedir. Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerir insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar.” (29. Söz)
Ayrıca “Ey ulu Rabbimiz! Gerek cinlerden gerek insanlardan bizi saptıran o şeytanları bize bir gösteriver” (Fussilet 41/29) denmesinden de her iki cinsten şeytanın şahıs olarak mevcudiyeti, insanları cehenneme sürükledikleri ve cinni de olsa görünebilmelerinin mümkün olduğu anlaşılmaktadır.
Peki bu hadisede İblis-i lâin Üstadımız Hazretlerine ne demiştir?
Bu münazarada İblis’in lakırdılarına karşı Üstadımızın uzun, kıymetli izahatını Risale-i Nur’a havale edip özetini nakletmekle yetineceğiz.
“Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahat ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:
“Biz hayatın her bir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.”
Ben de cevaben dedim:
“…senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır… İmân nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi mâdum ve herşeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp eden nuranî bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonudur… Hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve iman ile olabilir…”
O muannid döndü, dedi:
“Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.”
Cevaben dedim:
“…Hayvan gibi olamazsın. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla başına al, Kur’ân’ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade ve fâni dünyada dahi sâfi lezzetleri kazan…”
Yine o mütemerrid şahıs döndü, dedi:
“Hiç olmazsa ecnebî dinsizleri gibi yaşarız.”
Cevaben dedim:
“…Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. O muannid ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehenneme gitti…” (Asay-ı Musa, Üçüncü Mesele)
Bugün cismen görmeksek ve görüşmesek de İblis’în iğfal etmeğe gayret ettiği nefislerimizi dinlesek ve zamanın ruhunu gözlemlesek maalesef şeytandan aynı dersi alıyor olduğunu işitilebiliriz.
Rabb-i Rahimimiz nefislerimizi ve neslimizi sünnet-i seniyye kalesine sığınmakla muhafaza buyursun.
Amin.
(Bu parantezi şimdilik kapatıyoruz. Lakin yazı dizimizin devamında bu metafizik cephe ve onunla bugünkü ve yarınki mücadeleye tekrar gelmek niyetindeyiz.)