Batman-Dark Knight Rises: Kokuşmuş bir şeyler var Batı uygarlığında!

NEDİM HAZAR | YORUM 

Christopher Nolan, hiçbir şey yapmamış olsa bile Batman üçlemesinde sadece Gotham City üzerinden zorlayarak yaptırmaya çalıştığı batı uygarlığını okuma çabası bile tek başına saygıyı hak ediyor bence. Gotham, artık sıradan bir çizgi-şehir değil, kapitalizm ve batının sembol şehri. İnsanları mutlu gibi görünen ama gerçeğin asla böyle olmadığı bir sahte, karton kent!

Küçükken, çizgi romanlardan perdeye uyarlanan kahramanları izlerken aklıma gelen ilk soru hep aynıydı: ‘Madem Superman bu kadar güçlü, niye Şerif yapmıyorlar ki?’ Öyle ya, kanunu ve adaleti bizzat temsil etmesi daha makul gelirdi bana. Çok sonra, süper kahramanların biraz da sistem dışı, hatta paradigma karşıtı olması gerektiğini çözdüm. Kahraman dediğin, halkın ve haklının yanında durmalıydı, güçlünün değil! Bu nedenle bir süper kahraman rejimi temsil ettiği gün işinin bittiği gündür.

Yapımcıları kusura bakmasınlar ama Batman’i biraz öyle etmişler ve ipini elleriyle çekmişler. Gerçi bunca uzun zamana yayılan bir kahramanlık süresi, hayali olsa bile tıkanıklığa sebep oluyor. Belki de salt bu yüzden bile Tim Burton, Joel Schumacher gibi usta isimler yetmedi ve bunlara bir de Christopher Nolan eklendi.

Nolan üçlemesinin son filminin analizinden önce bir iki noktaya değinmek isterim. Ünlü Foreign Policy dergisinin -yanılmıyorsam- Haziran/2012 sayısında bir yazı vardı. Doğu ve Batı toplumunun “kadına” aslında aynı perspektiften baktığını, aradaki farkın, Batı dünyasının olması gereken çirkin manzarayı örtebilmek için ekstra efor sarf etmesi olduğunu ve batı dünyasında bunun bir erdemmiş gibi sunulduğunu anlatıyordu.

Mel Gibson’un filmi Get The Gringo’nin girişinde şahane bir replik var. Amerikan ve Meksika polisi sınırda karşı karşıya gelirler ve birbirlerine hakaret ederken Meksika polisi gülerek şöyle der: “Siz de biz de yozlaşmışız. Tek bir farkla; biz bu konuda dürüstüz.”

Mesele bu kadar basit aslında!

Batman serisinin bilmem kaçıncısı ama Nolan’ın üçlemesinin son filmi; ‘The Dark Knight Rises – Kara Şövalye Yükseliyor’da hem kahramanın odak noktası kayıyor, hem de Nolan’ın seriyi ele aldığından beri ısrarla üzerinde durduğu ‘gerçeğe yaklaştırma’da zirve yaşanıyor.

Malum; Batman tamamen hayali ya da çok uzak bir gelecekteki ülkede yaşananları anlatır ve karanlık bir kahraman üzerinden, Gotham kenti üzerinde nedensiz fenalık icra etmeye çalışan kötülerin saf dışı bırakılması anlatılır. Christopher Nolan’ın Batman’a yaptığı en önemli katkı çizgi seriyi gerçeğe yakınlaştırmak olmuştu. Kim bilir belki de bu yapılabilecek en büyük kötülüktü! Serinin ve çizgi romanın o gerçek üstü atmosferi, kahramanları yavaş yavaş silinip, yerini daha akla/mantığa yakın ve en azından ‘olabilirite’si olan tiplemeler ve mekanlar gelmişti.

Misal, bir tür fantastik Babil görünümünde ve konseptindeki Gotham kenti, usulca New York gibi batı dünyasının kara ve karmaşık metropolüne benzemeye başlamıştı. Batman de, kötülük karşısında sarsılan ama asla karizmayı çizdirmeyen kahramandan, daha ete kemiğe bürünmüş faniye dönüştürülmüştü.

Batman çizgi konseptinin karakterlerini ele aldığımızda çok kaba bir sınıflandırmanın olduğunu görmek zor değil. Aktif kötüler, aktif iyiler, pasif kötüler ve pasif iyiler… Zaten maceraya tat veren de bu aktif ve pasif alanlardaki değişimlerdir. Misal, Kedi Kız gibi pasif iyi-kötü çizgisinde salınan bir karakterin finale doğru aktif iyilik sınırına girmesi seyirciyi hoşnut etmeye yetiyor. Bu faslı uzatmayıp filme geçecek olursak;

Hikaye bıraktığımız yönden ilerletmiş senaristler. Malum; nicedir iyilik ve doğruluğun timsali olarak sunulan Dent karakteri hırsları ve arzuları için katıksız bir kötülüğe dönüşmüş ve bu durum esasen kötülüğünün hiçbir gerekçesi olmayan Joker’i de kısmen haklı çıkarmıştı. Joker, zorlama bir felsefe ile, kötülüğünü gerekçelendirirken sistemin kokuşmuş ve çürümüşlüğünü -her ne kadar sıklıkla ifade etmese de- gösteriyordu. Ve böylesi bir balçık zeminde kötülük, iyiliği çok aşan bir denklikti! Adaletin olmadığı yerde suç ve suçluya odaklanmak yanlışlığın ötesinde saçmalıktı ve Joker de bu saçmalığın şahane bir tezahürüydü. Hiçbir değer yargısı yoktu. Bir kere insani olan hiçbir his onun için çok önem arz etmiyordu (acı çekmez, üzülmez, acımaz, maddiyata zerre kadar önem vermez vs.)

Her macera Joker’in mutlak olmayan bir yenilgisiyle sonuçlansa da, özellikle Nolan’ın çektiği ikinci Batman (Kara Şövalye) iki farklı yaklaşım ile Batman’i ilginç hale getirmişti.

Neydi bunlar?

İlki, biraz önce söylediğim gibi, mutlak kahraman ve doğruluğun simgesi olarak gördüğümüz Dent’in bir anda kötülüğün temsilcisine dönüşmesi. Demek ki, ‘bizim iyi sandığımız pek çok şey kötü olabilir’miş. Öyleyse, kötü sandıklarımız da iyi olmasın sakın! İkinci durum ise, biraz riskliydi, zira Nolan, Batman’in karizmasına da ciddi bir çizik atıyordu: Polis köpeklerini görünce kaçan süper kahraman!

Serinin bu son filminde, önceki maceranın akabinde aradan 7 yıldan fazla bir süre geçmiştir. Bu esnada rejimin selameti açısından rejimi ideoloji yalanlar da üretmiştir: Dent kahramandır! Görünürde suç bitmiş, Gotham halkı huzur ve mutluluk içindedir. Her şey güzel, ortam süper, arkadaşlık süperdir. Zenginler verdikleri kokteyller ile fakirler ve kimsesizler için yardımlar tertip ediyorlar, polis ‘laylaylom’ yapıyordur işini gücünü.

Ancak gerçek bu değildir. Elbette bunu bir eli yağda bir eli balda olan Batman bilemeyecektir. O, her ne kadar ‘yetimhanenin yardımını niye kestiniz’ gibi küçük merak içeren pirpiriklenmeler yaşasa da daha çok uşağı Alfred ile sade suya tirit tartışmalar yapıp durur. Ne de olsa tuzu kurudur!

Oysa bu tütsülü güzel tablonun gerisinde bambaşka şeyler vardır. Gotham, eşitsizlik ve adaletsizliğin kenti olmuştur. Koca koca binalar, büyük para fabrikaları, borsalar, endüstriyel canavarlar gerçeği ancak 8 yıl kapatabilirler.

Christopher Nolan, hiç bir şey yapmamış olsa bile sadece bu ‘kent’ üzerinden zorlayarak yaptırmaya çalıştığı batı uygarlığını okuma çabası bile tek başına saygıyı hak ediyor bence. Büyük bomba öncesi yapılan saldırılarda, en görkemli çöküşün bir Amerikan stadyumunda olması boşuna değil mesela. Üstelik milli marşları okunurken. O, ne etkileyici bir andır. Marş okuyan çocuk, gururla izleyen dev gibi iri cüceli Amerikan topçuları, seyirciler ve görkemli çöküş!

Keza Wall Street saldırısı… Kısa süre önce ABD’de gerçeği yaşanan işgale yapılan gönderme ve Batman ile kişisel bağlantı kurulması enteresan geldi bana.

Rejim muhafızı kahraman!

Bir önceki filmden hatırlayalım; Joker, kokuşmuş kent olan Gotham’ın altını oyuyordu. Son filmde ise, bu oyuğa dinamitler yerleştiriliyor. Zengin/fakir ayrımı değil, uçurumu bulunan karanlık kentte, yer altındakiler kendilerini ifade edebilmek için ancak ve ancak terörize olabiliyorlar. Ve Nolan, kahramanımız Batman’e de öldürücü darbeyi burada vuruyor: Haklının değil, güçlünün yanında, halkın değil sistemin yanında kalıyor kahramanımız.

Başlarda, Joker kadar karizmatik ve mutlak kötü gibi görünmese de, onun yerini doldurmaya aday Bane, finalde adeta masumlaştırılıyor ve giriştiği kötülükler gerekçelendiriliyor; bir sevda uğrunaydı her şey. Her ne kadar ünlü Mad Max serisinin ikincisindeki kötücül karaktere benzese de, Joker ile Bane’in arasındaki en önemli fark ise, birinin şeytani zekasını, diğerinin fiziğini kullanması. Bane için beyne gerek yok, zira hazırı var! (filmi izleyen ve izleyecekler ne demek istediğimi anlayacaktır)

Nolan, çarpıcı şekilde gerçeği yüzümüze çarpıyor; aslında Batman burjuvanın ta kendisidir. Öyle ya; maske ve kostümünü çıkardığı an, kapitalizmin en önemli simalarından, vurdumduymaz zengin Bruce Wayne oluveriyor. Zaten isyan da onun şirketine karşı sembolleşiyor.

Kara Şövalye Yükseliyor, esasen bir noktaya kadar hiç de fena gitmeyen bir film. Yer yer Yeşilçam fantastik türüne yaklaşıp, Batman/Malkoçoğlu karmaşası yaşasak da, özellikle sistem ve ezilenler adına söylediği şeyler hiç de öyle yenilir yutulur şeyler değil Batman’de. Ne ki, bir noktadan sonra kahramanımız tercihini yapıyor ve paradigmadan yana tavır koyuyor. Bir tür, Batman’im ama para bende, diyor anlayacağınız. Ve bu andan itibaren, kutsallaştırılan kent olgusuyla yüzleşiyoruz.

Her şey Gotham’ın selameti için!

İçinde halkın olmadığı, sadece bir zümrenin yaşadığı yer, selamet içinde olsa ne olur, olmasa ne… Bakmayın oldukça metazorik ve eklektik duran ‘köprü üstündeki masum çocuklar’ sahnelerine… Nolan, Kara Şövalye Yükseliyor’da ‘kahraman’ olgusuna temelden darbe vururken, esas kötülüğü hikayenin geneline yapıyor. Kavramları hallaç pamuğu gibi atarken, bir çözüm de sunduğunu zannetmeyin. İlgilenmiyor bile. Filmin sonundaki şehir, başındakinden daha çok kahramana ihtiyaç duyuyor. Belki de İngiliz sinemacı sırasını savarken, kendisinden sonra geleceklere daha bakir bir alan bırakmak istemiştir, emin değilim. Ancak biz şunu söyleyebiliriz, artık yuvana dön Nolan!

Ezcümle, Nolan’ın son Batman filmi, kahraman ya da sıradan, maskeli ya da değil; “hepimiz sistemin uşağıyız aslında”, demeye getiriyor lafı. Ve muazzam bir cesaret ile batı uygarlığını sembolize eden şehrin yozlaşmasını, belki de belaları hak ettiğini ima ediyor. Hamlet’in en çok bilinen repliği ‘Olmak ya da olmamak’tır belki ama ben her daim vuran ve en az onun kadar anlamlı bir tirad da patlatır Shakespeare: Çürümüş bir şeyler var Danimarka Krallığı’nda!

Meseleyi biraz daha derinleştirelim isterseniz.

Statükonun bekçisi Batman!

Kara Şövalye Yükseliyor, çok daha popüler olan ve eleştirmenlerce beğenilen 2008 yapımı selefi Kara Şövalye’nin sıklıkla gölgesinde kalıyor acıkçası. Olay örgüsüne yönelik eleştirilerin yanı sıra Bane (Tom Hardy)’nin diyaloglarının anlaşılmaz olduğu yönündeki şikayetlerle de boğuşan Kara Şövalye Yükseliyor,Christopher Nolan’ın 2005 yapımı Batman Başlıyor ile başlayan Kara Şövalye üçlemesinin “en kötüsü” olarak gösteriliyor.

Bununla birlikte, Kara Şövalye Yükseliyor’u diğer iki filme çok benzeyen ve aslında politik analiz için en verimli film olarak gören eleştirmenler de yok değil. Hatta bazı kulislerde bizzat – senaryo yazarı Jonathan Nolan’ın kendisi de filmden “küçümsenmiş” olarak bahsetmiş.

Filme kaynaklık eden unsurlara baktığımızda karşımıza çok önemli ve şahane bir klasik çıkıyor: İki Şehrin Hikayesi.

Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikayesi – A Tale of two cities “, Fransız Devrimi sırasında Londra ve Paris arasında geçen bir roman. Hikaye, bir yandan Fransa’da devrimin şiddetini ve toplumsal çalkantıları, diğer yandan İngiltere’de devrim öncesi dönemin sakinliğini anlatıyor. Roman, doktor Manette ve kızı Lucie’nin hikayeleri etrafında dönüyor. Dr. Manette, Fransa’da haksız yere hapse atılmış ve sonrasında serbest bırakılmıştır. Kızı Lucie ile İngiltere’ye kaçarlar ve burada Charles Darnay ile tanışırlar. Darnay, Fransız asaletinden gelen, ancak aristokrat sınıfın zulmüne karşı çıkan bir karakterdir. Hikaye, devrimin dehşetini, adaletsizliği, özgürlük ve eşitlik arayışını, aile bağlarını ve fedakarlığı işler.

Roman birkaç kez filme de aktarıldı ve başarılı uyarlamaları var.

Christopher Nolan’ın “The Dark Knight Rises” filmi ile Dickens’ın “İki Şehrin Hikayesi” arasında birçok tematik paralellik var:

“İki Şehrin Hikayesi”, biraz önce bahsettiğimiz gibi, Fransız Devrimi’nin getirdiği toplumsal çalkantıları ve adaletsizliği ele alıyor. The Dark Knight Rises da benzer bir şekilde, Gotham şehrinde Bane liderliğindeki bir devrimi ve toplumsal düzenin çöküşünü gösteriyor. Her iki eserde de mevcut düzene karşı çıkan bir halk hareketi ve bu hareketin şiddete varan sonuçları işleniyor.

Bane, “İki Şehrin Hikayesi”ndeki devrimci liderlere benzer şekilde, Gotham’da zulme karşı bir halk ayaklanması başlatıyor. Bruce Wayne/Batman’in hikayesi ise Charles Darnay’ın hikayesiyle paralellikler taşır; her ikisi de asil doğumlu olmalarına rağmen, toplumda daha adil bir düzen arayışındadır.

Hem Dickens’ın eserinde hem de Nolan’ın filmde, toplumsal adaletsizlikler ve eşitsizlikler önemli bir tema olarak işlenir. İsyan ve devrim, bu adaletsizliklere bir tepki olarak görülüyor. Her iki eserde de, karakterlerin fedakarlıkları ve bu fedakarlıkların toplum üzerindeki etkileri önemli bir yer tutuyor. Özellikle “The Dark Knight Rises”da Batman’in şehri kurtarmak için yaptığı fedakarlıklar, Dickens’ın eserindeki bazı ana karakterlerin fedakarlıklarıyla benzerlik gösteriyor.

Çok mu iddialı olur bilmem ama Kara Şövalye Yükseliyor, Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi’ni model almıştır. Bane’in devrimi, en azından bazı biçimleriyle Fransız ve daha geniş küresel sosyal düzeni radikal bir şekilde eşitlikçi bir topluma dönüştürmeyi amaçlayan Fransız Devrimi’nin (belki de parodik) yeniden çerçevelenmesidir. Yönetmen Christopher Nolan’ın kendisi de filmin bir “tarihi destan” ve “felaket filmi” olduğunu belirtiyor.

Hem Heath Ledger’ın Kara Şövalye’deki Joker’i hem de Tom Hardy’nin canlandırdığı Bane’in söylemi, postmodern ve şimdi de postmileniyal dünyada yaşayan ve birçoğunun devlet aygıtı karşısında derin bir yabancılaşma hissettiği bir dizi birey için çok çekicidir. Bununla birlikte, Kara Şövalye’de olduğu gibi, Kara Şövalye Yükseliyor’da da Christopher Nolan nihayetinde Gotham’ın temsil ettiği egemen Anglo-Amerikan düzenini destekliyor gibi görünüyor.

Kötünün retoriği!

Filmin en etkileyici sahnelerinden biri olan, Bane’in Gotham üzerindeki kontrolünü kullandığı stadyum sahnesi de önemli bir Amerikan sembolüne yönelik derin bir saldırı aslında. Delikanlı “yıldızlarla süslü bayrağı” söylerken, Gotham Haydutları’nın maç yaptığı futbol stadyumu çöker. Tıpkı Joker’in Kara Şövalye’de Amerikan spor kültürüyle alay ettiği gibi, Bane de “oyunlar başlasın” der. Bane, Gotham’ın eğlence kompleksini Amerika olarak yok etmeye çalışır. Bane onu yok ederek Amerika’yı özgürleştirdiğini düşünmektedir. Onlara “Gotham, şehrinizin kontrolünü ele alın” der ve nükleer bomba “kurtuluşunuzun aracıdır”.

Bu sahnelerin arasına askeri personel ve istihbarat analistleriyle dolu bir Pentagon savaş odası serpiştirilmiş. Bane Amerika’nın kurulu düzenine meydan okumakta ve kendisini ve Gölgeler Birliği’ni yeni bir ifade olarak sunmakta. Joker gibi o da kendisini rakip bir eğlence sağlayıcısı olarak görmekte ve insanlara hazırladığı yeni oyunu anlatır: Bomba “hareketlidir” ve anonim bir “tetikçi” vardır. Bane ayrıca aldatıcı bir devrimci mesaj kullanarak halka “biz fatihler olarak değil, bu şehrin kontrolünü halka geri vermek için kurtarıcılar olarak geldik” der. “Tetikçi”, “dış dünyadan ya da kaçmaya çalışan insanlardan bir müdahale” olması halinde bombayı patlatacaktır ve Bane’in onlara söylediği gibi, Gotham halkı evlerine dönmelidir, çünkü “Yarın hakkınız olanı talep edeceksiniz”. Kullandığı dil Kara Şövalye‘deki Joker’inkine benzemekte ve kahraman imajını alaya almaktadır. Amerikan sembollerine yönelik fiziksel saldırıların yanı sıra, Bane’in Amerika olarak Gotham’a yönelik saldırısı da retoriktir.

Enteresandır, Filmle ilgili tartışmaların çoğu Bane’in çekiciliğiyle ilgilidir. The Weekly Standard’da yazan neo-muhafazakar yorumcu olan John Podhoretz, Nolan’ın “Wall Street’i İşgal Et hareketinin retoriğini” Bane’in ağzına yerleştirdiğini savunuyor. Slavoj Žižek ise The New Statesman’da Bane’in söyleminin ve (geçici) devrimci başarısının Nolan’ın radikal bir jesti olduğunu, zira “kapitalist gerçekçilik” çağında sosyalist fikirlerden bahsetmenin bile bir tabunun tehlikeli bir şekilde ihlali anlamına geldiğini söyler.

Geçmişte Donald Trump’ın kampanyasında Bane’in retoriğini kullanmasına dikkat çeken Tom Shone ise The Nolan Variations’da “Burke’ün Napolyon’un yükselişini öngördüğü gibi Bonaparte, yani Kara Şövalye Yükseliyor, Donald Trump’ın seçilmesine yol açacak sismik değişimleri sezdiği için biraz övgü alabilir” diye yazmıştı, haksız da çıkmadı!

Devam edeceğiz…

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin