YORUM | YAVUZ ALTUN
Gündem ırmağının dibinde bir yerlerde kendi başına buyruk bir akıntı şeklinde “yeni anayasa” tartışması cereyan ediyor. Biliyorsunuz 18 yıllık AKP iktidarının en reformist yıllarını yaşıyoruz. Gözümüzü reformdan açamadığımız bu dönemi neden bir yeni anayasa ile taçlandırmayalım, değil mi?
Ancak anayasa konusunda her zaman olduğu gibi kafalar karışık. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “birlikte yazalım” derdinde. Neymiş, Cumhuriyet boyunca hiç sivil bir anayasa yazılmamışmış. Birlik olursak, her şeyin altında kalktığımız gibi bunun da altından kalkarız evelallah! Aynı konuşmalarda Erdoğan’ın Kemal Kılıçdaroğlu’na hakaretleri filan da var ama oralara takılmayalım.
Adalet Bakanı Abdülhamit Gül de, hatırlarsınız reform fitilinin ateşini o yakmıştı, “1921 ruhu” diyerek o dönem yazılan anayasayı gündeme getirmiş. Memleketimizde tarih bilgisi zayıf olduğu için bu türlü tarihî referanslar genelde havada kalıyor.
Bir mecmua hemen akıllılık edip anayasa hukukçularına “1921 Anayasası da nereden çıktı?” diye sormuş. Orada Doç. Fatih Yaşlı’nın şöyle güzel bir cevabı var: “Bence bunun iki nedeni var. Birincisi, AKP’nin rejim inşa eden bir parti olması, Erdoğan’ın da kendini bir nevi ikinci kurucu olarak görmesi. Dolayısıyla yeni anayasa söylemi bu kuruculukla doğrudan bağlantılı olacak. İkincisi ise yeni rejim inşası sırasında AKP, tarihi de yeniden yazmaya çalışıyor.”
Evet işin derûnunda böyle bir niyet olabilir fakat son tahlilde Cumhurbaşkanı ve arkadaşlarının akıllarında her meseleyle ilgili iki temel soru vardır: 1) Nasıl her şeyi kontrol ederiz? 2) Nasıl sürekli her şeyi kontrol edecek noktada, yani iktidarda, kalabiliriz?
AKP biliyorsunuz 2011 genel seçimlerine girerken de “Yetki verin yeni anayasa yapalım” demişti. Hatta 2015’te de hedef anayasayı değiştirebilecek “400 milletvekili” oldu. Erdoğan çok uzun zamandır yepyeni bir anayasa yapmak için uğraşıyor. İyi de neden? Mevcut yetkileri yetmiyor mu? Başkanlık sistemini gündeme getirdiği zamanlar kendi partisinden olan başbakanlara canı sıkılıyor, “çift başlılık” filan diyerek ortalığı karıştırıyordu. Şimdi gene kim nereden “baş” gösterdi acaba?
Etraftaki tartışmalara bakılırsa, yeni anayasanın “devletin bölünmez bütünlüğünü” pekiştirecek şekilde “kuvvetler birliği” esası etrafında şekilleneceğini düşünüyorum. Malumunuz 1961’den itibaren Türkiye’de anayasalar, “kuvvetler ayrılığı” modelini itibar alıyor. Yani, yasama, yürütme ve yargı mekanizmalarını birbirinden ayırıyor. Teoride bunlar birbirine karışmıyor. Gelgelelim TC Anayasası’nın Başlangıç metninde şöyle bir ihtar çekilmiş:
“Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu…”
Yani efendim kuvvetlerimiz ayrı dediysek, o kadar da değil; mevzu devletimiz olduğunda, bir araya gelir hepinizi ezeriz!
Zaten devletin bu şekilde “kendinde şey” dediğimiz, mutlak erek hâline getirildiği bir rejim felsefesinin mahdumlarıyız. Burada şaşılacak bir şey yok. Geçenlerde birisi yazmıştı (unuttum), en insanî duran “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözümüzde bile, insanı öncelermiş gibi görünen ve fakat aslında devleti ön plana koyan bir ima var. Cumhuriyet’in kurucu otoritesi de “milli egemenlik” çerçevesi içinde, kuvvetler ayrılığı fikrinin bu muhayyel “iradeye” halel getireceğini düşünüyorlardı. (Bu konuda çok güzel ve güncel bir tartışmayı şuradan okuyabilirsiniz.)
Erdoğan da, hemen her sağcı politikacı (Menderes, Demirel, Özal…) gibi, kuvvetler ayrılığı meselesinden, eskiden beri rahatsız. 2012’de “Şimdi efendim biz kuvvetler ayrılığından yanayız ama Atatürk de kuvvetler birliği diyordu, onu da unutmayalım,” diyerek meseleye göz kırpmışlığı var. Yargının işine müdahalesinden pek çok kereler şikayetçi oldu. Dünyanın en normal ve gerekli Sayıştay denetimini bile istemedi. Vatandaşa vaadi ise “hızlı hükümet”. O kadar hızlı ki, vatandaşın başı dönmüş vaziyette. 6 Şubat’ta yayınlanan Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin başlığı şöyleydi: “Cumhurbaşkanlığı teşkilatı hakkında cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile bazı cumhurbaşkanlığı kararnamelerinde değişiklik yapılmasına dair cumhurbaşkanlığı kararnamesi.”
Kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz, demenin devletçesi!
Aslında diyeceğim şu: Batı’nın sadece tekniğini alıp felsefesini de almayınca bunlar geliyor başımıza. Cumhuriyet’i kuranlar, Avrupa’dan yasaları alırken, o yasaların arkasındaki felsefeyle fazla ilgilenmediler. 1961’de yeni Anayasa yapanlar, sureten bir kuvvetler ayrılığı elbisesi giydirdiler ve fakat kendini “kurucu irade” olarak gören ordunun vesayeti altında, gücün paylaşılması mümkün olamadı. 1980 darbesiyle birlikte zaten o elbisenin bile bize “bol” geldiği açıklandı.
2017’deki referandumda ise Cumhurbaşkanlığı makamının “tek adamlık” olduğunu ve kuvvetler ayrılığından iyice vazgeçtiğimizi ilân ettik. (Ben duayen anayasa hukukçusu Kemal Gözler’in yalancısıyım.)
Halbuki “kuvvetler ayrılığı” (separation of powers) ve “hukukun üstünlüğü” (rule of law) gibi kavramlara Avrupa’da bir günde ulaşılmadı. Arkasında toplumların refahı ve özgürlüğü ile ilgili kimisi yüzyıllar süren tartışmalar var. Üstelik mesele sadece “devletin organizasyonu” değildi. Bilakis, mesele tamamen toplumun kendisiydi. “Devlet denen canavarı nasıl dizginlemek gerekir ki, bireyin, ailenin, toplumun hayatına keyfî şekilde karışamasın?” sorusunun cevabı aranıyordu.
18. yüzyılda “kuvvetler ayrılığı” meselesinin özgürlük adına en önemli gerekliliklerden olduğunu haykıran Montesquieu, daha sonra Amerika’nın kurucu babalarına da ilham verecek şekilde şu düşünceyi kavramlaştırmıştı: Devlet, ne kadar yavaş çalışır, birbiriyle ne kadar çatışırsa, vatandaş da o kadar rahat edecektir. Amerikan bürokrasisi, sadece yasama, yürütme, yargı ekseninde değil, devlet organizasyonunun en aşağılarında bile birbirini denetleyen sistemler geliştirebildiği için, geniş özgürlüklerin varlığından söz edebiliyoruz.
Peki, neden buna ihtiyaç duyuluyor? Lord Acton’un şu meşhur sözünü hepimiz ezbere biliyoruz: “Güç, yozlaştırır. Mutlak güç, mutlaka yozlaştırır.” Ancak bunun kendimiz ya da sevdiklerimiz için de geçerli olabileceğini hiçbir zaman düşünmüyoruz. Kendi içimizdeki şeytanlarla yeterince hesaplaşmıyoruz. Geçmişimizin, geleneğimizin, tarihimizin karanlık taraflarını örtünce, belleğimizdeki kötülüğün de yok olduğunu varsayıyoruz. Bu sebeple de gücü ele geçirenler “bizden” olduğunda, onların yozlaşmayacağını, yanlış karar almayacağını ya da o gücü fazladan kullanmayacağını zannediyoruz.
Avrupa, Orta Çağlardan itibaren yaşadığı yoğun ve kanlı iç savaşlarda, zannedersem en çok bunu öğrendi: Her insan çığırından çıkabilir ve elindeki güçle haddini aşabilir. Bu sebeple, en ufak bir yetki sahibinin bile “hesap vereceği” bir mekanizma gereklidir. Ancak makro ölçekte, yani geniş bir toplumda ve kanun devletiyle yönetilen bir ülkede, en azından kuvvetler ayrılığının iyi işletilmesi, asgarî gereklilik olarak karşımıza çıkıyor.
Zaten o da işlemeyince Montesquieu’nün “despotizm” tanımına ulaşıyoruz. Yöneticinin otoritesini sınırlayabilen hiçbir kanunun olmadığı, o korkunç “saf güç” katmanı. Orada özgürlüklerden bahsetmek imkânsızlaşıyor, tek bir kişinin özgürlüğü önem kazanıyor, yani liderin.